• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi18
Bugün Toplam931
Toplam Ziyaret3104604

Dil Bayramı'mızı kutlarken!...

Dil Bayramı'mızı kutlarken!...

26 Eylül 2018

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 12 Temmuz 1932 tarihinde Türk Dil Kurumu (TDK)’nu dernek olarak kurar ve TDK da kuruluşunun hemen ardından 26 Eylül 1932’de ilk Türk Dili Kurultayı’nı toplar. Dil bilimcilerin, yazarların ve halkın katıldığı kurultayda da 26 Eylül Dil Bayramı olarak kabul edilir. İşte bugün 86’ncısını kutladığımız Dil Bayramı bu bayramdır. Bu bayram sanılanın aksine sadece Türkçe Dil Bayramı değildir. Bu bayram sadece Türkçe kelimeler kullanma bayramı da değildir. Adı üstünde: ‘’Dil Bayramı’’dır. Bu bayram, dilin ve kelimelerin nicelik ve nitelik olarak doğru kullanılmasının bayramıdır. Bu bayram ‘’dil’’in ‘’düşünce’’ ve ‘’kültür’’ ile olan ilişkisinin bayramıdır. 

Günümüzde sağlıklı beslenme revaçta bir konudur… Bu maksatla onlarca kitap yazılmakta, TV programları hazırlanmakta ve insanlar sağlıklı beslenme konusunda zaman harcamakta ve kafa yormaktadırlar…

Bu nedenle de yiyeceklerimiz ve midemiz için çok hassas ve seçici davranıyoruz. Yiyeceğimiz domatesi manavdan özene bezene seçiyoruz, yiyeceğimiz elmayı, armudu seçe seçe alıyoruz. Ancak aynı özeni zihnimizden geçirdiğimiz kelimelere ve düşüncelere göstermiyoruz. Kötü, kokmuş ve çürümüş bir meyveyi yediğimizde nasıl bir sonuçla karşılaşıyorsak, aynı sıfatlı bir kelimeyi veya düşünceyi zihnimizden geçirdiğimizde de daha kötü ve korkunç bir sonuçla karşılaşırız.

TV’lerde, basında, yayında, kitaplarda varsa yoksa ‘’besin’’ ve ‘’beslenme’’. Ancak ‘’besin’’ ve ‘’beslenme’’den çok daha hayati bir konu olan ‘’dil’’, ‘’kelime’’ ve ‘’düşünce’’ üzerinde kimsecikler kafa yormuyor. Bugün güya ‘’Dil Bayramı’’! Resmi makamlar kuru kuru kutluyor... İzleyin TV kanallarını, var mı bakın bu konuyu gündeme taşıyan bir kanal? İnşallah beni yanıltırlar!

Onlar, o TV kanalları, o boyalı basın ‘’dil’’, ‘’kelime’’, ‘’düşünce’’ ve ‘’kültür’’ konusunu gündeme getirmeyebilirler. Ama mademki bugün ‘’Dil Bayramı’’dır, bu konuyu ben gündeme getireyim ve bayramımızı kutlayalım o zaman! 86’ncısını kutladığımız bu ''Dil Bayramı''nda kutlama anısına dilimizi, zihnimizden geçirdiğimiz ancak ilaç niyetinde olan kelimeleri, kelimelerin düşünce ve kültür ile olan ilişkilerini anlatayım...''Dil Bayramı'' diye neyi kutladığımızı anlatayım...

Her yazımı okuyun demem… Daha önce de bir vesile ile yayınlamıştım bu yazımı. Ama bu yazımı, eğer daha önce okumamışsanız, uzunluğuna takılmaksızın mutlaka ama mutlaka okuyun derim. Görün ki ''Dil Bayramı''nın maksadı nedir?

Hz. Allah, Hz. Adem ve Hz. Hava’yı yarattıktan sonra meleklere onlara secde etmelerini söyler. Melekler de Hz. Allah’a ‘’neden Hz. Adem ve Hz. Hava’ya secde etmeleri gerektiğini’’ sorarlar. Hz. Allah da meleklere ‘’çünkü onlara varlığı tanımlamaları için kelimeleri verdim’’ der. İşte bu kelimeler (sözcükler) bizim temel iletişim aracımızdır… Kelimeler bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek araçtır. Kelimeler Hz. Allah'ın bize verdiği ilaçtır aynı zamanda. Zaten İngiliz şair, roman ve hikâye yazarı Rudyard Kipling (1865-1936) de ‘’Kelimeler insanlık tarafından kullanılan en güçlü ilaçtır’’ derdi…

Şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;

‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’

Gandi’ye göre; ‘’düşüncelerimiz kaderimizdir.’’

Ben de Gandi’den yola çıkarak tanım ve dil bilimcilerin görüşleri, kelimelerin nicelik ve nitelik anlamı, duygu, düşünce ve davranışlarımıza etkisini sırasıyla anlatacağım… Türkçe’de geçen ‘’kelime’’ Arapça kökenlidir, ‘’sözcük’’ ise Türkçe kökenlidir…. Yazımda ben her ikisini de aynı anlamda kullanacağım…

Önce tanım...

Dil yaşayan bir organizmadır ve diller ve dilin birimi olan kelimeler bir geçmişe sahiptir ve çeşitli şekillenmeler sonucu günümüzdeki şekilleri ortaya çıkmıştır.

TDK’na göre kelime; ‘’anlamlı ses veya ses birliği, söz, sözcük’’ olarak ifade edilmektedir. Kelime, sözcük ya da söz; tek başına anlamlı, birbirine bağlı bir ya da daha fazla biçim birimden oluşan, ses değeri taşıyan dil birimini ifade eder.  

Dil bilimcilerin görüşleri…

Dil bilimi alanında çalışma yapmış çok bilim adamı vardır. Ancak ben bunlardan benim görüşümü destekleyenlerden üç tanesini anlatacağım…

Dil denince ilk akla gelen 1700’lü yılların sonları ve 1800’lü yılların başlarında yaşamış olan Alman düşünür Wilhelm von Humbolt’dur. Wilhelm von Humbolt"un 17 cilt tutan ''Gesammelte Schriften'' isimli kitabı dil ve kültür ilişkisi konusunda temel bir eserdir.

Ülkemizde Wilhelm Von Humboldt'un dil ve kültür ilişkisini en iyi inceleyen ‘’Wilhelm Von Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı’’ isimli kitabı ile Bedia Akarsu’dur. (Remzi Yayınevi, İstanbul, 1984)

Bedia Akarsu Humbolt’un düşüncelerini eserinde şu şekilde verir;

İnsanı insan yapan dildir. Dil olmasaydı insan olmazdı. Dil düşünceyi yaratır. Düşünceyi yaratan ve ileri götüren dildir. Dilini oluşturan, yükselten bir toplum gerçek bir düşünce etkinliği gösterebilir. Dilin içinde bulunan yaratıcı yaşam ilkesi ve insanda bulunan ruh gücü dille birlikte düşünceyi de geliştirir. Gelişmiş bir kültür, ancak gelişmiş bir dille kazanılabilir. 

Dili insanın ruhu meydana getirmiştir. Dile gelen insan ruhudur. İnsanın konuşurken (ve de yazarken) kullandığı kelimeler ve konuşurken ses tonu ve vurgulamaları o insanın ruhuna ayna tutar. Dil konuşanın içini gösterir. Bir ulusun ruhu da dilinde kendini açığa vurur. Dil aynı zamanda ulusun ruhunun dış görünüşüdür; ulusun dili ruhudur, ruhu da dili.

Bir ulusun dilinin, sözcüklerinin açık ve anlaşılır oluşu düşünce yaratmalarına götürür.
Dil tamamlanmamış bir şeydir, sürekli gelişir…

'’Sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır.'’ diyor Humboldt eserinde… Martin Heidegger de Humbolt’u desteklercesine ‘’Dil varlığın evidir’’ derdi…

Humboldt’a göre isimlerin, kelimelerin, sözcüklerin bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

***

Dil ve kültür ilişkisi konusunda akla gelen ikinci düşünür Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein’dır. (1889-1951)

Wittgenstein dili felsefenin merkezine oturtan 20’inci yüzyılın en önemli filozoflarındandır. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eden tek filozoftur…

Wittgenstein’in hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan Tractatus logico-philosophicus isimli eseridir. (Türkçede; Tractatus logico-philosophicus, çeviri: Oruç Aruoba, YKY Yayınları, İstanbul 1996) (Tractatus Logico-Philosophicus, Metis Yayınları, 2008)

Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgeyen Wittgenstein'ın bu eserinin özetinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.

