‘’Duydum kültürü’’
02 Eylül 2025
Şu sitemimi çoğu yazımda kullanıyorum: ‘’Toplum olarak çok büyük yanlışlarımız bulunuyor; bizi, önyargı ve duygularımız besliyor, bu nedenle de okuma, araştırma, sorgulama, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ’anlama’ gibi zihni melekelerimiz engelleniyor, gelişmiyor, hamasetten bilgi seviyesine gelemiyoruz, rasyonel, metodik ve analitik düşünemiyoruz, duyduklarımıza ve bu şekilde bildiklerimize iman ediyoruz, hiçbir şeyi araştırmıyoruz, sorgulamıyoruz, anlamayı çok basit zannediyoruz, sağıyla, soluyla zihnimiz; önyargılar, semboller, kült ve idoller tarafından işgal ediliyor. Bir de bu kadar zafiyetin üzerine toplum olarak tarihini çarpıtılmış dizilerde, geçmişini masallarda, geleceğini ise falda okuyarak öğrenmeye çalışan dindar ve kindar bir nesil yetiştiriyoruz.’’
Bu sitemimi haklı çıkarırcasına günümüzde medyada, sosyal medyada, gazete ve kitaplarda o kadar çok uydurulmuş efsanelerle karşılaşıyoruz ki, hayret etmemek elde olmuyor.
Sitemimde ne kadar haklı olduğumu sizlere (hepsini de bu sayfalarda daha önceleri yazdığım) şu altı örnekle açıklamak istiyorum.
Birincisi: Avusturyalı Şehit Hemşire Anna Schwarz
İbrahim Karahan adlı bir yazar ‘’Erica Ana Çanakkale'nin Beyaz Meleği’’ (C Planı Yayınevi, 2016) adlı bir kitap yazıyor. Yazar bu kitabında Alman Hemşire Erica’dan bahsediyor. Yazar, kitabında; Askerî Hekim Ragıp’ı Almanya’ya gönderiyor, Hekim Ragıp ile Erica’yı Almanya’da tanıştırıyor. Yazara göre Erica’nın anne ve babası hayatta. Yazar Hekim Ragıp ile Hemşire Erica’yı evlendiriyor. Çanakkale Muharebeleri başlayınca Hekim Ragıp asker olduğu için (Tabip Yüzbaşı) Çanakkale’de görev alıyor. Eşi Erica da hemşire olduğu için o da gönüllü olarak Çanakkale’de cephe gerisinde bir sahra hastanesinde görev alıyor. Muharebeler esnasında bir İngiliz top atışında sahra hastanesi isabet alıyor ve hemşire Erica şehit oluyor. Kitap bir roman olarak kurgu oluyor ancak arka plan olarak kullandığı tarih yanlış olduğu gibi bu tarih hakkında da hiçbir belge ve bilgi bulunmuyor.
Aynı konuyu Gazeteci Yılmaz Özdil, 18 Mart 2017 tarihinde Sözcü Gazetesinde ‘’Çanakkale’’ başlıklı bir makalesinde yazıyor. Yılmaz Özdil, bu makalesinde bu konuyu işliyor. Yılmaz Özdil de makalesinde Alman vatandaşı ‘’Erica’’yı anlatıyor. Yılmaz Özdil’in makalesinde de Askerî Hekim Ragıp’ı Almanya’ya gönderiyor, Hekim Ragıp’ı Erica ile Almanya’da tanıştırıyor. Yine aynı şekilde (bahsettiğim kitaptaki gibi) Hekim Ragıp ile Hemşire Erica’yı evlendiriyor. Çanakkale Muharebeleri başlayınca Hekim Ragıp asker olduğu için (Tabip Yüzbaşı) Çanakkale’de görev alıyor. Eşi Erica da hemşire olduğu için o da gönüllü olarak Çanakkale’de cephe gerisinde bir sahra hastanesinde görev alıyor. Muharebeler esnasında bir İngiliz top atışında sahra hastanesi isabet alıyor ve hemşire Erica şehit oluyor. Yılmaz Özdil de bu makalesinde hiçbir belge ve bilgi sunmuyor.
Ancak gerçek hiç de İbrahim Karahan adlı yazarın ve Yılmaz Özdil’in yazdığı gibi olmuyor.
