Mareşal Henri Philippe Pétain ve Farabî
25 Ekim 2019
Şimdi yazımın başlığına bakıp diyeceksiniz ki Fransızların I. ve II. Dünya Savaşındaki mareşali Henri Philippe Pétain ile 9. yüzyılda yaşamış olan Türk Filozof Farabî'nin ne ilgisi bulunuyor? İlgisi olmaz olur mu? Çünkü Farabî, “El Medinetü’l-Fâzıla’’ (Faziletli, Üstün Şehir) (Litera Yay. 2018) adlı kitabında tam tamına Fransız Mareşal Henri Philippe Pétain’i anlatıyor.
Bu ikili arasındaki bağlantıyı anlatabilmem için önce Mareşal Henri Philippe Pétain’i anlatmam gerekiyor. Ancak Mareşal Henri Philippe Pétain’i anlatabilmem için de bir hikaye anlatmam gerekiyor.
‘’İyi’’ ve ‘’Kötü’’nün yüzü
Hepimizin bildiği ''Simyacı''nın da yazarı olan Brezilyalı romancı ve söz yazarı Paulo Coelho’nun pek de bilinmeyen güzel bir kitabı var: ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ (Can Yayınları, 2015) Bu kitap Paulo Coelho’nun ‘’Ve Yedinci Gün’’ adlı üçlemesinin son kitabı oluyor. Üçlemenin ilk iki kitabı; ‘’Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım’’ (Can Yayınları, 2016) ve ‘’Veronika Ölmek İstiyor.’’ (Can Yayınları, 2017)
İşte bu kitapta bir hikaye geçiyor. Kitaptaki şekliyle aktarıyorum:
Öte yandan Yabancı, kültürlü olmasının, çevresinde toplanmış insanların çalışmasından çok daha değerli olduğunu onlara kanıtlamak istiyordu. Parmağıyla duvarda asılı bir tabloyu işaret etti. "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? Dünyadaki en ünlü tablolardan biridir: Leonardo da Vinci'nin yaptığı bu tablo, İsa ile on iki havarisini son yemekte gösteriyor." "Ünlü bir tablo olması beni şaşırttı," dedi otelin sahibesi, "çünkü ben onu çok ucuza aldım." Bu yalnızca bir röprodüksiyon. Aslı buranın epey uzağındaki bir kilisede duruyor. Ama bu tablonun bir hikâyesi var, bilmem öğrenmek ister misiniz?"
Bardaki müşteriler başlarını salladılar. Ve adam başladı anlatmaya:
‘’Bu tabloyu (Son Akşam Yemeği) yapmayı düşündüğünde Leonardo da Vinci büyük bir güçlükle karşılaştı. İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı.
Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti... Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.
Aradan üç yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı. Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.
Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu. Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle söyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm'. 'Ne zaman' diye sordu' Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı. 'Üç yıl önce. Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti'...''
‘’İyi’’ ve ‘’Kötü'’nün yüzü aynıdır. Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır.
İşte Fransız Mareşal Henri Philippe Pétain, Paulo Coelho’nun ‘’Şeytan ve Genç Kadın’’ adlı kitabında geçen koroda şarkı söyleyen adamın anlattığım kaderini birebir yaşıyor.
Şimdi Fransız Mareşal Henri Philippe Pétain'i anlatabilirim.
Mareşal Henri Philippe Pétain
Bu adam hem bir mareşal, bir milli kahraman hem de bir vatan haini hem de bir işbirlikçi hem de bir kukla oluyor.
İşte bu şahsiyet; Birinci Dünya Savaşı sırasında Verdun Muharebesi'nde kazandığı zaferle bir "milli kahraman" durumuna gelen, ancak İkinci Dünya Savaşı'nda işgalci Almanlarla, Nazilerle iş birliği yapan, yurtseverleri Nazilere satan, Vichy Hükümeti'nin başkanlığını yapan, köylü kökenli, kaba saba, kültürsüz, görgüsüz, asabi yapıdaki Fransız mareşali Henri Philippe Pétain oluyor.
Burada bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’köylü kökenli’’ tabiri aristokrat ve medenî Fransa’da çok farklı anlam taşıyor: Bu tabir Fransa’da; kaba saba, kültürsüz, görgüsüz, derinliksiz, yüzeysel, içi boş, patavatsız, kof, afra tafra yapan, celalî, lümpen, hodbin, rüküş ve sevgisiz anlamında kullanılıyor.
