• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi10
Bugün Toplam342
Toplam Ziyaret2892172

Akkuyu Nükleer Güç Santralı ve Çernobil


Akkuyu Nükleer Güç Santralı ve Çernobil

10 Mart 2021

Türkiye ve Rusya arasında Mayıs 2010 tarihinde imzalanan bir anlaşma kapsamında Mersin'in Gülnar ilçesine bağlı Akkuyu bölgesinde dört üniteli (reaktörlü) bir Nükleer Güç Santralı yapımı planlanıyor…

Planlanan bu nükleer santralın inşaatına 2017 yılında başlanıyor. Santralin ilk ünitesinin temeli 3 Nisan 2018 tarihinde, ikinci ünitesinin temeli de 2020 Nisan ayında atılıyor…

Akkuyu Nükleer Güç Santralinin 3. ünitesinin temeli de bugün (10 Mart 2021) yapılan sanal bir törenle atılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin temel atma törenine video konferans yöntemiyle katılıyorlar…

Dördüncü ünitenin inşaat ruhsatının da bu yıl içinde alınması bekleniliyor.

Santralin ilk ünitesinin 2021 yılında, diğer üç ünitenin de birer yıl arayla 2026 yılı sonunda kadar işletmeye alınması planlanıyor.

Bu proje, daha önce yapılan, ''pahalı yap, istediğince sömür, devret'' modeli  anlaşmaları gibi yapılmıyor. Anlaşmaya göre ileriki bir tarihte santralın işletiminin Türkiye'ye devri öngörülmüyor. Bu projenin anlaşmasına göre santralın mülkiyeti ve işletimi tamamen ve sonsuza kadar Rusya’ya ait oluyor.  Anlaşmaya göre de sadece 15 yıl boyunca dolar bazında alım garantisi veriliyor, ondan sonra piyasa şartlarine göre alım yapılması öngörülüyor. Ayrıca bu projeyle ülkemize herhangi bir teknoloji transferi de yapılmıyor. Yani İran gibi kendimizin uranyum zenginleştirme teknolojimiz olmuyor…

26 Nisan 1986 tarihinde yaşanan Çernobil faciasının ve ardından 11 Mart 2011 tarihinde yaşanan Fukushima nükleer felaketinden sonra ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya'dan İngiltere’ye kadar pek çok ülke de nükleer enerji konusu ve nükleer santralları masaya yatırıyor… Fukushima felaketinden sonra Almanya 1980'den önce kurulan yedi santralini hemen üç ay içinde kapatıyor… Almanya kalan 12 santrali ise 2040 yılına kadar aşama aşama kapatma kararı alıyor… Japonya ise ekonomik ömrü dolan santrallerini yenilemeyip onlar da aşama aşama kapatma kararı alıyor… Bu ülkelerin tamamı nükleer ve fosil kaynaklı enerjiden vazgeçip yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliyorlar...

Nükleer enerji konusunda ‘’herkes giderken Mersin’e biz gideriz tersine’’ deyiminde anlatılmak istenilen durum bir tarafa, Akkuyu Nükleer Santralı’nı yapım işi de Çernobil’deki nükleer santrali inşa eden Rus firması Rosatom’a veriliyor…

Böylesi bir konu gündemde olunca da benim Roma tarihini bir tarafa bırakıp bu konuyu anlatmam gerekiyor.

Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin ne menem bir şey olduğunu anlayabilmemiz için öncelikle Çernobil’deki nükleer kazayı anlamamız gerekiyor. Öyleyse öncelikle Çernobil Nükleer Santral Kazasını detaylıca anlatacağım… Santralin asıl adi ‘’Vladimir Lenin Nükleer Santrali’’dir. Ancak Çernobil Nükleer Santrali olarak tanındığı için ben de yazımda bu ismi kullanacağım.

Çernobil Nükleer Santralı

RMBK-1000 tipi 4 nükleer reaktöre sahip olan Çernobil Nükleer Santrali, Ukrayna’nın Kiev şehrine 130, Çernobil şehrine 15, Pripyat şehrine ise 3 Km uzaklıkta konuşlu bulunuyor. Santralde bulunan 1. ve 2. üniteler 1970 ve 1977 yıllarında inşa ediliyor, 3. ve 4. üniteler 1983 yılında tamamlanıyor. Pripyat şehrinde 49,000 kişi ve Çernobil şehrine ise 12,500 kişi yaşıyor.


1980’li yıllarda İsrail’in Irak’taki Sovyet yapımı nükleer santrali vurması sonucu, Sovyetler bu tür saldırılara karşı tatbikatlar yapmaya başlıyor. Çernobil’deki kazaya sebep olan test de olası saldırı sonrası reaktörlerin gücünün kısılması ve tekrar çalıştırılması üzerine yapılıyor...