İsmail Tosun Saral, aylık ‘’Düşünce ve Tarih’’ dergisinin Eylül 2019 tarih ve 48. sayısında ‘’Anna Schwarz. Nam-ı Diğer Ordu Hemşiresi. Alman Madam Erika’’ başlığı ile bir makale yayınlıyor. Ayrıca bu makalede yer alan bilgiler İsmail Tosun Saral ve oğlu Dr. Emre Saral ile birlikte yazdıkları “Türklerle Beraber Osmanlı Cephelerindeki Avusturya Macaristan Askerî Birlikleri” (Kronik Yayınları, 2020) adlı kitabın 350-355 sayfaları arasında da yer alıyor.
Makale ve kitap, konuyu Avusturya gazetelerine ve Avusturya kaynaklarına göre belgelendirerek anlatıyor. Bu belgelere konuyu anlattığım yazımda yer verdiğim için burada tekrar aktarmıyorum. Ancak bu belgelere dayanarak gerçeği anlattığım yazımın bağlantısını meraklıları için yazımın sonunda veriyorum.
İsmail Tosun Saral ve oğlu Dr. Emre Saral’ın ortaya koyduğu Avusturya tarihi belgelerine göre; İbrahim Karahan’ın kitabında ve Yılmaz Özdil’in makalesinde bahsi geçen hemşire Alman değil, Avusturyalı, adı da Erica değil Anna Schwarz (muhtemel ki Anna Scwarz adı, Hekim Ragıp’ın refikası olduğu için refika -eş, hayat arkadaşı-sözcüğü halk arasındaki söylenme şekli ile zamanla “Erika” haline dönüşüyor), Hekim Ragıp Anna Scwarz ile Almanya’da değil İstanbul’da bir konakta tanışıyor. Ancak ‘’duydum’’ kültürü ile yazmak varken gidip de Avusturya arşivlerinde konuyu kim araştıracak değil mi?
Tabi yanlışlıklar zinciri burada da kalmıyor.
Şehit Anna Schwarz’ın mezarı Eceabat Yalova Köyü şehitliğinde bulunuyor. Çevre halkı tarafından bu mezara, şehidin gerçek ismi “Anna”yı andıracak şekilde, belki de Alman diye bildiklerinden dolayı, “Ana Hatun’un Mezarı” adı veriliyor.
Bu mezarın dış duvarına hatalı ve kötü bir Türkçeyle “Yaralı Türk askerlerini tedavi ederken top mermisi ile hayatını kaybeden Doktor Yüzbaşı Ragıp Bey’in refikası hemşire. 26 Eylül 1915” yazılı bir kitabe bulunuyor. Ancak, yazıdan anlaşıldığı şekliyle ölen ne Ragıp Bey’dir ne de Ragıp Bey’in rütbesi yüzbaşıdır. “Tabip Yüzbaşı” yerine “Doktor Yüzbaşı” yazılması da ayrı bir hata oluyor.
Mezar taşının üzerinde ise şu ifade bulunuyor: ”İfa-yı vazife esnasında top mermisi ile terk-i hayat eden Madam Doktor Ragıp Bey’in hâb-gâh-ı ebedisi 4 Kânunuevvel 1331’’ Hâlbuki hicri ‘’4 Kânunuevvel 1331’’ tarihi, miladi 17 Aralık 1915 tarihine denk geliyor. Mezar dış duvarında yazdığı gibi 26 Eylül 1915 tarihi değil.
Hani deveye sormuşlardı ya!
İkincisi: Mustafa Kemal'i Samsun'da tutuklamak isteyen İngiliz Subay
Bu ikinci konu daha vahim. Bu iddiaya göre; Mr. Salter adında bir İngiliz binbaşı, Mustafa Kemal, Samsun’a geldiğinde henüz kıyıya ayak basmadan, Bandırma vapuruna çıkarak Mustafa Kemal’i tutuklamak istiyor. Ancak Mustafa Kemal’in karşısına çıkınca Mustafa Kemal’in karizmasından etkilenerek ‘’Emrinizdeyim Paşam’’ diyor. Bu nedenle de bu İngiliz binbaşı İngiltere’ye dönüşünde askerî mahkemede yargılanıyor.
Bu iddiayı hemen hemen her 19 Mayıs haftasında anlı şanlı gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, koca koca adamlar dile getiriyor. Bunlardan bir kısmı kendilerini uyarmama rağmen dile getirmeye devam ediyor.