Wittgenstein’nın esas görüşü şudur: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Wittgenstein’in dil üzerine diğer görüşleri de şu şekildedir; Dil, yalnızca taşıt değil, aynı zamanda şofördür. Dil, yollardan oluşan bir dolambaçtır. Bir yönden geldiğinde yolunu bilmektesindir; aynı yere başka bir yönden geldiğindeyse yolunu kaybetmişsindir artık. Dil dünyayı resmeder. Tümcelerin toplamı dildir. Dil düşünceyi örter. Bütün felsefe dil eleştirisidir.

Bir de şunu söylerdi Wittgenstein; ''Düşünülebilir olan her şey olanaklıdır da!''

***

Dil konusunda üçüncü olarak da Arap dünyasından Kıpti kökenli Mısırlı yazar ve dilbilimci Selâme Mûsâ akla gelir. Prof. Dr. Bedrettin Aytaç ‘’Selâme Mûsâ ve Arap Dili Üzerine Görüşleri’’ isimli çalışmasında Mûsâ‘nın ‘‘El-Belâga’l-Asriyye ve’l-Luga’l-Arabiyye‘‘ isimli kitabında yer alan görüşlerini de şu şekilde verir:

‘‘Kelimelerine önem vermeyen, yenilemeyen ve yeni kelimeler türetmeyen bir millet, sahte paranın dolaşımına izin veren bir milletten daha kötü durumdadır. Çünkü biz maden ya da kâğıt paralarla bedenin, kelimelerle ise ruhun ihtiyaçlarını satın alırız. “

Selâme Mûsâ’ya göre, Arap diline ilişkin, günümüz Türkiye’si için dile getirilebilecek bir konu da yenilemenin olmamasından dolayı “fosilleşmiş” kelimelerin varlığıdır. Böyle kelimeler de çeşitli zararlara neden olmaktadır. Mûsâ, bu görüşlerini şöyle dile getirir: “Dildeki fosiller içinde Yukarı Mısır’ın bazı ilçelerinde kullanılan kan, öç, ırz kelimeleri vardır. Bu kelimeler, her yıl yaklaşık üç yüz kadın ve adamın öldürülmesine neden olmaktadır.”

Dili kültürün esası olarak gören Mûsâ’ya göre, kültürü geliştirmenin yolu da dili geliştirmekten geçmektedir: “Dilin temeli kültürdür. Çökmüş bir dille gelişmiş bir kültür ve donuk bir dille hareketli bir kültür yaratmak kesinlikle mümkün değildir.’’ Selâme Mûsâ’ya göre yenileşen dil düşünceyi de yenileştirecektir. Çünkü bireyin özgürce düşünmesi ve düşünceyi özgürce açıklaması için tek araç dildir.  Burada da Mûsâ, W. Von Humboldt’un dil-kültür ilişkisine dair görüşlerinin benzerini savunmaktadır.

Kapitalizm sayesinde bedenimizin ihtiyaçlarını belki yeterince karşılıyoruz, ancak ya ruhumuzun ihtiyaçları? Ülkemizdeki onca kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddetin sebebi üzerinde hiç düşündük mü?

***

Türkçe’de dil ve kelimeler konusunda kendisinde bir ‘’nicelik’’ ve kullanımında ise bir ‘’nitelik’’ sorunu vardır.

Türkçe’nin kendisindeki ‘’nicelik’’ sorunu…

Nasıl ki günümüzde tarım alanlarının ve sulak alanların azalması, aşırı kullanma, kirlenme, bilinçsiz tarım, küresel ısınma ve nüfus artışı gibi nedenlerle ülkemizdeki ‘’biyoçeşitlilik’’ azalıyorsa farklı nedenlerle de zihnimizi besleyen kullandığımız kelimeler de azalmış ve azalmaktadır.

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cilt halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

Bunun neticesi ne mi olmuştur?

Yapılan bir araştırmaya göre; ilkokulu bitiren bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşıyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise bir öğrenci ilkokulu bitirdiğinde 6.000 civarında bir sözcükle karşılaşıyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor.

OECD'nin yürüttüğü ve her üç yılda bir yapılan PISA testinde 2015’te yapılan ve 6 Aralık 2016 tarihinde açıklanan ortak sınav sonuçlarını içeren raporunda  OECD üyesi 35 ülkenin de aralarında bulunduğu 72 ülkede uygulanan sınavlarda, Türk öğrenciler fen bilimlerinde 52., okuma becerilerinde 50., matematikte ise 49. sırada yer aldığı, Türkiye’nin, üç ders alanında da OECD ortalamasının bir hayli gerisinde kaldığı belirtildi. OECD’nin 35 ülkesi arasında ise 34. sıradayız. Bizden kötü tek bir ülke var; o da Meksika. Romanya, Arnavutluk ve Uruguay'ın bile gerisindeyiz. Böylesi bir sonucu başka nasıl izah edebiliriz ki?

Türkçe o kadar yoksullaştırılmış ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlük alın, rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçin ve Türkçe anlamına bakın. Bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak muhakkak ki birden fazla Türkçe sözcük bulacaksınızdır. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılmaktadır. Dünyanın en zengin ve en güzel dilinin geldiği hale bakın.

Yine yapılan bir araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olması için kendi lisanında bilmesi gerek sözcük 40.000 adetmiş.  Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40.000 farklı Almanca sözcük kullanmış. Bir kişinin yazar, politikacı olarak topluma yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısı 20.000 adetmiş. Bir kişinin böyle bir iddiası yok da sadece çağını anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsa bilmesi gereken sözcük sayısı 10.000 adetmiş. Yapılan bir diğer araştırmada ise Türk insanının günde 300 ila 500 sözcük kullandığını gösteriyor. Bu tespit karşısında başka bir yoruma gerek var mı?

İlkokulu bitirdiğinde akranlarının yedide biri kadar sözcükle karşılaşan, günlük hayatında olması gerekenin yirmi katı daha az sözcük kullanan insanların günümüzün karmaşık dünyasını kavrayışları ve algılayışları mümkün olur mu? Sözcüklerin cüceleştiği yerde düşünceler de cüceleşmez mi? Böyle insanların daracık ve küçücük dünyaları olmaz mı? Wittgenstein’ı anımsarsak, ne diyordu Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Humboldt’un söylediği gibi; böyle insanların ruhlarının kıvrımları, incelikleri ve zenginlikleri olur mu? Olmaz; çünkü ifade edilemez... Dil gelişmediği için kültürel gelişme de olmaz... Sosyal gelişme de olmaz… Politika da olmaz; politika üretilemez. Strateji de olmaz; üretilemez.

İçinde yaşadığımız kültür, sanat, edebiyat ve politikadaki kısırlığın kökeninde, ben, son üç yüz yıldır Türkçede yaşanan gerileme ve yozlaşmanın bulunduğunu düşünüyorum.

Lisanımızı, Türkçemizi geliştiremedik... Ruhunuzu geliştiremedik... Hep yabancı kelimeler kattık içine... Dil sistematiğimizi bozduk, bozulan dil yoluyla düşünce sistematiğimizi bozduk… Muhakeme yeteneğimizi kaybettik.

Günümüzde içinde bulunduğumuz durumumuz dikkate alındığında açık ve net bir şekilde görülmektedir ki hem edebiyatta hem sanatta hem eğitimde hem iç politikada hem dış politikada ve hem de stratejide muhakeme yeteneğimizi yitirdik, pusulamızı şaşırdık, yönümüzü kaybettik, kafamızı karıştırdık.

***

Ne yazık ki Türkçemizdeki yabancı dillerin hâkimiyeti nedeniyle ne Wilhelm von Humbolt’un ne de Ludwig Wittgenstein’in düşünceleri doğrultusunda gelişmeler olmuştur. Ne dilimiz gelişmiştir ne de kültürümüz.

Ayrıca anlam dışında gramer olarak de yabancı sözcükler, Türk Dili'nin ses yapısına aykırı olması nedeniyle Türk Dili'ndeki ünlü ile ünsüz uyumlarını bozarak ses çirkinliğine neden olmuş ve olmaktadırlar. Yabancı sözcükler, dilbilgisinde aykırı durumlar yaratarak Türk Dili'nin kurallı yapısını güçsüz düşürmektedirler.