Kazanın oluş şekli

Tarih; 26 Nisan 1986. Saat; sabaha karşı 01.23’ü gösteriyor. Çernobil nükleer santralindeki mühendisler işte bu test kapsamında, muhtemel bir elektrik kesintisi durumunda reaktörün nasıl kontrol altında tutulacağının bir provasını yapmak amacıyla 4 numaralı reaktörün elektriğini bilinçli olarak kesiyor.. Ancak mühendislerin bilmediği şey, reaktör bu tatbikat öncesinde zaten dengesiz bir durumda olduğudur. 1975 yılında bu dengesizlik ve bunun sonucunda böyle bir kaza olabileceği raporlarda belirtiliyor.  Ancak Sovyet rejiminin üstünlük kaygısı nedeniyle bu raporlar sümenaltı ediliyor.


Güç kesintisi, reaktöre su taşıyan türbinleri yavaşlatıyor. Daha az suyun reaktöre pompalanmasıyla buharlaşma hızlanıyor ve içerideki buhar basıncı birikiyor. Jeneratörlerin devreye girmesi için geçen 40-50 saniye gibi bir süre boyunca su pompaları çalışmadığı için reaktör soğutulamıyor. Vardiya Amiri Dyatlov reaktörü kapatmak yerine tekrar çalıştırılmasını emrediyor. Git gide gücü tekrar artan reaktörün sıcaklığı kontrol altına alınamıyor. O zamanki teknolojide reaktörlerin sigortası olan kontrol çubuklarının ucu grafit kaplıdır. Kontrol odası çubukları indirdiğinde ucu grafit kaplı çubuklar reaksiyonu durdurmadan önce grafitle tepkimeye giren Uranyum 235 önce büyük bir ısı açığa çıkararak ilk patlamayı gerçekleştiriyor. Isınmaya devam eden reaktör ikinci patlamayı da gerçekleştiriyor ve 350 kiloluk koruma grafitleri yerinden uçuyor… Ardından çekirdek açığa çıkıyor. Bu şekilde reaktör atmosfere maruz kalıyor. Reaktörün havayla teması sonucu başlayan yangın 10 gün boyunca devam ediyor. Radyoaktif bulutlar, Avrupa'nın önemli bir bölümüne ve Türkiye’ye radyoaktif serpinti olarak dökülüyor.

26 Nisan 1986 tarihinde yaşanan Çernobil felaketinim ayrıntılarını bir TV dizisi üzerinden anlatmak istiyorum.

Çernobil Nükleer Santral Kazasını anlatan ‘’Chernobyl’’ dizisi

‘’Chernobyl’’ dizisi; HBO (Home Box Office) kanalında yayınlanıyor. HBO kanalı ABD'nin önde gelen, paralı televizyon kanal gruplarından birisidir. (Netflix gibi) Kablolu televizyondan ya da uydudan para ile abone olduktan sonra izlenebiliyor.


‘’Chernobyl’’ dizisi; SSCB döneminde, 26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil Nükleer Santrali'nde yapılan anlattığım bu deney esnasında meydana gelen nükleer kazayı ve ardından yaşanan felaketi beş bölüm halinde anlatıyor…

Ancak HBO Çernobil’i anlatırken çok sert bir sistem eleştirisi yapıyor. Hep yazılarımda vurgularım ya ‘’hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ diye… Bu yönüyle; gerek o dönemde Türkiye’de yaşanan nükleer serpinti, radyasyon tartışmaları ve gerekse de günümüzde Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasının Akkuyu’daki nükleer santralı da inşa etmekte olması nedeniyle konu Türkiye’yi de çok yakından ilgilendiriyor. Bu diziden de dersler çıkarılması gerekiyor…

Gorbaçov’un ifadesine göre Çernobil kazası Sovyetler’i maddi ve manevi yıkıma götürerek sonun başlangıcı oluyor, Perestroika, Glasnost derken Sovyetler çökerek tarihe karışıyor…

HBO dizisi ‘’Chernobyl’’; senarist ve yönetmen Craig Mazin’in Sovyet Devlet raporlarına, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu raporlarına, tanık ifadelerine ve Doğu ve Batı Avrupalı bilim insanlarının araştırmalarına dayanılarak yaklaşık beş yıllık bir araştırmasının sonucu olarak yapılıyor… "Sadelik, izahın görkemidir" diye bir söz vardır. HBO dizisi de işte teknolojik olarak karmaşık bu konuyu sadelik içerisinde ancak görkemli bir şekilde izah ediyor…

İsveçli yönetmen Jonah Renck de dizinin görüntülerinde koyu renk kullanarak diziye belgesel atmosfer veriyor. Dizide Emily Watson’un canlandırdığı hayali karakter Dr. Ulana Khomyuk hariç gerçek kişiler canlandırılıyor… Dizideki karakterler de ayrıca gerçek karakterler olan Valeri Legasov, Boris Shcherbina, Anatoly Dyatlov, Lyudmilla Ignatenko ve Vasili Ignatenko’ya sima olarak makyajla birebir benzetiliyor… Dizide olayı araştırmak ve gerektiğinde müdahale etmekle görevlendirilen Valeri Legasov ve Boris Shcherbina onlarca bilim insanından yardım alıyorlar. İşte dizide hayali karakter olan Dr. Ulana Khomyuk karakteri bu insanları temsil etmek, gerçeğe ve insanlığa olan bağlılıklarını ve hizmetlerini onurlandırmak için yaratılıyor…