Örneğin Rahmi Turan, Hürriyet (07 Kasım 2011) ve Sözcü (28 Mayıs 2021), Altemur Kılıç, Yeniçağ (16 Ağustos 2009), Cemil Koçak, Star (22 Haziran 2012) gazetelerinde bu hikâyeyi yazıyorlar. Belgesel Tarih Dergisi bu hikâyeye yer veriyor (19 Mayıs 2019). Kimi sıfatında koca koca ‘’Profesör’’ yazan akademisyenler bu hikâyeyi yerel gazetelerde (Prof. Dr. İbrahim Bakırtaş, Karadeniz, 2 Mayıs 2019) ve değişik değişik internet sitelerinde paylaşıyorlar. 19 Mayıs 2021 Çarşamba günü ise Erol Mütercimler bu hikâyeyi Serhat Asker’in Halk TV'deki programında ciddi ciddi anlatıyor. Bunların dışında hala bu hikâyeyi aktaran çooook akademisyen ve gazeteci bulunuyor. Dediğim gibi bu hikâye, bu hatıra gerçek mi değil diye araştırmadan, incelemeden, sorgulamadan.
‘’Duydum kültürü’’, burada da hükmünü sürdürüyor. Anlatılan konunun gerçekle hiç mi hiçbir ilgisi bulunmuyor. Tamamen safsata bir konu. Ancak kim sorgulayacak, kim araştıracak değil mi?
Bu iddianın tamamen yanlış olduğunu belgeleriyle anlattığım yazımın da bağlantısını meraklıları için yazımın sonunda veriyorum.
Üçüncüsü: Kocatepe'de Mustafa Kemal'in taarruz emri
Bu üçüncü iddia da özetle şu dile getiriliyor: Fahrettin Altay Paşa, 30 Ağustos 1968 tarihinde Afyon Kocatepe’te bir konuşma yapıyor. Güya Fahrettin Altay, yaptığı bu konuşmada, 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz’un başlangıcında Kocatepe’de Mustafa Kemal Atatürk ile Fevzi Çakmak arasında geçtiğini iddia ettiği konuşmada, Mustafa Kemal Atatürk’ün geri çekilen Yunan kuvvetlerini hemen takip ettirmeyerek Türk ordusunu, Yunan ordusunun çekildikleri mevzilerdeki saatli bombaların patlamasından kurtardığını anlatıyor.
Bu iddia, 26 Ağustos Büyük Taarruz Haftası nedeniyle medyada, sosyal medyada ve internet ortamında uyduruk bir belge ile dolaşıyor. Bu iddia hemen hemen her 26 Ağustos Büyük Taarruz yıl dönümünde, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gibi her milli bayramda ve 18 Mart Çanakkale Zafer Bayramı gibi nedenlerle her fırsatta servis ediliyor.
Hatta öyle ki anlı şanlı siyasetçiler, gazeteciler, yazarlar çeşitli ortamlarda gerçek olmayan bu söylentiyi sanki gerçekmiş gibi anlatıyor.
Örneğin Memleket Partisi Bşk. Muharrem İnce, bir programda bu söylentiyi gerçekmiş gibi anlatıyor. (Babala TV, Mevzular, 17 Nisan 2023) Muharrem İnce’nin bu kurguyu aktarmasının ardından bazı haber siteleri (örneğin Teyakkuz Haber) ve bazı profiller İnce’nin anlattığı söylentinin gerçek olduğunu ileri sürüyor.
Örneğin Saygın Gazeteci Saygı Öztürk, söylentiyi kaleme alan Av. Sabri Tanrıkut ile görüşüp 30 Ağustos 2022 tarihli Sözcü Gazetesindeki köşesinde bu söylentiyi doğruymuş gibi aktarıyor.
Örneğin Sunay Akın da bu söylentiyi kaleme alan Av. Sabri Tanrıkut’u araştırıp bulup, konuşup olayı gerçekmiş gibi aktarıyor.
Örneğin bu söylenti Bursa Barosu Dergisinin Eylül 2018 ve 105. Sayısı 90. Sayfasında da gerçekmiş gibi yayınlanıyor.