Bir başka açıdan da yabancı sözcüklerin varlığı ulustan kopuk bir aydın kesim yaratmaktadır. Çünkü her yabancı sözcük geldiği dilin kültürel taşıyıcısı olmaktadırlar.

Dilimizde gereksiz yere duran yabancı sözcükler, Türkçelerinin ölümüne neden olmaktadır. Kimi kök sözcüklerin ölü kalması, pek çok yabancı sözcüğe karşılık bulunmasını engellemektedir. Yabancı tek bir sözcük için Türkçe bir kök sözcük ve bu kökten türetilebilecek yaklaşık 400¹² sözcük feda edilmektedir. 

Teknik bir sözcük olan Compüter ‘’Bilgisayar’’ olarak Türkçeleştiğinde Türkçeleştirmeye karşı olanlar ‘’Leyla Sayar’ın kardeşi mi diye küçümsemişlerdi… Keşke sadece Compüter değil, ‘’otomobil’’ de, ‘’telefon’’ da ‘’televizyon’’ da ve sayamadığım nice teknik yabancı sözcükler de Türkçeleşseydi…

Dilimizi Türkçeleştirilirken eski sözcükler de ata ata dil sığlaştırılmıştır. Örnek olarak; ‘’Birinci Dünya Harbinde Çanakkale muharebelerindeki Arıburnu mücadelesi’’ diye ifade edildiğinde üç boyuttan bahsedilmektedir (harp, muharebe ve mücadele). Arapça bir sözcük olan ‘’harp’’ karşılığı Türkçe ‘’savaş’’ iken, yine Arapça bir sözcük olan ‘’muharebe’’ ve ‘’mücadele’’ sözcüklerine Türkçe sözcükler üretilmemiştir. Yukarıda verdiğim örneği ‘’Birinci Dünya Savaşında Çanakkale savaşındaki Arıburnu Savaşı’’ diye söylendiğinde üç boyutlu bir dünyadan tek boyutlu bir dünyaya inerek düşünce yoksulluğu yaratılmıştır.

Yine güncel bir ifadeyle ‘’şampiyon Fenerbahçe’’ diye şarkı söylendiğinde bir tek Türkçe sözcük kullanılmamaktadır. Çünkü ‘’şampiyon’’ Fransızca kökenli, ‘’fener’’ Rumca kökenli, ‘’bahçe’’ ise Farsça kökenli sözcüklerdir. Eğer yabancı sözcük diye ‘’fener’’ ve ‘’bahçe’’ sözcükleri Türkçe’den atılırsa Türk edebiyatı da kökten yok edilir.

Şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor. Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şİmdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı?

Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimeleri Türkçeden atın!... Ortada Türkçe kalır mı?

Bugün Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir. Dilimize yerleşmiş ve artık Türkçeleşmiş yabancı sözcükler değiştirilmeye zorlanmamalıydı, onun yerine yeni özellikle teknik yabancı sözcüklerin (televizyon, telefon, faks, internet, otomobil vb.) yerine Türkçe sözcük konulmalıydı…

Ne yazık ki dilimizi Türkçeleştirirken yapılan yanlışlıklar verdiğim bu örneklerle sınırlı değildir, yapılan yanlışlıklar saymakla bitmez. 

Benim burada uzun uzun anlattığım bu kısmı vaktiyle Çetin Altan bir yazısında bir cümleyle anlatmıştı : “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına bakmayın, anlamazsınız.” (Henri Matisse 1869 – 1954- 20. yüzyılın en önemli ressamlarındandır. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. En önemli eserlerinden birisi de ‘’Red Fish’’ -Gold Fish- Kırmızı Balıklar’dır…)

***
Ve İncil’de geçen bir ayet:

‘‘Sorun; bu dünyada insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya yetmeyecek kadar az kelimeye sahip olmamızdır. Ve Dünyada en büyük trajedi, insanoğlunun uyanamadan ölecek olmasıdır.’’

Fransız yazar ve diplomat Jean Giraudoux’un bir sözüydü: “Önce bir dil katledilir, ardından onu konuşanlar.”

Türkçe'nin kullanımındaki ‘’nitelik’’ sorunu...

Dil bilimcileri ‘’Gerçeğin manipülasyonu için en temel araç kelimelerdir. Kelimelerin anlamına hükmedebiliyorsanız, bu kelimeleri kullanması gereken kişileri de kontrol edebilirsiniz’’ derler. Mitolojide sözcük; varlığın bir simgesi, adlandırılması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır. Mitolojik görüşe göre her nesnenin özü adlarda saklıdır. Adlara egemen olmasını, onları kullanmasını bilen kimse, nesneler üzerinde de bir egemenlik kazanır.

Mitolojide geçen bir başka Yunan atasözüdür: ‘’Sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır. Ve devam ederdi bu Yunan atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’

Bir Japon atasözü: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’

Görüldüğü gibi kullandığımız kelimeler basit birer ses kümesi değillerdir. Kelimelerin işaret ettiği anlamların çok ötesinde çok güçlü anlamları, bizim hayal ettiğimizden daha derin sırları vardır.

Dildeki kelime hazinesi azalırken kullanılan kelimelerin de kalitesi bozulmuştur. Tıpkı beslenmemizde biyoçeşitlilik azalırken kalan besinlerin de GDO’lu olmaları gibi kalan kelimelerimiz de GDO’lu hale gelmiştir.

‘’İyi’’ ve ‘’güzel’’ veya ‘’kötü’’ ve ‘’çirkin’’ sözcüklerin kullanımı kültürden kültüre değişmekte bu da o kültürdeki insanların dünyaya iyimser veya kötümser bakmasına yol açmaktadır. Ne yazık ki kültürümüzde ifade aracı olarak çoğunlukla ‘’kötü’’ ve ‘’olumsuz’’ kelimeler kullanılmaktadır.

Toplumuzda kendisine bir olay veya nesne hakkında fikri sorulan kişinin verdiği cevap genellikle olumsuz sözcüklerden oluşur. ‘’Nasılsınız?’’ diye sorduğunuzda alacağınız cevap genellikle iki olumsuz sözcükten oluşur: ‘’Fena değil!’’ ‘’Fena’’ ve ‘’değil’’ iki olumsuz sözcük bir ‘’iyiyim’’in yerini tutmamaktadır. Bu kültürdeki insanımızı cennete götürseniz ve sorsanız cenneti ‘’nasıl buldun?’’ diye muhtemel ki yine ‘’güzel’’ yerine ‘’fena değil’’ cevabını verecektir. Ne yazık ki kültürümüzde yaşama sevincini, mutluluğu, iyiyi ve güzeli anlatan sözcüklerden ziyade gamı, kederi, tasayı ve hüznü anlatan kelimeler çoğunlukla kullanılmaktadır. Şarkılarımızın, türkülerimizin sözlerine bakın, onlar da öyledir… Onlar gamın, kederin, hüznün şarkılarıdır. Sanki hüzün bu kültürde mutluluk aracıdır. Japon atasözünde olduğu gibi bu iki kötü kelime kötü doğa yaratmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

İnsanlarımız genellikle her şeyden müşteki, mızmız yeryüzü küskünü gibidirler… Halbuki yakınmanın bitmediği yerde hayat bir zebani topuzu, yakınmanın bittiği yerde ise hayat bir gül bahçesidir. Ancak yakınmak da şarka, bu kültüre özgü bir alışkanlıktır.

Dualarımız ve dileklerimizde de genellikle Tanrı’dan istediklerimizi istemeyiz de istemediklerimizin gerçekleşmemesini dileriz. ‘’Tanrı kaza ve bela vermesin’’ gibi. Kaza ve bela iki olumsuz, fena sözcük. Sanki iyiliğin, güzelliğin, bolluğun, bereketin canı çıktı. Aynı şekilde insanlarımızdan da kendilerinden ne istediğimizi değil ne istemediğimizi talep ederiz. ‘’Çevreyi kirletmeyin!’’ deriz, ‘’çevreyi temiz tut!’’ yerine.

Yollardaki uyarı levhasına bir bakın: ‘’Trafik canavarı olmayın!’’ ‘’Kurallara uyun!’’, ‘’İnsanlara saygılı olun!!’’ vb. demek çok mu zordu? ‘’Canavar’’ zaten olumsuz bir kelime... ‘’Olmayın!’’ Olumsuz bir emir kipi… Sonuç? Herkes canavar!