Dizide SSCB devlet aygıtı Çernobil’de yaşanan felaketin büyüklüğünü dünyadan saklamaya çalışsalar da mızrak çuvala sığmadığı için bir yerden sonra pes ederek bu felaketi kabul etmek zorunda kalıyor…

Ancak diziyi anlatmadan önce şunu vurgulamalıyım ki bu TV dizisi bir kurgu... Ancak kurgu gerçeğe çok yakın duruyor… Küçük bazı kusurlarıyla bu diziyi sanki belgeselmişçesine izlenebiliyor…

Mümkünse diziyi izlemeden önce 2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in ‘’Çernobil Duası’’ (Kafka Yayınları, 2017) adlı kitabını okumanızı öneririm. Dizi o zaman daha iyi anlaşılıyor. Zaten dizide bu kitaptan oldukça istifade ediliyor… Kitap, Çernobil faciasını yaşamış insanların yaşadıklarından, hatıralarından oluşuyor…

Tabii ki diziyi olduğu gibi anlatıp da merakınızı giderip sizin diziyi izlemenize engel olmak istemeyeceğim. Tam tersi çoğumuzun sadece ismen bildiği bu felaketi, her detayıyla insanlara anlatan bu dizinin tanıtımını yapıp, merakınızı artırıp mutlaka ama mutlaka bu diziyi izlemenizi isteyeceğim…

‘’Chernobyl’’ dizisi ne anlatıyor?

Bu dizi neleri anlatıyor? Bu dizi ne mesajlar veriyor? Günümüz için çıkarılan dersler ne? Dizi bu açıdan çok önemli. Bu dizi, bizim diziler gibi; haşin haşin bakan erkekler, melül melül bakan süslü püslü kadınlar, lüks, şatafat, tarihi saptıran, sanal bir tarih yaratan, insanları gerçeklerden ve gündemden uzaklaştıran uyduruk dizilerden bir dizi değil… Bu dizi gerçekleri insanın yüzüne tokat gibi çarpan, soran, sorgulatan bir dizi…


Her şeyden önce nükleer radyasyon nedir? Radyoaktif kontaminasyon nedir? Bir nükleer reaktör nasıl çalışır? Radyoaktiviteye karşı nasıl korunma sağlanır? Sorularına cevap veren, kamuoyuna bilgi veren, izleyenleri aydınlatan anlatan bir dizi…

Bu dizi; cehalet ve eğitimsizliğin, kendi bekasını her şeyin üstünde tutanların bir nasıl felaketlere yol açabileceğini insanlara net bir şekilde gösteren ve bu konuda farkındalık yaratan bir dizidir… Devletçi yapının, otoriter rejimlerin ne kadar tehlikeli olduğunu, böylesi yapılarda da devletin bir nasıl hayduda dönüştüğünü gösteren bir dizidir… Devletin, devlet büyüklerinin, amirlerin, hocaların vs. halkı, sıradan insanları nasıl gördüklerini anlatan bir dizidir… Bu dizi; Sovyet bürokrasinin, Sovyet üretim mantığının ve operatörlerin bütün güvenlik önlemlerini göz ardı ederek yapmış oldukları hatalar zinciri neticesinde devasa reaktörü düdüklü tencere gibi bir nasıl patlattıklarını anlatan bir dizidir.  

Bu dizi; hatalarını kabul etmeyip pisliklerini gizlemeye çalışan görevliler, kalın kafalı siyasetçiler, cesur geçinen aptal askerler, liyakat değil de sadakatin önemi, insan hayatının değersizliği, bürokrasinin hantallığı, yöneticilerin işinde uzman olanları zamanında dinlememesi, insanları bilgilendirmenin sisteme karşı suç olması, vb bizlere tanıdık gelen birçok konunun net bir şekilde anlatıldığı bir dizidir…

Sovyetler’de ortaya çıkan bu felaketin yine bu sistemin yetiştirdiği cefakâr ve fedakâr insanlar tarafından nasıl göğüslendiğini de gösteriyor bu dizi… Onlar olmasaydı belki de 10 kat daha büyük bir facia ve tüm dünyada buna bağlı daha fazla ölüm ve hastalık yaşanacaktı. Zaten film de "acı çeken ve fedakârlık yapanların anısına” diye başlıyor…

Bu dizi ülkedeki karar vericilerin kafasına vura vura izlettirilmesi gereken bir dizidir…

Çernobil felaketi, basit bir insan hatasından çok, 1975 yılında böyle bir kaza olabileceğinin ipuçları görülmesine karşın, hatalardan ders almak yerine üstünlük kaygısıyla üstü kapatılarak nasıl daha büyük felakete sebebiyet verildiği gösteriyor.