Ancak bu iddianın gerçekle hiç mi hiçbir ilgisi bulunmuyor. Bütün tarihçiler 26 Ağustos 1922 sabah saat 05.00'da Kocatepe'de dört paşanın bulunduğunu söylüyorlar. Bu dört paşa: Gazi Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Fevzi Çakmak Paşa ve Nurettin Paşa'dır. Yani Fahrettin Altay Paşa o gün o saatte Kocatepe'de bulunmuyor.
Kurtuluş Savaşı ile ilgilenen hiçbir tarihçi böylesi bir söylentiden ve böylesi bir diyalogdan hiç mi hiç bahsetmiyor.
Fahrettin Altay, kendi yazdığı anlılarında böyle bir olaydan, böyle bir söylentiden hiç mi hiç bahsetmiyor. Ayrıca Fahrettin Altay, o saatte Kocatepe'nin çok çok uzaklarında süvari birliğinin başında bulunuyor.
Büyük Taarruz hazırlıkları aylar önceden yapılıyor. Hazırlık ateşinin saati ve süresi, taarruz zamanı günler öncesinden belirleniyor. Koskoca Türk ordusu yaklaşık 300 kilometrelik bir cephede taarruz ediyor. Yani taarruz eden bir manga asker değil ki ''hucüm'' emriyle taarruz etsinler. Dolayısıyla tüm bir cephe hattı boyunca, günler öncesinden taarruz saatinin belirlendiği bir harekâtta Mustafa Kemal'in taarruz için ''bekleyin!'' deme imkân ve ihtimali bulunmuyor.
Bu iddianın tamamen yanlış olduğunu belgeleriyle anlattığım yazımın da bağlantısını meraklıları için yazımın sonunda veriyorum.
Dördüncüsü: Mustafa Kemal Atatürk’ün, Coco Chanel’e subay üniformalarını tasarlattığı iddiası
Bu efsanelerden biri de Mustafa Kemal Atatürk’ün, Fransız moda tasarımcısı ve Chanel markasının kurucusu olan Coco Chanel’e subay üniformalarını tasarlattığı iddiası oluyor.
Hatta öyle ki anlı şanlı siyasetçiler, gazeteciler, kişiler çeşitli ortamlarda gerçek olmayan bu efsaneyi sanki gerçekmiş gibi anlatıyor.
Örneğin Yılmaz Özdil. Bu efsaneyi Yılmaz Özdil de gerçekmiş gibi kullanıyor. Yılmaz Özdil, 10 Kasım 2019 tarihli Sözcü gazetesinde “O’nun bize bizim O'na saygı duruşu” başlıklı yazısında bu şehir efsanesine şöyle yer veriyor:
''Türk Silahlı Kuvvetleri’nin general ve tören üniformalarını, Fransız moda ikonu Coco Chanel’e tasarlattı. Time dergisinin “100 yılın en önemli 100 kişisi” listesine girmeyi başaran tek moda tasarımcısı Chanel... Kadınlara ilk kez pantolon giydiren, o zamana kadar matem rengi kabul edilen siyahı kadınların vazgeçilmezi hale getiren, çığır açan, sıradışı biriydi.''
Yılmaz Özdil, bu yazısında, ayrıca; ‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin Coco Chanel’le çalışmasından yıllar sonra, 1938’te Hugo Boss, Alman ordusunun üniformalarını tasarladı’’ diye yazıyor.
Ancak Yılmaz Özdil’in Mustafa Kemal Atatürk’ün, Coco Chanel’e subay üniformalarını tasarlattığı iddiası herhangi bir belgeye ve delile dayanmıyor. Yılmaz Özdil, yazısında kaynak da vermiyor. Ayrıca Coco Chanel’in Türkiye’ye geldiği ve Atatürk’le görüştüğü yönünde bir bilgi ya da belge de bulunmuyor. Sadece ve sadece tasarımcı Vural Gökçaylı tarafından İzzet Çapa’ya verdiği bir demeçte bu iddia dile getiriliyor ancak bu iddia belgelenmiyor. Bu iddia Nebil Özgentürk’ün “O Daima Şıktı – Gazi’nin Son Tanıkları Anlatıyor” (Bir Yudum İnsan Yayınevi kitapları, 2010) adlı kitapta yer alıyor. Kitapta Vural Gökçaylı, Atatürk’ün Coco Chanel’e sipariş belgesini gördüğünü iddia ediyor. Ancak kitapta hiçbir belge ve hiçbir delil sunulmuyor. Kitapta sadece Vural Gökçaylı’nın sözlü beyanı yer alıyor.