Hatta Hatta Friedrich Engels; Fransa’da ve Almanya’da köylü sorununu dile getirirken, köylüyü; “kovulmuş” ya da iktisadi bakımdan arka plana atılmış olduğunu iddia ediyor. Engels’e göre köylü kendini sadece tarla yaşamının yalnızlığına dayanan iç sönüklüğü ile gösteriyor. Engels, bu iç sönüklüğünün de sadece Paris ve Roma parlamenter bozulmuşluğunun değil, ama Rus despotluğunun da en güçlü dayanağını oluşturduğunu iddia ediyor. Engels’e göre 1848 Şubat devriminin bulanık sosyalist özlemleri, Fransız köylülerinin gerici oy pusulaları sayesinde hızla silinip süpürülüyor. Dinginliğe sahip olmak isteyen köylü, anılarının hazinesinden köylülerin imparatoru Napoléon efsanesini çıkarıyor ve ikinci İmparatorluğu kuruyor. Köylülerin bu marifeti Fransız halkına pahalıya mal oluyor ve Fransız halkı bugün bile bunun sonuçlarının acısını çekiyor.
Neyse, konuyu dağıtmadan esas konumuza dönmemiz gerekiyor.
Henri Philippe Pétain, 1856 yılında Fransa’nın bir köyünde doğuyor. Saint-Cyr Askerî Akademisi'nde (The École spéciale militaire de Saint-Cyr) öğrenim görüyor. Bir süre Askerî Akademide ders veriyor. Bu görevi sırasında ordunun üst kademelerince savunulan taktik kuramlarına karşı çıktığı için oldukça yavaş terfi ediyor ve tuğgeneralliğe ancak 1914 yılında 58 yaşındayken terfi ediyor.
Birinci Dünya Savaşında 1916'da Verdun kentine yönelik Alman saldırısını durdurmakla görevlendiriliyor. Durumun umutsuzluğuna karşın cephe ve ikmal sistemini yeniden düzenleyerek, topçu birliklerini akıllıca kullanarak ve birliklerine büyük bir moral gücü vererek Verdun'da Almanlara karşı tarihe geçecek bir zafer kazanıyor. Başkomutan General Robert-Georges Nivelle'in başarısızlıkla sonuçlanan saldırılarının ardından Nivelle'in yerine başkomutanlığa getiriliyor. Orduda disiplini tekrar kuran Pétain, 1918'de itilaf orduları komutanı General Ferdinand Foch'un zaferle sonuçlanan saldırısına katılıyor. Kasım 1918'de rütbesi mareşalliğine yükseltiliyor. Henri Philippe Pétain, mareşalliğe kadar yükseliyor ancak Henri Philippe Pétain'ın kültür yapısı köyünden çıktığı seviyede kalıyor, kendisini geliştiremiyor, mevcut sevinesinin üstüne bir adım dahi çıkamıyor.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların Mayıs 1940'ta Fransa'ya saldırmalarının ardından, Başbakan Paul Reynaud tarafından başbakan yardımcılığına getiriliyor. 16 Haziran 1940 tarihinde de başbakan oluyor. Kısa bir süre sonra Fransa’nın yenilgisinin kaçınılmaz olduğunu öne sürerek ateşkes çağrısında bulunuyor.
''Vichy Hükumeti'' veya ''Vichy Yönetimi''
Ateşkesin imzalanmasından sonra Vichy şehrinde (Paris’in güneyinde yer alıyor) toplanan temsilciler meclisi ve senato tarafından Pétain devlet başkanı ilan edilerek kendisine olağanüstü yetkiler veriliyor.
Pétain, burada bir hükumet kuruyor. Hükümet Vichy şehrinde kurulduğu için bu hükumet ''Vichy Hükumeti'' veya ''Vichy Yönetimi'' diye biliniyor. Pétain, Almanya’yla yakın işbirliğine gidilmesini savunan Pierre Laval’i başbakan olarak atıyor. Bu hükumet, sadece Nazi işgali dışında kalan ve ülke topraklarının yalnızca üçte birini oluşturan Güney Fransa bölgesine hükmediyor.
Pétain, burada otoriter bir yönetim kuruyor. Ancak bu bölgede Fransız ihtilali’nin ‘’Liberte, Egalite, Fraternite’’ (‘’Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik’’) ilkelerinin yerine ‘’Travail, Famille, Patrie’’ (‘’İş, Aile, Vatan'’) ilkeleri üzerinden bir devlet politikası yürütüyor.