Belki İsveç’ten sızıntı fark edilmeseydi ya da ABD uzaydan görüntü almasaydı patlamayla ilgili Pribyat'taki insanlar kaderine terk edilip daha hızlı bir son onları bekliyor olacaktı. Belki de dünya da bu olup bitenlerden bihaber olacaktı…

Rüzgârın Almanya’ya doğru esmesinden dolayı Frankfurt’ta çocukların dışarıda oynamasına izin verilmezken patlamanın olduğu kentte hiçbir şeyden haberi olmayan aileler sanki güzel bir şey izliyormuş gibi nükleer santralın yanışını izliyorlar. Radyoaktif madde insanların üzerine yağarken Sovyet bürokratları halka "bir şey yok, sadece basit bir yangın" diye uyutuyorlar…

Santral yetkilileri ise doğru dürüst ölçüm yapmadan olayı mümkün olduğunca küçük göstermeye çalışıyorlar… Yerel yöneticiler şehri tahliye etmek yerine giriş çıkışları yasaklayıp, iletişim kanallarını kesiyorlar… Santral müdürü devlet başkan yardımcısı olay mahalline gelince ilk iş eline kendini kurtarmak için sorumlu listesi tutuşturuyor…

Dizinin son bölümünün adı ise "Vichnaya Pamyat"   ‘’Vichnaya Pamyat’’ terimi, Ortodoks Hristiyanların dini günlerde ve cenazelerde kullandığı bir terim olup ‘’sonsuz anısına" anlamına geliyor…

Dizide geçen bazı unutulmaz sahneler, konuşmalar…

Dizide geçen bazı unutulmaz sahneler, konuşmalar var… Diziyi ve konuyu daha iyi anlayabilmemiz için bu sahnelerden ve konuşmalardan ve bizimle olan ilişkilerinden de bahsetmem gerekiyor…

Filmin girişinde, asıl sorumlunun bir kişi kabul edilip 10 yıl hapis cezası almasından bahsediyor. Bu durum bizde de tren kazaları sonrası suçlu bulunan makinistleri akla getiriyor…

Nükleer fizikçi kadın Profesör ile Minsk’teki Komünist Parti yetkilisi arasında geçen ve profesörün olayın vahametini anlatmaya çalıştığı ancak bir sonuç alamadığı konuşma: Prof.: ‘’Ben nükleer fizikçiyim ve siz daha düne kadar ayakkabı fabrikasında çalışıyordunuz.’’ Komünist Parti yetkilisi: ‘’Ama yetkili kişi benim, yetki bende.’’ Adam ayakkabı tamircisiyken sekreter yardımcısı olmuş, kendisini bir bilim insanından daha değerli görüyor, kadına '’kendi fikirlerimi sizinkilere tercih ederim’' diyor. 

Bu anlamda kibirli ve iş bilmez insanlara yetki verildiği zaman ne gibi büyük yıkımlara sebep olunabileceğini gösteren bir konuşmadır bu konuşma… Bu konuşma ister istemez aklınıza Türkiye’yi ve TÜBİTAK'a ''Başkan'' olarak atanan hayvanat bahçesi müdürünü getiriyor… Ve daha nicelerini tabii…

Dizinin 3. Bölümünde Dr. Khomyuk'un nezaretten çıkmasıyla ilgili olarak KGB Başkanı Skarsgard, Legasov’a şöyle söylüyor:  ‘’Hayır, şaşırtıcı derecede iyi gitti, saf bir geri zekâlı gibi davrandın… Saf geri zekalılar devlet için tehdit oluşturmazlar.!’’

Diziyi izlerken bu sözü duyunca içimden ‘’vay anasını be’’ sözcükleri geçiyor… Ömrüm bitti neredeyse, bu cümlenin ne anlama geldiğini yeni anlıyorum…

Dizinin 3. Bölümde bol bol madencilere yer verilmiş… Legaslov, madencilerle nasıl konuşması gerektiği konusunda Shcherbina’ya soruyor. Aldığı cevap şöyle: ''Onlara yalan söyleme, doğruyu söyle… Onlar karanlıkta çalışan insanlar… Anlarlar''…

Madencileri çağırmaya gelen Kömür Bakanına her madencinin bir el atmasıyla cici takım elbisesiyle Kömür Bakanı’nın üstünü kararttığı bir sahne var… Madencilerin Kömür Bakanı’nın ceketine, yüzüne ellerini vurduğu, sürdüğü sahne… Son olarak bir madenci Bakan’a şöyle söylüyor: ‘’İşte şimdi gerçekten kömür bakanına benzedin."

Madenciler bu şekilde Kömür Bakanı’na ayar verirken bizdeki Soma maden faciasındaki bizim Kömür Bakanı’nın sözleri aklıma geliyor: "İki gündür aynı gömleği giyiyorum." Bir de dizide Yusuf Yerkel karakterini göremiyorum…

Reaktörün çatısının temizlenmesi için Almanya’dan robot getiriliyor.. Ancak hala radyasyon seviyesi gizlendiği için Almanya’dan düşük ölçekteki radyasyona dayanıklı robot geliyor… Bu robot da yüksek radyasyon nedeniyle anında bozuluyor. O zaman çözüm olarak ‘’Biorobot’’ (yani ‘’asker’’) öneriliyor… O zaman şu sözü söylüyor Shcherbina: "Dünyadaki tüm ordular genellikle malzeme eksiğini insanla kapatır." (Camus’nun ‘’Veba’’ isimli romanında geçerdi bu söz.)