Vural Gökçaylı dışında kimsenin “göremediği” sipariş belgesi “iddiası” dışında Atatürk’ün talebiyle Coco Chanel’in Türk ordusu için subay üniforması tasarladığına dair hiçbir Türkçe ve Fransızca kaynaklarda bir bilgi, bir belge ve bir delil bulunmuyor. Coco Chanel biyografilerinde de Türk ordusu için tasarım yaptığına dair bir bilgi bulunmuyor. Ordu üniformalarında 1924 ve 1933 yıllarında değişiklikler yapılsa da bu değişikliklerin iddia edildiği gibi Coco Chanel yoluyla olduğuna dair hiçbir belge ve bilgi bulunmuyor.
Bir süre kendisiyle beraber çalıştığım ve kendisini tanımaktan mutlu olduğum Osmanlı İmparatorluğu askerî kıyafetleri üzerine araştırmaları bulunan tarihçi Kadir Türker Geçer de bu iddianın “asılsız” olduğunu söylüyor. Tarihi, askerî üniformalarla canlandıran Cem Tanyü de bu iddiayı bir “şehir efsanesi” olarak niteliyor.
Yılmaz Özdil, bahsi geçen bu yazısında ‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin Coco Chanel’le çalışmasından yıllar sonra, 1938’te Hugo Boss, Alman ordusunun üniformalarını tasarladı’’ diye yazsa da bu iddia da doğru olmuyor. Kendisi de bir Nazi olan Hugo Boss, Yılmaz Özdil’in iddia ettiği gibi Naziler için üniforma tasarlamıyor; ancak, Naziler için üniforma üretimi yapıyor.
Bu iddianın tamamen yanlış olduğunu belgeleriyle anlattığım yazımın da bağlantısını meraklıları için yazımın sonunda veriyorum.
Beşincisi: Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye verdiği iddia edilen nasihat
Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye verdiği iddia edilen nasihatin hiçbir kaynağı bulunmuyor. Hiçbir tarihi belgede Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye böylesi bir nasihati bulunmuyor. Dolayısıyla bu nasihat gerçek de olmuyor.
Ancak Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye nasihati diye koca koca tarihçiler bu nasihati tarih kitaplarında yazıyor. Koca koca siyaset erbabı bu nasihati mitinglerinde söylüyor, koca koca bürokratlar ve siyasetçiler bu nasihatin metnini koca koca çerçeveler içinde odalarına asıyor. Ancak araştırmayı hiç ama hiç sevmediğimiz için ve bilgimize de iman ettiğimiz için hiç bu nasihatin gerçek olup olmadığını, kaynağını sormak hiç mi hiç aklımıza gelmiyor.
Akademisyen Tarihçi Y. Hakan Erdem, yazdığı ‘’Tarih Lenk, Kusursuz Yazarlar Kağıttan Metinler’’ (Doğan Kitap, 2019) adlı kitapta Beşir Ayvazoğlu’nun, bu nasihatin hiçbir kaynakta bulamadığını, sonra kullanılan dilden dolayı pek eski olamayacağını düşündüğünü ve üslubu tanıyarak Tarık Buğra’ya ait olduğunu saptadığını söylüyor. (s. 332)
O zaman Tarık Buğra’ya ve onun eseri ‘’Osmancık’’ (Ötüken Neşriyat, 2000) adlı tarihi romana gitmemiz gerekiyor. Her roman gibi bu kitap (Osmancık) da bir kurgu roman oluyor. Toplum olarak kurguyu, senaryoyu hep gerçek hayatla karıştırdığımız ve toplum olarak da bu yönde yönlendirildiğimiz için romanda geçen kurgu karakterleri de (Osman Bey ve Şeyh Ede Balı- Tarık Buğra romanında Şeyh Edebali’yi bu adla kurguluyor) gerçek kişiler zannediyoruz. Bu kitap ilk olarak 1983 tarihinde yayınlanıyor. Ardından bu roman, 1988 yılında yönetmenliğini Yücel Çakmaklı’nınn yaptığı ‘’Kuruluş ‘Osmancık’ " adı ile TRT’de 12 bölümlük bir dizi olarak yayımlanıyor. Asıl olanlar da bu dizi yayınlandıktan sonra oluyor. Çünkü okumayan, araştırmayan, sorgulamayan toplum dizi senaryolarını birer gerçek olarak algılıyor. Tarık Buğra’nın, kurgu romanı ‘’Osmancık’’da (ve TRT1’deki dizi de) Şeyh Edibali, damadı Osman Bey’e nasihatlerde bulunuyor. Bu nasihat, değiştirilerek, olmayan bazı metinler de eklenerek gerçekmiş gibi servis edilip kullanılıyor.