Benzer şekilde davranışları değiştirmek için de olumsuz yorumlarda bulunuruz. Hâlbuki davranışları etkilemenin en iyi yolu; olumsuz yorumlarda bulunmak değil, olumlu pekiştirmelerde bulunmaktır. ‘’Yanlış işleri eleştirmek yerine doğru işleri pekiştirmek için zaman harcarsanız daha iyi bir eğitici veya daha etkin bir yönetici veya lider olursunuz’’ der eğitim bilimciler… Çünkü siz insanlardan ne beklerseniz onlar da size onu verirler. Siz hangi sonuçları arıyorsanız onları bulursunuz.

Çocuk yetiştirirken, eğitirken, insanlara davranırken de genellikle hep olumsuz hitaplarda bulunulur… Çocuk bir bardağı mı kırdı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ Okulda öğrenci ödev mi yapmadı, dersine mi çalışmadı, tepki hemen hazırdır: ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ İşyerinde de aynıdır... ‘’Aptal, salak, geri zekâlı…’’ Goethe’nin bir söz vardı: Goethe derdi; ‘’insanlara olduğu gibi davranırsanız olduğu gibi kalırlar, olabileceği gibi davranırsanız olabileceği gibi olurlar.’’ Eğitim bilimciler davranışları etkilemenin en iyi yolunun; ‘’olumsuz yorumlarda’’ bulunmak değil, ‘’olumlu pekiştirmelerde’’ bulunmak olduğunu, ‘’yanlış işleri eleştirmek'' yerine ‘’doğru işleri pekiştirmek'' için zaman harcandığında daha iyi sonuç alındığını, insanlardan ne beklerseniz onların da onu verdiklerini söylüyorlar… Ama bunu ne anladık ne de uyguladık… Sonunda da Aziz Nesin haklı olur…

Eğitim bilimciler; ‘’İnsanın kendisine değer verildiğini ve takdir edildiğini hissetmesi gerekir‘‘ derler… ‘‘Kendisini değersiz hisseden, baskı altında kalan ve örselenen insanlar düşünemezler’’ derler… ''Kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur'' derler…

Ülkemizde; evde, okulda, işyerinde, idari ve yönetim sistemimizde sistematik bir biçimde üzerek, eğerek, ezerek bir insan yetiştirme sistemi vardır. Eğitim ve yönetim sistemimiz sistematik bir biçimde insanımızın kendisini değersiz hissetmesi üzerine kurulmuştur.  Hâlbuki antropologlar ‘’insanın karakterini dik yürümekle kazandığını’’ söylüyorlar.  Biz ise diz çöktürmeye çalışıyoruz…  

Yine eğitim bilimciler ‘’bir çocuğun kaderini belirleyen bağımsız ve en güçlü etkenin çocuğun kendisi hakkındaki düşünceleridir’’ derler…

***

Bir başka alanda da siyasal hitabet sanatında da kimi gayeler zaman zaman tersi sözcük ve kavramlar kullanılarak sunulmaktadır. İkinci Dünya Savaşında Almanlar toplama kamplarını ‘’Die Arbeit macht frei’’ (çalışmak özgür kılar) sözcükleri ile isimlendirmişlerdir. Keza ABD tarafından Irak işgali ‘’demokrasi getirmek’’ kavramıyla perdelenmiştir. Keza 1974 Kıbrıs müdahalesi ‘’Barış Harekâtı’’ olarak nitelendirilmiştir.

Günümüzde de barış simgesi olan zeytinin kullanılarak isimlendirilen ‘’Zeytin dalı harekâtı’’ buna bir örnektir... Veya bir ‘’demokrasi getireceğiz’’ diyorsunuz koskoca bir ülkeyi işgal edip dokuz milyon insanı yerinden yurdundan ediyorsunuz… Veya ‘’ileri demokrasi’’ süreci de… Her türlü antidemokratik tasarrufun adıdır ‘’ileri demokrasi’’. Keza ‘’fıtrat’’ kelimesi de… Fıtrat; Allah’ın canlılara doğuştan kazandırdığı bir özelliktir… Kedinin fıtratında tırmalamak vardır gibi... İnsanın fıtratında nankörlük vardır gibi... Ama bir karayolunun fıtratından bahsedilemez... Bir madenin fıtratından bahsedilemez... Ama 300 kişi ihmalden, tedbirsizlikten, kâr hırsında toprağın altına gömülmüş, bir ‘’fıtrat’’ diyorsunuz, dini bir terim ya, akan sular duruyor, kimsenin aklına artık hesap sormak gelmiyor... Bir ‘’Külliye’’ diyorsunuz bin odalı bir israf sarayının üzerini örtüyorsunuz… Keza bir ‘’istikşaf’’ kelimesi ile sonuçlarını beğenmediğiniz bir seçimi tekrarlayabiliyorsunuz…

Otoriter yönetimlerde sözcüklerin içeriğine ve ne anlama geldiğine de güç sahipleri karar vermektedirler. Günümüzde de benzer örnekler siyasal hitabet sanatında sıkça kullanılmaktadır.

Siyasal hitabet sanatında gayelerin bir farklı sözcükle nasıl saklandığına en iyi örnek ‘’Orta Asya’’ kavramıdır. Bütün Tarih kitaplarında bugün Orta Asya diye ifade ettiğimiz bölgenin adı 18’inci yüzyıla kadar ‘’Türkistan’’ idi. ‘’Orta Asya’’ ifadesi İngilizlere aittir. Doğrudur, Londra’dan bakarsanız orası Orta Asya’dır.  Bizler de İngilizlerin ifadesiyle bu bölgeye ‘’Türkistan’’ yerine ‘’Orta Asya’’ diyerek, Türk milletinin üç bin yıllık tarihini ve bu bölge ile olan bağını bir sözcükle silip attık… Şimdilerde ne Doğu Türkistan’ı bilen kaldı ne de Batı Türkistan’ı…

Aynı şekilde bazı akademisyenler Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan ülkelerine ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’ diyorlar. ‘’Trans’’ öte demek, eğer Moskova’dan bakarsanız doğrudur bu ülkeler Kafkasya ötesi ülkelerdir, dolayısı ile ‘’Trans Kafkasya Ülkeleri’’dir. Ancak Anadolu’dan, Ankara’dan bakarsanız öyle midir? Bu ülkeler her yönüyle ‘’öte’’ denemeyecek kadar Anadolu’nun bir uzantısıdırlar.

Anlıyorsunuz değil mi ‘’sözcüğün gücü Tanrı’nın gücüne yakındır’’ atasözünün ne anlama geldiğini… Sadece bir sözcük ile bir milletin bir bölgeden tarihi silinmiştir. Bir sözcük ile bir ülke işgal edilmiştir.

Örneklere devam edeyim...

Yıl 1983… 06 Kasım 1983 Genel Seçimler... MDP’de Turgut Sunalp, HP’de Necdet Calp ve ANAP’da da Turgut Özal başbakan adayı idiler… Seçimlerden birkaç gün önce TRT’de açık oturum var… MDP seçimi kazanacağından o kadar emin ki açık oturuma katılmıyor...  Açık oturuma katılan HP’den Necdet Calp ve ANAP’dan da Turgut Özal… Sunucu konuşmacılara iktidara gelince ne yapacaklarını soruyor… Turgut Özal anlatıyor; barajlar, yollar, köprüler, fabrikalar yapacağını söylüyor… Sunucu tekrar soruyor; ‘’Hangi parayla?’’ Özal cevap veriyor: ‘’Birinci köprüyü satacağım, parasıyla da ikinci köprüyü yapacağım…’’ Köprü gündeme gelince Necdet Calp yumruğunu masaya vuruyor: ‘’Sattırmam!’’ Bir ‘’sattırmam’’ kelimesiyle dinleyicilerin bilinç altına şu format atılıyor: ‘’ANAP iktidara gelecek, köprüyü satmaya kalkacak ama ben muhalefette kalarak Danıştay’a, Yargıtay’a, AYM’ne giderek satışını yaptırmayacağım’’… Ve seçim bir kelime ile kaybediliyor…

***

Standford üniversitesinde profosörlük yapan Bernard Roth’un ‘’Başarma Alışkanlığı’’ (Nobel Yaşam, 2016) adlı bir kitabı var… Yazara göre, başarıya ulaşmamızın sırrı yalnızca iki kelimeyi kelime dağarcığımızdan çıkarıp yerine başka iki sihirli kelimeyi eklemek…

‘’Ama’’ yerine ‘’ve’’ kullanın…

‘’Sinemaya gitmek istiyorum ama yapacak bir ton işim var’’ yerine ‘’sinemaya gitmek istiyorum ve yapacak bir ton işim var’’ derseniz ne olur sizce?