Yine içimden ''vay anasına be..’’ sözcükleri geçiyor… Yıllarca NATO’nun en kalabalık ordusuyuz diye övünürdük ya hani…

Gelelim final sahnesine… Finalde mahkeme kuruluyor. Suçlu aranıyor… Fakat Valeri Legasov mahkemede öyle açıklamalar yapıyor ki, yenilir, yutulur gibi değildir… Bu açıklamalardan birkaçı:

"Yalanların bedeli nedir? Cevap, onları gerçeklerle karıştırmaya başlamaktan ibaret değil şüphesiz. Eğer yeterince yalan dinlersek, artık gerçeği ayırt edemez, tanıyamaz hale gelmektir asıl tehlike. Peki, o zaman ne gelir elimizden? Uydurduğumuz hikâyelerle kendimizi mutlu etmekten başka ne kalır geriye? Bu hikâyelerde ise kahramanların kimler olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bilmek istediğimiz tek şey, kimi suçlayacağımızdır."

"Gerçek rahatsız ettiğinde yalan üstüne yalan söyleriz, ta ki yalanın orda olduğunu hatırlayamayıncaya kadar. Fakat hala oradadır. Söylediğimiz her yalanla gerçeğe borçlanırız. Er ya da geç o borç ödenir. Çernobil yalanlarla patladı."

“Bilim adamı naif olmaktır. Gerçeği aramaya o kadar odaklandık ki gerçekte ne kadar az kişinin onu bulmamızı istediğini göremedik. Fakat görsek de görmesek de tercih etsek de etmesek de gerçek hep oradadır. Gerçek, ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi umursamaz. Hükümetlerimizi umursamaz. İdeolojilerimizi ve inançlarımızı umursamaz. Gerçek her zaman pusuda bekler. Bu, sonunda Çernobil’in hediyesi. Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkuyordum, şimdi ise şunu soruyorum yalanların bedeli nedir?"

Buradaki sorunun cevabı basit… Yalanların bedeli Çernobil faciasıdır. Ya ülkemizdeki, Türkiye’deki yalanların bedeli? Bunu hiç düşünen var mı? Ülkemiz deyince, dizide geçmiyor ama o günleri bir hatırlayalım isterseniz… Ama dizi ile ilgili son bir iki bilgi daha:

Dizinin ve olayın başkahramanı Valery Legasov, 1988'de geriye sadece ses kayıtlarını bırakarak intihar ediyor. O güne kadar dikkate alınmayan uyarıları, Sovyet nükleer endüstrisi içerisinde bir şok yaratıyor ve Çernobil’de kullanılan türden RMBK reaktörlerinin tasarımı iyileştiriliyor. Geriye bıraktığı ses kayıtlarının bir kısmı kasıtlı olarak siliniyor ve değiştiriliyor…

Pripyat hastanesinin bodrum katında halen o itfaiyecilerin kıyafetleri duruyor. Hem de ilk geldikleri haliyle. Ve dozimetre ile günümüzde ölçüm yapıldığında bile normal ölçümlerin 4 bin katına kadar radyoaktivite gözüküyor.

Yazımın girişinde bahsettiğim Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç, 2015 yılında ödülü aldığı gün bir konuşma yapıyor ve o konuşmasındaki metin dizide de işleniyor.

Hem kitapta hem de dizide geçen itfaiyeci kocası ölen kadın… Kadın doğum yapıyor ve bebeği doğumdan dört saat sonra ölüyor… Tüm radyasyonu emen bebek annesini kurtarıyor. Kadının röportajı kitapta şöyle veriliyor:

''Çernobil Nükleer Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkân vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum’ dedim, beni ikna etmeye çalıştılar; ‘o artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje, anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, ‘seviyorum, seviyorum’.

Geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

O öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Ben öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…''

Çernobil Nükleer Santral Kazasından sonra Türkiye’de yaşananlar

Gelelim yalnız ve güzel ülkeme… Sovyetlerde, tüm Avrupa’da bunlar olurken bizde neler oluyordu? Bir hatırlayalım mı? Önce kronolojik bir olay sırası vereyim:


01 Mayıs 1986: SSCB Büyükelçisi, Türk yetkilileri Karadeniz’de ölçüm yapmaları konusunda uyarıyor. Aynı gün TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre "olay mevzii bir olay; Türkiye’ye ulaşsa bile etkilemez" diye açıklamada bulunuyor…. 