Bu nasihatin da gerçek olmadığını, kurgu bir romandan aşırıldığını anlattığım yazımın da bağlantısını meraklıları için yazımın sonunda veriyorum.
Altıncısı: Gazikovan hikâyesi
Özellikle sosyal medyada ‘’Gazikovan’’ adıyla bir hikâye dolaşıyor. Bu hikâyede Kurtuluş Savaşı esnasında İmalatı Harbiye (Mühimmat fabrikası) ile cephe hattında dolaşan bir kovanın hikâyesi anlatılıyor. Bu hikâyede fabrikada çalışan işçiler ile cephedeki askerler bu kovan üzerinden haberleşiyor. Hikâyenin sonunda da bu hikâyeye konu edilen bir kovanın fotoğrafı paylaşılıyor.
Bu hikâye, hiçbir tarih kitabında, hiçbir anı kitabında, hiçbir belgede ye almıyor. Zaten bu hikâyeyi basında, medyada, kitabında yazanların, paylaşanların hiçbirisi de bu hikâye için bir kaynak göstermiyor. Hikâyenin 1952 tarihine kadar olan kısmının Kurtuluş Savaşında yaşanmış gerçek veya benzer bir olay üzerine hikâye edildiği, kurgulandığı tahmin ediliyor. Turgut Özakman’ın ‘’Şu Çılgın Türkler’’ adlı eseri de bir kurgu roman oluyor. Romanda, 1921-1922 yılları, tarihi gerçeklere bağlı kalınarak, olaylar, kişiler ve konuşmalar belgelerden alınarak aktarılıyor. Ancak ‘’Gazikovan’’ hikâyesinde bu böyle olmuyor. Hikâyenin nereden alındığı, hikâyedeki konuşmaların bir belgesi, bir bilgisi, bir tanığı bulunmuyor.
Hal böyleyken anlı şanlı yazarlar, gazeteciler, akademisyenler bu hikâyeyi de gerçekmiş gibi köşelerinde, kitaplarında yazıyorlar.
Örneğin: Yazar Kaya Boztepe, ‘’Sarı Paşa ve Türk Mucizesi’’ (Destek Yayınları, 2025) adlı kitabının 75-83. sayfalarında Gazikovan’ın hikâyesini gerçekmiş gibi anlatıyor. Yazar Kaya Boztepe, kitabında bu hikâye için ne bir kaynak ne bir belge ne de bir bilgi kullanıyor. Hatta Yazar Kaya Boztepe, kitabında Gazikovan’ın gerçekmiş gibi bir de fotoğrafını paylaşıyor. Hatta Yazar Kaya Boztepe, kitabında, 2005 yılında İstanbul Maltepe Belediyesi çöpçülerinin, Gazikovan’ı bir çöp kutusunda bularak TSK’ne ulaştırdıklarını, Gazikovan’ın Polatlı Topçu ve Füze Okulunda bir süre sergilendikten sonra Genelkurmay Başkanlığı tarafından MKE Kurumuna hediye edildiğini ve bu kurumda sergilendiğini yazıyor. Tabii ki hiçbir belge, hiçbir kanıt, hiçbir bilgi bulunmadan!
Cumhuriyet Gazetesinden Mine Kırıkkanat da bu kitaptan bu hikâyeyi alarak o da gerçekmiş gibi 22 Haziran 2025 tarihinde gazetedeki köşesinde yazıyor.
Yılmaz Özdil de hiçbir belgeye dayanmadan, 26 Ağustos 2025 tarihli Sözcü gazetesindeki ‘’26 Ağustos’tan utanır insan... ‘’ başlıklı makalesinde ‘’Gazikovan’’ı anlatıyor. Yılmaz Özdil yazısının sonunda şu ifadeyi kullanıyor:
‘’Gazi kovan, Genelkurmay Başkanlığı tarafından Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na emanet edildi, Ankara’daki MKE Sanayi ve Teknoloji Müzesi’nde onurla sergileniyor.’’
