Kisrâ
28 Mart 2020
Kisrâ konusuna girmeden önce kısaca Ebu Zer el-Gıfârî kimdir anlatmam gerekir.
Asıl adı Cündeb bin Cünâde bin Süfyân’dır. Kısaca Ebu Zer el-Gıfârî diye bilinir. Ebu Zer lakabıdır. İslam'ı ilk kabul eden sahabilerdendir. Doğum tarihi bilinmez… 652 yılında vefat eder…
Ebu Zer el-Gıfârî, ilk Müslümanlardandır. Hz. Peygamber (asm) ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret eder. Halis bir mümin, cesaretli, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak bilinir. Hz. Peygamberin (asm) övgüsüne mazhar olmuş bir sahabedir.
Adıyaman ili Ziyaret köyünde bulunan türbenin Ebu Zer'e ait olduğu iddia edilir… Bu türbeyi Sultanı IV. Murat Bağdat Seferi dönüşünde inşa ettirir…
Bu girişten sonra gelelim tarihi bir vakaya:
Emevi Hanedanı'nın kurucusu Muaviye, kendisine Şam’da görkemli bir Saray inşa eder. Muaviye Ebu Zer el-Gıfârî’yi sarayına davet ederek, sarayını gezdirir ve sorar: “Sarayımı nasıl buldun?”
Ebu Zer el-Gıfârî, Muaviye'ye şu tarihi cevabı verir: “Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan israftır. Eğer halkın parasıyla yaptırdıysan ihanettir ve haramdır. Kul hakkına girer. Bunu ancak firavunlar yapar.”
Saray merakı sadece Muaviye’ye ait değildi. Tüm Emeviler döneminde İslam; saray, saltanat, taht, şaşaa, iktidar ve zenginlikle iç içe geçer...
Kisrâ, Arapların İran-Sasani krallarına atfen kullandıkları bir tabirdi. Bu nedenle de Muaviye, “Arap Kisrâsı” olarak da bilinir. “Saray İslamı” da İslam dünyasında ha bire Müslüman kisrâlar üretmiştir.
Hâlbuki Hz. Peygamber (asm) vefat ettiğinde evinde, elinde, üzerinde bu dünyaya ait hiçbir şey yoktu... Hiçbir şey… Siyasal islamcılar, dinbâzlar ve dinciler Hz. Peygamber (asm)’e dair çok şey anlatırlar da Hz. Peygamber (asm)’in bu özelliğini anlatmazlar.
İslam dünyası Emevilerle beraber bu şekilde habire Müslüman kisrâlar üretirken Batı dünyası sarayların inşasına pek izin vermez. Çünkü Dünya tarihi, sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü göstermiştir… İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’eleştirel düşünce’’; sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.
Sarayları ve içindekilerin birbiriyle olan ilişkilerini anlatan Osmanlıca bir deyim var... Şimdilerde unuttuk gitti. Aslında tam da bugünler için söylenmiştir:
“Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn”
Deyimde geçen ''mekîn''; mekânın içinde oturan kişi anlamındadır. Bu deyim “mekânın şerefi / büyüklüğü içinde oturanındandır” veya ‘’makamın şerefi; mekânı tutandan gelir’’ anlamında özlü bir sözdür.
İçinde oturanların niteliği düştükçe oturulan binaların şatafatının arttığı evrensel kuralına uygun olarak padişahların niteliği düştükçe Osmanlı saraylarının da şatafatı artmıştır. Bu söze uygun olarak Osmanlı devleti en kudretli olduğu zamanda bile mütevazı Topkapı Sarayından idare edilmiştir.
Ankara’nın Çankaya’sındaki sıradan bir bağ evi de Atatürk oturduğu için şerefliydi, büyüktü...
Ne yazık ki Osmanlıcanın bu ünlü sözü günümüzde “Şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a (Kişinin şerefi oturduğu mekânın şatafatındandır) dönüştürülmüştür.
Osmanlının bu deyimini (Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn) teee bin yıl önceden Roma devlet adamı Cato bir başka ifadeyle basitçe formüle etmişti zaten:
“Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.”
Çünkü, evrensel kuralda olduğu gibi içinde oturanların niteliği, çapı ve kapasitesi düştükçe oturulan sarayların büyüklüğü, lüksü ve şatafatı da artmaktadır...
Arz ederim...
Osman AYDOĞAN