03 Mayıs 1986: Radyoaktif bulutların Türkiye’ye ulaştığı ve oranın yedi kat arttığı açıklanıyor. Edirne'de yağan yağmurdan dolayı TRT su birikintilerinin kullanılmamasını ve hayvanların otlatılmaması uyarısında bulunuyor…

03 Eylül 1986: Avrupa ülkeleri radyasyonlu olduğu gerekçesiyle Türkiye’den fındık alımını durduruyor… . 

28 Kasım 1986: Hollanda sağlık bakanlığı Türk çayında yüksek oranda radyasyon var açıklamasında bulunuyor... 

29 Kasım 1986: ÇAYKUR Genel Müdürü "çayda radyasyon var" iddialarını "Batı tezgâhı" olarak nitelendiriyor… Müdürlük çay kaynatıldığında radyasyonun 5-6 kat düştüğünü iddia ediyor…

02 Aralık 1986: Efsanevi (!) Sanayi Bakanı Cahit Aral çaydaki radyasyonun zararsız olduğunu ileri sürerek çay içiyor… Cahit Aral ayrıca şunları söylüyor: ‘’Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir.’’ (Bu haberin gazete kupürünü yazımın sonuna ekliyorum.)

14 Aralık 1986: Federal Almanya, Türkiye’den alınan 13 ton çayı iade ediyor... Tabii bu çaylar imha edilmiyor…Halka satılıyor…

Bu tarihler, bu açıklamalar bize dizide gördüğünüz insanı isyan ettiren her şeyin bizim de bire bir yaşadığımızı ve devlet eliyle zehirlendiğimizi gösteriyor… 

1986 yılında Türk devleti Çernobil faciasını müteakip aylar boyunca resmi yetkililer tarafından TV'de "radyasyonlu çayı içiyorum bak bir şey olmuyor deniyor… Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir" diye şov yapan bakan Cahit Aral dışında açıklama yapılmasını, veri yayınlanmasını yasaklıyor. TAEK başkanı, bir de profesör sıfatlı adam Ahmed Yüksel Özemre göz göre göre bütün ülkeye yalan söylüyor ve atom profesörü olduğu için herkes onun sözüne güveniyor. TÜBİTAK, üniversiteler yayın yasağı yüzünden ağzını açamıyor…

Karadeniz’de Çernobil serpintisinin yağdığı yerlerde neredeyse her evde kanser vakasına rastlanıyor… Devlet bunun istatistiğini yapmamakta, hasır altı etmekte yıllarca ısrar ediyor. Çocuklarda lösemi vakaları korkunç oranlarda artıyor… Bir sürü ölü ve sakat doğum vakaları oluyor… Bunların raporları istatistikleri hala elimizde bulunmuyor…

Türkiye’nin çok gerisinde olan Demirperde ülkeleri bile bütün taze gıda ürünlerini imha edip halkına kuru bakliyat, konserve yedirirken, Avrupa’da millet halk sağlığını korumak için inanılmaz önlemler alırken bizim devletimiz Avrupa’ya satamadığı radyasyonlu fındıkları ilkokul çocuklarına ve askerlere yediriyor… Sezyum 137, stronsiyum 90 içeren sütleri okullara bedava dağıtıyor… Türk halkına en büyük ihaneti kendi hükumeti yapıyor…

Yazımda adı geçen, olayın ve dizinin en önemli bir karakteri var: Anatoly Dyatlov. Anatoly Dyatlov olay gecesi Çernobil’in vardiya şefiydi. Dizide de hatasını kabul etmeyen, bıyıklı ve ilk bakışta kötü adam olduğunu anladığımız Dyatlov yalnızca 10 yıl hüküm alıyor… 

Gazeteci Mehmet Ali Birand olaydan yedi sene sonra Dyatlov’u bulup onunla bir röportaj yapıyor. Yedi sene sonra… Bunun sebebi de yedi sene boyunca Çernobil kelimesinin Türkiye’de bir tabu haline gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümet Çernobil veya radyasyon lafını ağzına alanı kötü adam, hain ilan ediyor… (Değişen ne ki değil mi? Şimdide hükumet de muhalif olan herkesi ya PKK’lı ya da FETÖ’cü olmakla suçluyor…) Sovyetler olayı ancak iki gün gizleyebilmişlerdi... Bizimkiler ise yedi yıl gizliyorlar…

Röportajda Dyatlov çekirdeğin patladığını fark ettiğini, hükumetten gizlemeye çalışmadığını ama hükümetin uluslararası itibarını zedelememek için bunu dünyadan ve dolaylı olarak kendi halkından gizlediğinden bahsediyor. Patlamanın sorumlusu olarak da o deneyi yapmalarını isteyen Moskova’yı ve santralin yapısını suçluyor.