Halbuki bu anlatılanların hiçbirisi bir belgeye bir tanığa bir bilgiye dayanmıyor. Anlattığım gibi ne Gazikovan gerçek ne Maltepe işçileri Gazikovanı bir çöp kutusunda buluyor ne Gazikovan Polatlı Topçu ve Füze Okulunda sergileniyor ne de Gazikovan Genelkurmay Başkanlığı tarafından Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu’na emanet ediliyor.
Girişte de bahsettim ya; araştırma yok, inceleme yok, sorgulama yok, yazılanları bir belgeye dayandırma etik duygusu yok, nasıl olsa adları büyük, yazar-çizer, ne yazsalar insanlar inanıyor, ‘’duydum kültürü’’ her yerde hâkim, salla gitsin değil mi?
Gazikovan hakkında gerçek, anlatılanlardan tamamen farklı. Doğru; Ankara’daki MKE Sanayi ve Teknoloji Müzesi’nde bir Gazikovan sergileniyor ancak sergilenen bu Gazikovan imitasyon oluyor, kovanın gerçeği olmuyor.
Gerçek şöyle:
2006 yılında o zamanki Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Org. Ergun Saygun’un emri ile bu Gazikovan hikâyesine uygun olarak Ankara'daki 1011 Ana Tamir Fabrikasında hikâyede bahsi geçen ‘’Gazikovan’’ın üç adet benzeri (imitasyonu, sahtesi) yapılıyor. Gerçeğe benzetilmesi için kovanlar eskitiliyor. Bunlardan bir tanesi Kara Kuvvetleri Karargâhı Komuta Katına girişte sağ tarafta camekânlı bir vitrine özenle yerleştiriliyor. Yanına 1942 yılına kadar olan hikâyesi not ediliyor. Bir tanesi de Kara Kuvvetleri Komutanlığınca MKE Kurumuna hediye ediliyor. Bu kovan halen MKE müzesinde sergileniyor. Üçüncüsü de adı daha sonra 4. Ana Bakım Fabrikası olarak değiştirilen yapıldığı fabrikada sergileniyor.
Ama anlattığım gibi koca koca yazarlar, gazeteciler hem bu hikâyeyi hem de hikâyede bahsi geçen Gazikovan’ın fotoğrafını gerçekmiş gibi yazıp anlatıyorlar.
Bu iddianın da yanlış olduğunu anlattığım yazımın da bağlantısını meraklıları için yazımın sonunda veriyorum.
Sonuç
Bu anlattığım örnekler çoğaltılabilir. Bu örnekler yazımın girişinde de bahsettiğim gibi hamasetten bilgi seviyesine gelemeyişimizin, rasyonel, metodik ve analitik düşünemeyişimizin, duyduklarımıza ve bu şekilde bildiklerimize iman edişimizin, hiçbir şeyi araştırmayışımızın, incelemeyişimizin, sorgulamayışımızın, kaynak, belge, bilgi diye etik bir kaygı duymayışımızın ve ‘’duydum kültürü’’nün bizi esir alışının birer belgesi oluyor. Öyle ki gündemde olan İBB soruşturmalarında savcılar bile gizli tanıkların ‘’duymuştum’’, ‘’öyle diyorlar’’ vb beyanlarını, ifadelerini ciddiye alıp ciddi ciddi dava bile açıyorlar.
Memleketin manzarası umumiyesi işte böyle.
Osman AYDOĞAN
Birincisi: Avusturyalı Şehit Hemşire Anna Schwarz
https://www.sehriyar.info/?pnum=923
İkincisi: Mustafa Kemal'i Samsun'da tutuklamak isteyen İngiliz Subay
https://www.sehriyar.info/?pnum=973
Üçüncüsü: Kocatepe'de Mustafa Kemal'in taarruz emri
https://www.sehriyar.info/?pnum=1109
Dördüncüsü: Mustafa Kemal Atatürk’ün, Coco Chanel’e subay üniformalarını tasarlattığı iddiası
https://www.sehriyar.info/?pnum=1152
Beşincisi: Şeyh Edebali’nin damadı ve öğrencisi olan Osman Gazi'ye verdiği iddia edilen nasihati
https://www.sehriyar.info/?pnum=1105
Altıncısı: Gazikovan hikâyesi
https://www.sehriyar.info/?pnum=263