Bu hükumet, Nazi işbirlikçisi oluyor. Pétain, işgalci Almanlarla işbirliği yaparak saldırının yol açtığı yıkımı onarabileceğini ve savaş tutsaklarını kurtarabileceğine inanıyor. Pétain, burada Nazilere karşı, hem Klaus Mann’ın ''Mephisto'' (Everest Yayınları, 2019) adlı eserinde bahsettiği bir Hendrik Höfgen karakterine bürünen tam bir Gustav Gründgens ve biyografisini Stefan Zweig'in yazdığı ''Joseph Fouché'' (‘’Joseph Fouché, Bir Politikacının Portresi’’, Can Yayınları, 1996) adlı kitabındaki Joseph Fouché rolünü oynuyor.
Vichy Hükumeti, Müttefikler tarafından hiçbir zaman tanınmıyor. Burada küçük bir bir ayrıntıyı aktarmak istiyorum: Bu sayfada çok önceleri Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman gibi dönemin usta oyuncularının başrol oynadığı '’Kazablanka’' isimli filmi tanıtıyorum. Film II. Dünya savaşı devam ederken 1942 yılında çekiliyor. Yani film çekimi esnasında Fransa’da Vichy Hükümet hüküm sürüyor. Filmin bir sahnesinde Vichy Hükümetini protesto için Vichy markalı bir şarap şişesi çöp kutusuna atılıyor.
Pétain, Aralık 1940'ta, Almanya yanlısı Başbakan Pierre Laval'i görevden alarak yerine amiral François Darlan'ı getiriyor. Bu tarihten sonra tarafsız bir politika izleyerek zaman kazanmaya çalışıyor.
Ancak Pétain, Almanların baskısıyla Laval'i yeniden başbakanlığa getiriyor. Nisan 1942'den sonra yönetim üzerindeki etkisini kaybederek tamamen Hitler’in kuklası haline geliyor. Ülkesinde yaşayan Yahudileri tek tek yakalatıp Nazilere teslim ediyor, Fransız kaynaklarını Almanların ayaklarının altına seriyor, Nazi hükümetini kendisine örnek alıyor. Hitler'in bütün Fransa’yı Alman yönetimi altına sokacağını ileri sürerek işbaşında kalmaya devam ediyor.
Pétain, rüzgâr yön değiştirip de ABD ve İngiltere Fransa topraklarına çıktığında ise Müttefiklere yaranmak için kendi donanmasını batırıyor.
Ağustos 1944'te General Charles de Gaulle'ün Paris'i kurtarmasından sonra iktidarın barışçı bir biçimde devredilmesini sağlamak amacıyla de Gaulle'e bir elçi gönderdiyse de de Gaulle bu elçiyi kabul etmiyor.
Savaşın sonuna doğru Almanlar tarafından Vichy'den Almanya’ya götürülen Pétain savaştan sonra Fransa’ya getirilerek Fransa'da yargılanıyor. Pétain, Ağustos 1945'te idama mahkûm edildiyse de cezası sonradan ileri yaşından dolayı ömür boyu hapse çevriliyor. Pétain, Portalet Kalesi'ne hapsediliyor ve 1951 yılında 95 yaşında iken orada ölüyor. Ancak Nazi işbirlikçisi Başbakanı Laval idam ediliyor.
Yazımın girişinde Paulo Coelho’nun kitabında anlattığı hikâyedeki gibi işte; ‘’iyi’’ ve ‘’kötü'’nün yüzü aynı oluyor. Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlı oluyor. İnsanın ''ne oldum'' dememesi, ''ne olacağım'' demesi gerekiyor. Tıpkı Solon'un Lidya Kralı Krezüs'e söylediği gibi: "Krezüs, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Soruna cevap vermem için önce ömrünün güzel bir sonla bağlandığını öğrenmem gerekir. Her şeyin sonuna bakmalıdır, Tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra çeker alır elinden."
Vichy Hükumetinden Fransa'ya ve Dünyaya kalanlar
İkinci Dünya Savaşının son bulmasıyla Vichy Hükumeti de son buluyor. Ancak Vichy Hükumetinden Fransa'ya ve Dünyaya bazı hatıralar kalıyor:
Vichy Hükumetinin paraya ihtiyacı olduğu için başta ‘’sevgililer günü’’ olmak üzere ‘’anneler günü’’, ‘’babalar günü’’ gibi harcama yapılan günler, devlet hazinesine fazladan gelir sağlamak amacıyla Pétain zamanında o günlerde icat ediliyor.