Mehmet Ali Birand’ın bu röportajının bağlantısını da yazımın sonunda sunuyorum…

Sonuç

Dünyada 500 civarında aktif nükleer santral bulunuyor… Bunlardan sadece bir tanesi patlayınca tüm Sovyet kaynakları kullanılarak müdahale ediliyor ama yeterli olmuyor… Türkiye’ye 1500 km uzaklıkta olan Çernobil nükleer santralinin bir benzerinin günümüzde Iğdır’a sadece 15 km uzaklıkta bulunduğu da hatırlatmak istiyorum…


Çernobil’deki bu felaket için Sovyetleri geri sistem ve teknoloji ile suçlayanlar çıkabilir…  Ancak dünyanın en gelişmiş teknolojisine ve sistemine sahip olan Japonlar da daha tam tamına on yıl önce, 11 Mart 2011 tarihinde Fukushima'da benzer nükleer felaketi yaşıyor…

Çernobil’den sonra Fukushima felaketi de gelince, girişte anlattığım gibi ABD’den Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya'dan İngiltere’ye kadar pek çok ülke de nükleer enerjiyi masaya yatırıyor… Fukushima felaketinden sonra Almanya 1980'den önce kurulan yedi santralini hemen üç ay içinde kapatıyor… Almanya kalan 12 santrali ise 2040 yılına kadar aşama aşama kapatma kararı alıyor… Japonya ise ekonomik ömrü dolan santrallerini yenilemeyip onlar da aşama aşama kapatma kararı alıyor… Bu ülkelerin tamamı nükleer ve fosil kaynaklı enerjiden vazgeçip yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliyor...

Tüm Avrupa yeni bir nükleer santral yapmadığı gibi, eski nükleer santrallarını da kapatarak yavaş yavaş yenilenebilir enerji kaynaklarına, Rüzgâr Enerji Santrallarına (RES) ve Güneş Enerji Santrallarına (GES) geçiyor. Özellikle Almanya kısıtlı güneşi olmasına rağmen yoğun bir şekilde Güneş Enerji Santrallarına yatırım yapıyor.

Güneş zengini Türkiye’nin 2020 yılı Aralık ayı sonu itibariyle güneş enerjisinin üretilen elektrik enerjisi içindeki payı % 3.82 iken, güneşi kısıtlı Almanya’nın güneş enerjisinin üretilen elektrik enerjisi içindeki payı 2019 yılı için % 12.3 seviyesine ulaşıyor… Almanya’da, toplam elektriğin 2030 yılında % 50 ve 2050 yılında ise % 80’inin yenilenebilir enerjilerden üretilmesi planlanıyor. Örnek Almanya’yı verdim ama tüm Avrupa bu şekilde planlama yapıyor…

Fukuşima nükleer santral felaketi yaşandığında Japonya Başbakanı olan Naoto Kan, felaketten beş yıl sonra, 2016 yılında bir itirafta bulunuyor. Naoto: "Erdoğan'a Japon nükleer teknolojisini tavsiye ettiğime pişman oldum. Türkiye gibi sismik ve terör riski olan bir ülke nükleer santralden vazgeçmeli" diyor. Japonya'nın, Sinop'taki nükleer santral projesini Türkiye ve Fransa ile birlikte hayata geçirmesi planlanıyor.

Avrupa kamuoyu nükleer enerjiye karşı artan bir şekilde bilinçleniyor. 

Yazımın başında verdiğim gibi nükleer enerji konusunda ‘’herkes giderken Mersin’e biz gideriz tersine’’ deyiminde anlatılmak istenilen durum bir tarafa, Akkuyu Nükleer Santralının hemen dibinde, yanı başında Türkiye’nin turizm merkezleri olan Alanya, Antalya ve Güney sahilleri bulunuyor. Nükleer santral işletmeye açıldıktan sonra bu durumun nükleer enerjiye karşı artan bir şekilde bilinçlenen Batılı turistleri nasıl etkileyeceği bilinmiyor…

Girişte de anlattığım gibi bu nükleer santral için Rusya ile yapılan anlaşma, daha önce yapılan ''pahalı yap, istediğince sömür, devret'' modeli  anlaşmaları gibi yapılmıyor. Anlaşmaya göre ileriki bir tarihte santralın işletiminin Türkiye'ye devri öngörülmüyor. Bu projenin anlaşmasına göre santralın mülkiyeti ve işletimi tamamen ve sonsuza kadar Rusya’ya ait oluyor.  Anlaşmaya göre de sadece 15 yıl boyunca dolar bazında alım garantisi veriliyor, ondan sonra piyasa şartlarine göre alım yapılması öngörülüyor. Ayrıca bu projeyle ülkemize herhangi bir teknoloji transferi de yapılmıyor. Yani bu proje sayesinde İran gibi kendimizin uranyum zenginleştirme teknolojimiz olmuyor…

Hadi diyelim ki ülke Dolar zengini, havaalanlarına, yollara, köprülere, tünellere, hastanelere, velhasıl herşeye ve burada da olduğu gibi nükleer enerji santralına garantiler verip Dolar bazında ödeme yapılıyor da bu santral ile beraber Ruslara, Akdeniz'de Tartus'tan sonra ikinci deniz üssü verdiğimizin de farkına varmıyoruz… Hani 12 Eylül'den sonra Evren söylemişti ya ''bir sağdan bir soldan asıyoruz'' diye. Yoksa aynı zihniyetin devamı olarak Adana İncirlik ABD üssünden sonra Mersin Rus üssü mü yer alıyor? Sahi bir yanda ABD üssü, bir yanda Rus üssü ne güzel komşu komşu geçinirler değil mi?