Profesör Roth şöyle kaleme almış: ‘’ ‘’ama’’ kelimesini kullandığınız zaman eylemler arasında aslında olmasa da bir çatışma çıkarıyorsunuz. Ancak ‘’ve’’ bağlacını kullandığınız zaman beyniniz gayri ihtiyari bir şekilde cümlenin iki kısmını da bir bütün olarak algılıyor.’’

Dilbilimde bu tür cümle yapıları, bağlacın olduğu yan cümleler arasındaki bağdaştırıcı veya ayrıştırıcı bileşik cümleler olarak bilinmektedir. Esas itibariyle ‘’ama’’, ‘’buna rağmen’’, ‘’ancak’’ bağlaçları cümle içerisindeki bir ifadeyle diğer bir ifade arasında zıtlık bildirmek için kullanılmaktadır.

Oysa ‘’ve’’ bağlacını ele alırsak, bu bağlacın birleştirici ve daha olumlu bir işlevi vardır.

‘’Zorundayım’’ yerine ‘’İstiyorum’’ deyin…

Roth kitabında şöyle vurgulamış: ‘’Bu alıştırma insanların yaptığı birtakım şeylerin (işe gitmek gibi), hatta onlara zevk vermeyen şeylerin bile aslında kelime seçimleriyle alakalı olduğunu farkına varmasında oldukça etkilidir.’’ Sadece küçük bir yüklem değişikliği hayatınızın gidişatını değiştirebilir. Eğer her sabah uyanıp işe gitmeyi ‘’ölüm’’ olarak görüyorsanız doğal olarak hayatınız da ‘’cehenneme’’ dönecektir.

Fakat işin aslına bakacak olursanız, bir şeyleri değiştirmek düşündüğünüzden daha kolay. Sadece her sabah işinizle ilgili neyi sevdiğinizi düşünün. Örneğin, karmaşık bir projeyi bitirmenin size verdiği o rahatlama hissini veya meslektaşlarınızla çay içip hoş vakit geçirdiğinizi düşünebilirsiniz. Aynı zamanda işten evinize gelip de ailenize kavuştuğunuz o anı da düşünebilirsiniz. İster inanın ister inanmayın, bu basit strateji sizi bütün gün pozitif bir enerjiyle yüklü tutacaktır.

Gördüğünüz gibi, ‘’ailemi ziyaret etmek zorundayım/gerek’’ yerine ‘’ailemi ziyaret etmek istiyorum’’ arasında dağlar kadar fark var. Ne hakkında konuştuğunuzun bir önemi olmaksızın, her zaman ‘’zorundayım’’ yerine ‘’istiyorum’’ demek daha iyidir.

***

Kullanılmaya kullanılmaya Türkçedeki kelimelerin asıl anlamları da unutulmakta ve ikincil anlamları öne çıkmaktadır.

Örnek olarak Türkçede ''kara'' ve ''ak'' sözcüklerinin asıl anlamları unutulmuş ve ikincil anlamları ile kullanılır olmuştur.

‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır. Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük anlamında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir) Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır...

Ak ise ''küçüklük'' ve ''bilgelik'' anlamında kullanılır. Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz anlamında da kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, Mediterane, Mittelmeer, (Orta deniz) Bahr-ul asvad (Arapça) orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji orada… Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır. Akşemsettin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemsettin'dir.

***

Bazen de yabancı kitap, film ve dizi gibi farklı bir kültürü anlatan yazınsal veya görsel bir eserde geçen ancak Türkçede çok farklı anlamlara gelen kavramlar da sorgulanmadan Türkçeye ithal edilmekte ve kullanılmaktadır. 

Örnek olarak; bir gazetedeki vefat ilanında veya kişiler kendi arasında bir taziye ziyaretinde artık sıkça bir merhum hakkında ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi kullanılmaktadır. Hâlbuki ‘’toprağı bol olsun’’ ifadesi Hristiyanlar için kullanılır ve Ortaçağdan gelen Papalığın cennetten toprak satmasına dayanan bir ifadedir. Bu ifade Müslümanlar için kullanılmaz. Müslümanlar için; ‘’Allah rahmet eylesin’’, ‘’mekânı cennet olsun’’ veya ‘’nur içinde yatsın’’ ifadeleri kullanılır. Hatta ‘’ışıklar içinde yatsın’’ ifadesi de tam olarak doğru değildir. Doğrusu ‘’nur içinde yatsın’’dır. Çünkü burada ‘’nur’’ sözcüğünde verilen anlam ‘’ışık’’ değildir, ‘’ilahî ışık’’tır.

***

Bazen de kültürün değişmesiyle zaman içinde Türkçe sözcüklere başka anlamlar da yüklenir olmuştur. Örneğin; ‘’kadın’’ ve ‘’erkek’’ sözcükleri cinsiyeti belirtir. ‘’Bay’’ ve ‘’bayan’’ sözcükleri ise unvan sözcükleridir. Bu en basit kuralı bile unutarak sırf cinsiyeti çağrıştırıyor diye –çünkü kültür artık ‘’cinsiyetten’’ utanmaktadır- ‘’kadın’’ yerine bir unvanı tanımlayan ‘’bayan’’ sözcüğü kullanılmaktadır. Bu nedenle de ‘’Kadınlar Voleybol Milli takımı’’ yerine yanlış olarak ‘’Bayanlar Voleybol Milli Takımı’’ deyimi kullanılmaktadır.

Bu konuya bir başka örnek de ‘’aşk’’ ve ‘’sevgi’’ sözcüğüdür… Ne yazık ki toplum olarak bu kavramların da içlerini boşalttık, anlamlarını daralttık ve sadece annemizi, kardeşimizi, eşimizi, çocuklarımızı sevdik, sadece onlara ‘’sevgili’’ dedik. Cinnete ‘’sevmek’’, sahiplenmeye de ‘’aşk’’ dedik…

Aşk; muhabbettir, şiddetli muhabbettir aşk aslında. Aşk; candan sevmedir. Aşk; bir beklenti olmaksızın karşılıksız sevmedir. Sevgili ise; sevendir, gerçek dosttur. Aşkın, sevginin, sevgilinin ve özlemenin cinsellikle hiç bir ilgisi yoktur. Ne yazık ki günümüzde cinnete, ilkelliğe, hayvani duygulara aşk dedik, sevgi dedik. Şems’in, Mevlânâ’nın çağında, zamanında ‘’aşk’’, ‘’sevgi’’ ve ‘’sevgili’’ kavramları gerçek anlamlarıyla kullanılıyordu. Şu dizeleri Mevlânâ Şems için yazmıştır;

"Aşk geldi; adeta damarlarımda, derimde kan kesildi...
beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz'ülerimi (zerrelerimi) sevgili kapladı.
Benden kalan bir ad; ondan ötesi hep O..."

Şimdi bakın gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine… Cinayet sebebidir ‘’çok sevmek’’… Şu sözü kanıksamışınızdır artık: ‘’Çok seviyordum, onun için öldürdüm.’’ ‘’Cinnet’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sevmek’. ‘’Sevmek’’ ve ‘’âşık olmak’’ sözcüğünün karşılığıdır artık ‘’sahiplenmek’’. Sıra dışı bir edebiyatçı ve düşünür olan Portekizli yazar José Saramago toplum olarak hep karıştırdığımız ‘’sevgi’’yi ve ‘’sahiplenme’’yi şu sözüyle net bir şekilde ayırmıştı; ‘’Sevmek sahiplenmenin en güzel yoludur herhalde, sahiplenmek ise sevmenin en çirkin yolu.’’ 

Bir kahveye gittiğinizde kadife bir sesle ve mahcup bir şekilde garsona söylenen şu hitabı artık duymuyorsunuzdur; ‘’Beyefendi, bir kahve alabilir miyim?’’ Bu ifade yerine duyduğunuz muhtemelen kaba ve borazan bir sestir; ‘’Hey garson, bir kahve getir!’’ Bu her yerde böyle hale gelmiştir; çarşıda, pazarda, toplu taşımada, trafikte, siyasette, işyerinde, okulda, sırada… Çünkü artık kültürde nezakete, nezaket ifadelerine ve nezaket sözcüklerine yer kalmamıştır.