İkinci Dünya Savaşından sonra Fransa’da Vichy Hükümeti’nin Yahudi soykırımı ve antisemitizme verilen desteğinden dolayı ‘’sessiz kalma suçu’’ üzerine bir yasa çıkarılıyor. Yani ‘’Görmedim, duymadım, bilmiyorum’’ mazereti altında ‘’üç maymun’’u oynamak Fransa’da yasa tarafından bir suç haline getiriliyor.
Kahraman da olsa hain de olsa neticede Pétain bir asker oluyor. Ömrü her iki dünya savaşının cephelerinde geçiyor. Şu sözü Pétain söylüyor: ‘‘ 'Kanımızın son damlasına kadar savaşacağız’ demek kolay, ama budalaca bir sözdür. Zaten söylenir, ama yapılmaz. Cinayettir üstelik!’’
Pétain’i bu kadar uzun uzun anlatmamın nedeni bahsettiğim gibi Paulo Coelho’nun kitabında anlattığı hikâyedeki gibi ‘’iyi’’ ve ‘’kötü'’nün yüzünün aynı olduğunu vurgulamak olmuyor. Pétain’in şahsında aynı kişinin ‘’mareşal‘’ ve ‘’milli kahraman’’ iken ardından ‘’vatan haini’’ olduğunu vurgulamak da olmuyor. Pétain’i ben çok farklı bir maksatla uzun uzun anlatıyorum.
Anlatmak istediği konu şu oluyor:
Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar
Fransız bir gazeteci ve Fransız Le Monde gazetesinin yönetmeni olan yazar Claude Julien, ‘’Des sociétés malades de leur culture’’ (Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar) (Le Monde Diplomatique, 1 Novembre 1987) adlı bir küçük kitapçık yayınlıyor. Yazar, bu kitaptaki makalesinde her şeyden önce düşünceleri ve kültürleri hasta olan toplumların ciddi başarısızlıklarına odaklanıyor. Yazar bu çerçevede kitabında Fransa’da Petain Dönemi’ni inceliyor ve şu sonuca varıyor: ‘’Fransa’da Petain Dönemi’nde egemen olan ruh hali bütün toplumsal sınıfları etkiliyor.’’
Claude Julien’in yazdığına göre Fransa’da ülkeye o zaman egemen olan Mareşal Henri Philippe Pétain'in şahsındaki bu kişilik, bu ruh hali, bu köylülük, bu kültürsüzlük, bu görgüsüzlük, bu afra tafra, bu şiddet, bu celâl, bu gerginlik, bu lümpenlik, bu hodbinlik, bu rüküşlük, bu sevgisizlik ve Nazilere bu yalakalık ülkenin bütün bir toplumsal sınıflarını, bütün şehirlerini, bütün caddelerini, bütün sokaklarını, bütün evlerini etkiliyor.
Petain’i ve Claude Julien’i burada bırakıp bir 1.000 (bin) yıl geriye gitmemiz gerekiyor.
Farabî ve ‘’El Medinetü’l-Fâzıla’’
İslam'ın Altın Çağı'nın yaşandığı sekizinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında yaşamış, aslen Türk olan ünlü filozof, bilim insanı, gök bilimci, mantıkçı ve müzisyen Farabî bir kitap yazıyor: “El Medinetü’l-Fâzıla’’ (Faziletli, Üstün Şehir) (Litera Yay. 2018). Farabî, Claude Julien’den bin yıl önce, bu kitabında şehri ele alıyor ve şehrin “Fazıl Şehir” (faziletli, erdemli şehir) olma ön şartını bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlıyor ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştiriyor. Farabî'ye göre ''Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olmuyor.” (s.124) Yani Farabî’ye göre ‘’at (şehir) sahibine (yöneticisine) göre kişniyor’’. Ayrıca kitabında Farabi üç tür eğitimci olduğunu söylüyor: Farabi'ye göre; aile reisi, aile fertlerinin; öğretmen, çocuk ve gençlerin; şehrin yöneticisi de şehir halkının eğitimcisidir. Ve her öğrenci de öğretmeni ile özdeşleşir.
Claude Julien, bin yıl sonra, Farabî’nin, “El Medinetü’l-Fâzıla’’ (Faziletli, erdemli Şehir) adlı kitabında öne sürdüğü; ‘’şehrin kalitesinin bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlı olduğu’’ ve ‘’şehrin tek başına yöneticisiyle özdeşleştiği’’ tespitini bir üst seviyeye çıkararak devlet yöneticisinin ruh halinin, karakterinin ve kişiliğinin bütün toplumsal sınıfları etkilediğini öne sürüyor.