Tekrar diziye dönüyorum…

"Çernobil insanları öldürmedi, insanları liyakatsiz yöneticiler öldürdü.’’ Dizinin ana fikri bu fikir oluyor…

Dizide liyakatsiz Sovyet komünist yetkilileri görüyorsunuz sonra dönüp günümüzde, evdeki piknik tüpünü nükleer reaktörün tehlikesi ile bir tutan zihniyete, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerine, muktedirlere bakıyorsunuz… Ürperiyorsunuz… Mücrim gibi tir tir titriyorsunuz… Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra yalnız ve güzel ülkemin Sovyetlerle bir nasıl ''yoldaş'' olmuş olduğunu görüyorsunuz. (*)

Dün tüm halkına radyasyonlu gıdalar yedirenler bugün de Rusya'dan tarım zararlısı, zirai ilaç kalıntısı var diye gümrüklerden dönen tonlarca domatesi, mandalinayı, çileği, kirazı yediriyorlar... Siz bu dönen ürünlerin imhasını gördünüz mü hiç?

Dün ‘’ülkede radyasyon yok’’ diye kendi halkını kandıranlar bugün de Korona salgını nedeniyle ‘’vaka’’, ‘’hasta’’ kavramlarıyla oynayarak yine kendi halkını kandırıyorlar…

Daha dün ''Türkiye'de radyasyon var diyen dinsizdir'' diye demeç veren siyasetçi güruhunun devamı bugün de ''partimize oy vermeyen dinsizdir'' diye şarlıyor. Bu şarlamaya da konunun sahibi olan ve her konuda toplumu hizaya sokmaya çalışan Diyanet de sessiz kalıyor… Teknolojik olarak atağa kalkması gereken güzel ülkem mistik bir eğitime yönelip her okulu İmam Hatipe çevriliyor…

Bütün bunların üstüne Akkuyu’daki nükleer santralı inşa etme görevi de Çernobil’deki nükleer santralı inşa eden Rosatom firmasına veriliyor…

Son söz

Çernobil’deki nükleer kaza ve Çernobil dizisi; cehaletle ve bilgisizlikle harman olmuş, yozlaşmış bir devletin, yozlaşmış bir zihniyetin, hangi ideoloji ile yoğrulursa yoğrulsun insanlarına ve insanlığa zarardan ve felaketten başka bir şey getirmeyeceğini bir kere daha anlatıyor ve hatırlatıyor…


Çernobil dizisindeki eleştiriyi, sadece Sovyet devleti için değil, Thomas Hobbes'in ''Leviathan''ındaki gibi tüm ‘’devlet’’ aygıtına yöneltip, bilgi, akıl ve hukuk süzgecinden geçirdiğinde insan ancak aydınlanıyor…

Ve günümüzde yaşadığımız Koronaviris salgınında, yetkili olup da sorumsuz olanların, görevli olup da ilgisiz olanların, TV’deki bakanların ve bakmayanların açıklamaları, açıklamamaları, alınan ve alınmayan tedbirler ve yapılan ve yapılmayan uygulamalar altında Çernobil kazasında yaşananları hatırlayınca ürpermek, tir tir titremek az geliyor... Çukurova’nın eski zamanlarındaki insanları gibi insan sıtma nöbetleri geçiriyor…

Nazım'ın ‘’Stronsium 90’’ isimli bir şiiri aklıma geliyor:  

''Acayipleşti havalar,
bir güneş, bir yağmur, bir kar.
Atom bombası denemelerinden diyorlar.

Stronsium 90 yağıyormuş
                          ota, süte, ete
                          umuda, hürriyete
                          kapısını çaldığımız büyük hasrete.

Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. 
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.''

Yine Nazım Hikmet'in ‘’Saman Sarısı’’ isimli şiiri aklıma geliyor. Bu şiirinde Nazım Abidin Dino’ya “Bana mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye soruyordu…

Bu sefer de ben sorayım Abidin Dino’ya: “Bana ihanetin ve gafletin resmini yapabilir misin?”

Osman AYDOĞAN

(*) "Türkiye Nükleer Düzenleme Kurulunun çalışma usul ve esasları hakkında yönetmelik. Madde 11 – (1) Aksi kararlaştırılmadıkça, kurul toplantılarındaki görüşmeler gizlidir." Sormadan edemiyor insan; neyi gizlemek için gizlidir?

‘’Chrnobyl’’ dizisi tanıtım filmi:

https://www.youtube.com/watch?v=Rle1Bywi61M&feature=youtu.be

Mehmet Ali Birant, 32. Gün, Çernobil, Dyatlov le görüşme:

https://www.youtube.com/watch?v=yVBIDTB6S0M&feature=youtu.be

26 Nisan 1986 tarihinde, Çernobil faciasından sonra ülke radyasyondan kavrulurken gazete haberleri:



 

 


Yorumlar - Yorum Yaz