***

Türk Dil Kurumu da Türkçenin gelişimi için yetersiz kalmaktadır.

Türk Dil Kurumunun yayınladığı ‘’Türkçe Sözlük‘‘ ve ‘‘Yazım Kılavuzu‘‘ ne yazık ki Türkçeye yeterince hitap edememektedir. Türk Dil Kurumunun yayınladığı ‘’Türkçe Sözlük‘‘ün içi Fransızca ve İngilizce sözcüklerle doludur. Hâlbuki bu sözcükler ‘’Yabancı Sözcükler Sözlüğü’’ olarak ayrı bir sözlükte yayınlanmalıydı…

Türk Dil Kurumu tarafından Türkçeyi Türkçe yapan a, i ve u harfleri üzerindeki şapkaların çoğu kaldırılarak sözcükler anlamsızlaştırılmıştır. Türkçedeki a, i ve u harfleri üzerindeki şapkaların önemi üzerinde bir örnek vermek istiyorum. İşyerimde önüme bir vatandaşımızın bir dilekçesi geldi. Vatandaşımız soyadını değiştirmiş, kayıtlarda yeni soyadının düzeltilmesini istiyordu. Vatandaşın eski soyadı: ‘‘Karadana‘‘. Şapkalı olsaydı ‘‘Karadânâ‘‘ olacaktı… Dânâ; âlim demek... Dânâ-yı Yunan; Eflatun‘dur. Kara da ‘’büyük’’ demek. Vatandaşımızın soyadı aslında ‘‘Büyük âlim‘‘ demek… Bilmediği için bu güzel soyadını değiştiriyor vatandaş…

***

Dilimizi Türkçeleştirirken de yanlışlıklar yapılmıştır.

Arapça olan ‘’tayyare’’ ve ''tayyar'' ilişkisinde; ''tayyare'' mükemmel bir şekilde Türkçeleştirilip ‘’uçmak’’ fiilinden türeterek ‘’uçak’’ yapılmış ancak bu uçağı uçuracak kişiye ''tayyar''ı Türkçeleştirmeyerek berbat bir şekilde ‘’pilot’’ denilerek, bu şekilde uçak ile onu uçuran arasındaki bağ koparılmıştır. Bu bağ koparılarak bu dili kullanan insanın dil yoluyla kazanacağı analitik düşünme özelliği de köreltilmiştir.

***

Kimse sözcükte başkasının düşündüğünün tıpkı tıpkısına düşünmez. Bu yüzden her anlama aynı zamanda bir anlamamadır. Özellikle kavramlarda bu böyledir. Bir kavrama hiçbir kimse aynı anlamı yükleyemez. Bir dilin hiçbir kavramı da bir başka dile tam tamına aktarılamaz. Çeşitli diller karşılaştırıldığında, görülür ki, birbirini tam olarak karşılayan hiçbir sözcük bulunamaz. Başka bir dil insana başka bir düşünce biçimi verir. Başka bir dille insan dünyayı başka türlü kavrar; başka dilde insanın dünya karşısındaki duygu ve istekleri başkadır.

Eğer ana lisanın içerisine (Türkçe) yabancı dilden (Sırasıyla; Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce) kelimeler ve kavramlar katarsanız o zaman o toplumun insanları net düşünemezler, duygularını net ifade edemezler. Yabancı sözcüklerde Türkçe dil mantığına göre kök anlamı bulunmadığından bu sözcükler üzerlerinde düşünülmeden, ezberden kullanılırlar. Anlamdaş olan pek çok yabancı sözcüğün Türkçesiyle birlikte kullanımda kalması sonucunda bu sözcükler, kendi anlamlarının çok dışında, çok yanlış olarak, kullanılmaktadır. Dolayısıyla bir dil kargaşası ortaya çıkmaktadır.

Bu şekilde dilin düşünceyle birebir bağıntısı, bunların her kullanımında kopmaktadır.

***

Sözün, sözcüğün, kelimelerin önemini tarihten örnekler vererek bu bölümü sonlandırmak istiyorum. Önce Konfüçyüs'ün bir saptaması: "Bir ülkenin dirliğini bozmak istiyorsanız o ülkede konuşulan dili yozlaştırın. Zaman içinde insanların birbirini anlamaları zorlaştıkça her alanda çözülme başlar. Ve sonunda öyle bir noktaya gelinir ki; insanlar birbirini anlamaz hale gelirler ve kargaşa başlar..."

Sonra da Yunus Emre;

‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.

Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.

Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.’’

***
Bütün problemlerimizin temelinde iletişim eksikliği vardır… Yaşadığımız karmaşıklık bizi ezmektedir... Bu nedenle de anlık resimlere odaklanıyoruz, değişim süreçlerini kavrayamıyoruz...

Şimdiye kadar kelimelerin nicelik olarak azalmasını ve nitelik olarak da kalitelerinin bozulmalarını anlattım…. Bundan sonra da bu şekilde bozulan kelimelerin üzerimizdeki etkilerini anlatacağım.

Kelimelerin duygu ve düşüncelerimize etkisi üzerine…

Fransız felsefeci, edebiyat eleştirmeni, edebiyat ve toplum teorisyeni Roland Barthes’in da güzel bir kitabı vardı: ‘’Bir Aşk Söyleminden Parçalar’’ (Metis Yayıncılık, 2010) Barthes kitabında; ‘’Âşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır’’ der ve ''bir kere ilk mesajı verip, 'seni seviyorum' dedikten sonra sözlerinizle, davranışlarınızla içinizdeki duyguyu karşı tarafa sonsuz bir akış şeklinde tekrarlamalı, ilişkiyi derinleştirmelisiniz’’ diye yazar.

Jacques Salome ve Sylvie Galland isimli iki yazarın “Ah Kendime Bir Kulak Versem” (Sistem Yayıncılık, 2002) ismini verdikleri kitaplarında “ilişki terörü” diye bir kavramdan bahsederler. Bu terörde kanlı bıçaklı olmaya gerek yoktur, ikili ilişkilerde, evliliklerde pek mutat olduğu üzere ‘’surat asmak’’ bile terörün en uç noktasıdır.

Erotik edebiyatın pirlerinden Anais Nin'in bir yazısında şöyle yazardı: "Aşk asla eceliyle ölmez. Kaynağını beslemeyi bilmediğimiz için ölür. Körlükten, hatalardan ve ihanetlerden ölür. Hastalanarak ve yaralanarak ölür; yorularak, solarak, matlaşarak ölür." Anais Nin’in söylediği gibi bu kültürde, bu coğrafyada, bu topraklarda genellikle aşkı beslemeyi bilmeyiz biz…

Çizerini hatırlamadığım bir başka karikatürde ise, orta yaşın üzerinde bir kadın kocasına soruyordu; ‘’Kocacığım, hatırlıyor musun, bana en son ‘seni seviyorum’ dediğinde tam on yıl önceydi.’’ Erkek istifini bozmadan, okuduğu gazeteden kafasını kaldırmadan cevap veriyordu; ‘’Düşüncemde bir değişiklik olursa sana söylerim.’’ Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnsanlar sevdiklerini söylemekte hep kıskanç ve cimri davranırlar...

Bizler genellikle sevgi sözcükleri konusunda cimriyizdir. Sevgi sözcüklerini pek kullanmayız…

Amerikalı karikatürist Jules Feiffer’in bir karikatüründe kahramanı şöyle diyor: “Harika bir kızla tanıştım. Bütün dostlarıma ve çalışma arkadaşlarıma kendisinden söz ettim. Sokaktaki yabancılara bile kızdan bahsettim. Hemen herkese anlattım. Tabii kendisinden başka! Ona bu avantajı neden vereyim ki?”

Yahudi asıllı ABD’li psikolog Haim Ginott'a ait bir şikâyetin en iyi formülü… X, Y ve Z teorisi…X: Ne yaptığının tespiti… (toplantıya geç geldin) (odan dağınık!) (yemek yemedin!) Y: Bu olayın senin üzerindeki etkisi (seni merakla bekledik) (üzüldüm) Z: Ne yapması gerektiği (gecikeceğini haber verebilirdin) (bizden yardım isteyebilirdin)...