Platon, yöneticilik için en uygun kişilerin filozoflar olduğunu savunuyor. (Filozoflar kral, krallar filozof olsaydı şehirler ışıl ışıl olurdu.) Farabî de benzer şekilde kitabında şehirlerin erdemli kişiler tarafından yönetilmesi gerektiğini savunuyor. Ancak Farabî’nin kitabında geçen şu sözünü de aktarmam gerekiyor: ‘’Halk, erdemli insanlarca yönetilmek istemez.’’ İşte bu nedenle Farabî'ye göre faziletli, erdemli bir şehir bir ütopya oluyor.
Farabî, kitabında girişte anlattığım Friedrich Engels'inki gibi bir köylü tanımı yapıyor: ‘’Köylü, hiçbir zaman yüksek bir ahlaki mertebeye ulaşamaz zira erdemli bir toplumun içinde yetişmemiştir. Köylülerin duyguları hep taşkındır, her şeyi uç noktalarda yaşar, akılları tutsaktır, fiil ve takrirlerinde itidalli olamazlar. İnsanın erdeme ve ahlaken kemale erebilmesi için muhakkak medeni bir toplumda yetişmesi gerekir. Medenî toplum ise erdemli ve faal akıl ile ittisal içerisinde bulunan, iki cihan saadeti için çabalayan medeni bir yöneticinin yönettiği toplumdur.’’
Sonuç
Hem Mareşal Henri Philippe Pétain hem de Claude Julien’in tezi hem de Farabî’nin, “El Medinetü’l-Fâzıla’’ (Faziletli, Üstün Şehir) adlı kitabında ileri sürdüğü tez sosyologların, psikologların, antropologların, tarihçilerin ve siyasetçilerin incelemesi gereken bir konu oluyor.
Sosyoloji ile psikoloji ile antropoloji ile tarih ile ve siyaset ile hiçbir ilgisi ve alakası olmayan sıradan bir okuyucu olan naçizane ben bu biyografiden ancak şu sonuçları çıkarabiliyorum:
Şehri ve devleti yöneten kişinin ruh hali bütün bir toplumsal sınıfları etkiliyor. Bu sonuç şöyle de ifade edebiliyor: Şehirdeki ve devletteki toplumsal sınıfların; faziletli, iyi, doğru, dürüst, nitelikli ve ahlaklı olmasını istiyorsanız bu nitelikteki yöneticileri seçmeniz gerekiyor. (Siz buradaki ‘’şehir ve devlet yöneticisi’’ ifadesini şirket, kurum, kuruluş, kulüp, daire, başkanlık, müdürlük vb. olarak da değiştirebilirsiniz!)
Eğer bir toplumda veya bir şehirde veya bir kurumda; toplumsal bir dejenerasyon, toplumsal bir yozlaşma, toplumsal bir çürüme veya toplumsal bir ahlaki çöküş varsa bu şehirlerin veya devletin veya kurumların başında bulunan kişilerin dejenerasyonundan, yozlaşmasından, çürümesinden veya ahlaki çöküşünden kaynaklanıyor. Yani ataların kısa ve öz deyimiyle ''balık baştan kokuyor''.
Kısaca; renkli ekranlarda, yazılı, sözlü ve görsel medyada karşınızda sıkça gördüğünüz her şey, her türlü karakter ve her türlü özellik, bir süre sonra birebir evlere, sokaklara, caddelere kısaca bütün bir topluma yansıyor!
Ayrıca bu biyografiden çıkacak tek bir sonuç varsa da o; bir ülkede Engels’in ve Farabî'nin bahsettiği köylülük giderilmemiş, aşılmamış ve hala da var ise, Klaus Mann’ın bahsettiği Mephisto’lar ve Stefan Zweig da anlattığı Joseph Fouché'ler piyasada makbul kişiler olarak hüküm sürüyorlarsa ve de Henri Philippe Pétain'ler ülkenin üstüne çullanmışsa o ülkenin çöküşünün kaçınılmaz olduğudur.
Aslında Farabî, ''halk, erdemli insanlarca yönetilmek istemiyor'' sözüyle de şu mesajı vermek istiyor: “Olabildiğimizce ahlaklı olursak dolaylı bir sonuç olarak -devletin en üst kademesinden, halkın en taban seviyesindeki bireylere kadar- hepimiz mutlu ve güvende oluruz. Ve tabi ki bu haliyle devlet de millet de kutsiyetini kazanacaktır.''
Bu hazin gerçeği hatırlatmak da bana kalıyor.
Arz ederim.
Osman AYDOĞAN