Davranışları düzeltmek için ‘’hastalıklı bir eleştiri’’ yerine davranışların karşı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı çocuklara ve insanlara daha fazla empati kazandırır… Yani ‘’yaramazlık yaptın!’’ yerine ‘’bak onu ne kadar üzdün!’’ denmesi daha uygundur...

Bütün psikologların üzerinde fikir birliğine vardıkları üç mutluluk formülü var: Şükretmek, iyilik yapmak ve yaptığın işi sevip daha çok konsantre olmak!

Şükretmek, hayattan duyduğun memnuniyeti ifade etmek, hatta bunu düzenli olarak yazmak ve söylemek, sadece insanın keyfini yerine getirmekle kalmıyor. Kaliforniya Üniversitesi'nin araştırmasına göre fiziksel sağlığı düzeltiyor, enerji seviyelerini yükseltiyor, acı ve yorgunluğu azaltıyor!

Mutlu olmak için çalış, iyilik yap, şükret! 

Teşekkür etmek ve minnettarlık, dünyamızı harikulade hale getirecek pek çok etkiye sahip. Ancak bizler hep müştekiyiz… Yüzünde hüzün neşidelerinin gizli çığlıları bulunan mızmız yeryüzü küskünleriyiz…

‘’ İç ve dış yaşamın canlı ya da ölü başka insanların çabalarına bağlı olduğunu; bana bugüne kadar verilmiş ve halen verilmekte olanlara karşılık verebilmem için çaba sarf etmem gerektiğini her gün kendi kendime yüz defa hatırlatıyorum’’ derdi Albert Einstein...

***

Hani başta da söylemiştim ya ‘’sözcükler aslında sanılandan çok daha güçlüdür’’ diye. Bir Yunan atasözünü hatırlatmıştım: ''Kelimenin gücü Tanrı'nın gücüne eşittir'' diye…

İlişkilerinde sorun yaşayanlar aşağıdaki sözleri daha sık kullandıklarında hayatlarında mucizeler yaşayacaklarına inansınlar. Dağ gibi görünen ve içinden çıkılmaz sanılan sorunların aşılmasının aslında çok da zor olmadığımı görecekler:

Sana ilk günkü gibi aşığım.
Benim için çok değerlisin.
Yaptıklarından dolayı seni her zaman takdir ediyorum.
Sen olmadan bunları başaramazdım.
Dünyaya bir daha gelsem yine seninle evlenirdim.
Senin yaptıklarına karşı senin için ne yapsam azdır. 
Ne düşündüğün benim için çok önemli.
Kendine özen göstermenden mutluluk duyuyorum.
Senin aileni kendi ailemden ayırt edemem.
Mutlu olmam için yanında olmak benim için yeterli.
Seninle evlendiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum.
Seni her zaman dinlemeye hazırım.
Benim için ne fedakârlıklar yaptığının farkındayım.
Seninle karşılıklı birer kahve içmek ve sohbet etmek, tüm yorgunluğumu alıyor.
Senin sağlıklı ve mutlu olman benim için çok önemli. 
Başarılarınla gurur duyuyorum ve seninle iftihar ediyorum. Sen benim hayatımın en güzel şiirisin.

Bu sözcükler aşkın bakım sözcükleridir… Zaten söylerdi Cemal Süreya bir şiirinde:

‘’Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti’’

Kişi bu sözlerle kendisini değerli hissetmeli… Çünkü kendisini değerli hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur…

En büyük mutsuzluk sevilmemiş olmak değil, sevmemektir. Günahların onda dokuzu insan sevgisine karşı işlenmiştir.

***
Japon Araştırmacı Masaru Emoto’nun, ''Suyun Gizli Mesajı'' (Kuraldışı Yayınları, 2012) isimli bir kitabı var…

Bu kitapta Masaru Emoto, insan vücudunun ve yaşamış olduğumuz yerkürenin % 70’ini kaplamakta olan suyun, moleküler yapısının insanların düşüncelerinden, sözcüklerden ve dinlemiş olduğu müzikten etkilenmiş olduğu ortaya koyuyor... Emoto, yaşama geçirilen pozitif düşünceler sayesinde insanın vücudunda yer alan suyun, kişiyi mutlu ve esen kılabileceğini bildirdi.

Emoto müziğin suyun yapısı üzerindeki etkilerini görmek için iki müzik hoparlörü arasına birkaç saatliğine distile su koyarak suyun donduktan sonraki kristal formlarını fotoğraflar. Aynı tip su kristallerine önce Beethoven’ ın pastoral müziğini dinleten Emoto, su kristallerinin çok güzel şekillendiğini, Bach’ ın “Air For The G String” parçası dinletilen su kristallerinin nispeten düzgün olduğunu, Heavy müzik dinletilen su kristallerinin ise tamamen şekilsiz ve dağınık olduğunu fotoğraflarla tespit eder..

Bu çalışmayla, düşüncelerin ve kelimelerin su kristallerinin formasyonları üzerindeki etkisini tespit eden Emoto, bazı sevgi ve nefret kelimelerini kasete kaydederek cam şişelere gece boyunca dinletir. Bu deneyde ise sevgi, takdir ve teşekkür sözcükleri dinletilen şişelerdeki su kristallerinin çok simetrik ve güzel olduğunu belgeler.

Japon bilim adamı Masaru Emoto, sitesinde yaptığı açıklamada, “Kelimeler doğanın titreşimidir, böylece güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır, bu da kâinatın köküdür” der… 

***
Sevgi sözcüklerini söylemenin de çok önemli bir püf noktası vardır… O da ‘’ses tonu’’ ve ‘’gözler’’dir…

Paulo Coelho’nun güzel bir kitabı var; ‘’Işığın savaşçısının El Kitabı’’(Can Yayınları, 2016) Kitapta şöyle bir hikâye geçer:

Savaşçı, kılıç tutan elini yakalamak için bir melekle bir şeytanın yarıştığını bilir. Şeytan der ki: ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.’' Melek de ‘'Güçten düşeceksin. Bunun ne zaman olacağını bilemeyeceksin. Korkuyorsun.'’ der.

Savaşçı şaşırmıştır. Melek de şeytan da aynı şeyi söylemişlerdir. Sonra şeytan devam eder: ‘'Sana yardım edeyim.’' Melek de aynı şeyi söyler: ‘'Sana yardım edeyim.’'

İşte o anda, savaşçı aradaki farkı anlar. Sözcükler aynı olabilir, ama kendisine yardım öneren bu iki kişi birbirinden tümüyle farklıdır. Ve savaşçı meleğin elini seçer.

Çünkü ‘’ses tonu’’ farklıdır.

‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın niyet ve maksadını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın eğitimini, eğitiminin seviyesini gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın ruhunu, ruhunun derinliklerini, inceliklerini, kıvrımlarını gösterir. ‘’Ses tonu’’ ve ‘’gözler’’; insanın iç dünyasına ayna tutar. Hani bir şarkımız vardı ya, sözleri Ahmet Selçuk İlkan’a ait, Emel Sayın da ne kadar güzel söylerdi; ‘’Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar’’ diye… İnsanın komuta edemediği tek organıdır gözler… Gözler aslında beynin de aynasıdır… Ancak bizim kültürde göz teması yoktur… Hele hele karşı cins ise asla…

İşte bahsettiğim bu sevgi sözcüklerini kullanırken ses tonunuza ve gözlerinize dikkat ediniz… ‘’Günaydın’’ derken bile ses tonunuza ve gözlerinizin ahengine dikkat ediniz. ''Günaydın'' demenin maksadına uygun bir ses tonuyla ve gülen göz temasıyla ''günaydın'' demeyecekseniz hiç demeyin daha iyi!

Bilge insanlar ‘’insanın yüzünde taşıdığı, sırtında taşıdığından daha önemlidir. Hareketler kelimelerden daha yüksek sesle konuşurlar… Bazen kelimelerinin dilini pek sevmediğimiz nice insanlara hallerinin güzel dili yüzünden bağlanırız…’’ derler…

***
Yazımın girişinde de vermiştim, şu sözler Mahatma Gandi’ye ait;

‘’Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür,
Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür,
Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür,
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür,
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür,
Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür,
Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.’’

Gandi’ye göre; ‘’düşüncelerimiz kaderimizdir.’’

Zaten çoook önceden Mevlânâ da aynı şeyi söylememiş miydi?

‘’Kardeşim sen düşünceden ibaretsin.
Geri kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsün, gülistan olursun.
Diken düşünürsün, dikenlik olursun.’’

Bilenler bunu böyle söylüyor; düşüncelerimiz kaderimizdir!
Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir!

Avusturyalı düşünür Ludwig Wittgenstein ‘’Tractatus’’ isimli eserinde ‘’düşünce’’yi ‘’tasarım’’ olarak kabul edip şöyle yazıyor;

‘’Olguların mantıksal tasarımı, düşüncedir.’’ "Bir olgu bağlamının düşünebilir olması şu demektir: Biz onun bir tasarımını kurabiliriz.’’ ‘’Doğru düşüncenin toplamı, dünyanın bir tasarımıdır.’’ ‘’Düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’

Burada Wittgenstein’ın en önemli tezi şu cümlede yatıyor; ‘’Düşünülebilir olan, olanaklıdır da.’’

Alfred Adler ‘’İnsanı Tanıma Sanatı’’ isimli kitabına Heredot’un ‘’Düşünce’’yi ‘’ruh’’ ile özdeşleştiren şu sözü ile başlar; "insanın ruhu onun yazgısıdır."

Bu görüşe göre; ruhsal yaşamda geçen bütün olaylar, birey tarafından saptanan bir amaca hazırlık niteliği taşır.

‘’Bir kimse gözüne bir amaç kestirmişse, ruhundaki olaylar ister istemez ortada uyulması gereken bir doğa yasası varmış gibi bir akış izler.’’

En küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Abdera’lı Democritus şöyle söylerdi:

‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’ Democritus’a göre; ‘’mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır.’’

Evrende her şey iki kere yaşanır; olaylar önce zihinde tasarlanır, sonra da gerçekleşir, tıpkı bir mimarın bir binayı tasarlayıp planını çizmesi ve mühendisin de onu inşa etmesi gibi… Zihinde tasarlanmayan hiçbir şey evrende gerçekleşmez.

Düşler kurarız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişirler ve yaşadığımız gerçek olarak karşımız çıkarlar.

İnsanların isteklerini elde edememelerinin tek sebebi, olmasını istedikleri şeyler yerine, olmasını istemedikleri şeyler üzerine düşünüyor olmalarıdır.

Evren düşünceden ibarettir ve düşünceler somutlaşır…

Yaşadığımız dışsal gerçeklik aslında kendi içsel psikolojimizin somutlaşmış halidir. Her şey düşüncemizde başlar ve onunla somutlaşır. Bir Çin atasözü düşüncelerimizin evrene saldığımız bir frekans olduğunu söyler; düşüncelerimizin evrene bir etkisi ve evrenin de buna bir tepkisi olurmuş.

Düşünceler manyetiktir ve frekansları vardır. Düşünceler manyetik sinyaller yayarlar ve bu sinyaller ait oldukları düşüncelerin benzerlerini size doğru çekerler…

Düşünceleriniz ve odaklandığınız ne varsa hepsi size geri döner. Yaşamımız sahip olduğumuz baskın düşüncelerin aynasıdır. Varlığa odaklanırsanız varlığı, yokluğa odaklanırsanız da yokluğu yaşarsınız… Hayat tamamen bir odaklanma sorunudur…

Kendimiz dünyadan ve evrenden ayrı değil, dünya ve evren ile bir bağlantı halinde ve o muazzam evrenin, organik bir bütün olan evrenin bir parçasıyız. Öyle organik bir bütün olan evrenin parçasıyız ki, bir Çin atasözünde söylendiği gibi ‘’bir ot yolarsanız tüm bir evreni sarsarsınız.’’

Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapar. Günümüz Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemez zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’

İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi olan Muhyiddin İbn-i Arabî’nin ortaya koyduğu Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunur.

Evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içerisinde yaşamaktayız. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday eken buğday biçer, arpa eken arpa, domates eken domates. Hiç görülmemiştir; patates ekip de ayçiçeği biçen veya biber ekip de havuç ürünü alan!

Tekrar olacak ama bir Japon atasözü de şöyle söylerdi; ‘’güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’ Bir Yunan atasözü şöyle der; ‘’Kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir.’’ Ve şöyle devam eder Yunan atasözü; ‘’insanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’

Benzer şekilde hep olumsuz kelimeler kullananın ve düşünenlerin, hep karamsar bir ruh halinde içinde olanların iyi olaylarla karşılaştıkları ve mutlu oldukları hiç görülmemişlerdir.

Mutlu olmak bir ruh hâlidir, bu ruh hâli de kendimize bağlıdır. Nerede ve kiminle olduğumuz önemli değildir. ‘’Nasıl’’ olduğumuz ve ‘’kendimizi nasıl hissettiğimizdir’’ önemli olan.

Hem olumsuz duygulara sahip olup hem de kendimizi iyi hissetmemiz imkânsızdır. Olumsuz düşünce ve mesajların bizlere hiçbir faydası yoktur.

Depresyon, öfke, alınganlık, suçluluk duygusu; bunlar olumsuz duygulardır ve kendimizi güçlü hissetmemize izin vermezler. Eğer ortada bir problem varsa buna dışarıdan birisi veya başka bir şey yol açmazlar; kendi düşüncelerimiz kendi problemlerimizi yaratır. Yaşadığımız her şeyin temel kaynağı düşüncelerimizdir.

Umut besleyen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken diğerlerine oranla daha az depresif, daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az sıkıntılı görünürler. İyimserlik gibi yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır.

Tasalarımız kendi kendini doğrulayan kehanete dönüşüp öngördükleri felaketlere bizleri sürüklerler. Bilimde “Ters Çaba Kuralı” diye bilinen bir kural vardır. Şu şekilde formüle edilir: ‘’Başınıza gelmesinden korktuğunuz şeyleri fazla düşünürseniz, gerçekleşme ihtimalini artırırsınız.’’

Telefonumuzu saat sabahın 05’00’ine kurarsak çalar…. Halbuki telefon basit bir bilgisayardır… Beyin ise Tanrı’nın yarattığı en büyük bilgisayar… Beyni nasıl kurarsak gelecek de kader de o şekilde gerçekleşir…

Güneydoğu’dan şehit haberleri gelir… Sonrada olayın ayrıntısı… Asker telefonda annesine, babasına şehit olacağını söylemiştir… Ertesi gün de şehit olur… Çünkü kendisini şehit olarak kurgulamış, tasarlamıştır...

Kendini doğrulayan kehanet düşüncesi, İngilizcesi "Pygmalion Effect" olan eski bir mitolojik öyküden almaktadır. Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır. Sonra şu inanış ortaya çıkar; ‘’inanılan her kehanet kendini doğrular.’’

Kötü senaryolar yazmak enerji tüketen ve cesaret kıran saplantılı endişelerin uzak akrabalarıdır. Aklını hayatının karışık yönlerine takan, geçmişindeki şanssızlık ve düş kırıklıklarını tekrar tekrar düşünen bir insan aynı şanssızlık ve düş kırıklıklarını gelecekte de yaşamak için dua etmiş olur. Siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız…

Yaşadıklarımızın çoğunu geçmişimiz, izlenimlerimiz, biriktirdiklerimiz ve önyargılarımız şekillendirir. Çünkü gerçek; bellek ve algıdan ibarettir. Bunun dışında başka bir gerçek yoktur.

Siz kendinizden hoşnut değilseniz, başkalarının sizinle birlikte olmaktan hoşnut olmasını nasıl beklersiniz? Kendinizi sevdiğiniz zaman otomatik olarak başkalarını da seversiniz.

Yakındıkça yakındıklarınız size geri gelecektir. Olumsuz mesajların size hiçbir yararı yoktur. Karşı olduğunuz her şeyi büyütür, artırır, yüceltir ve güçlendirirsiniz… Hiçbir şeyin karşısında olmayın yanında olun… ‘’Savaş karşıtı’’ olmayın... ‘’Barış yanlısı’’ olun!

Özetle;

Yarattığımız dünya bizim düşünce biçimimizin ürünüdür. Yaşadığınız dünyayı iyi tanımlayın! Çünkü insanlar gördükleri dünyayı tanımlamazlar, tanımladıkları dünyayı görürler. Çünkü hayat bir ayna gibidir, nasıl bakarsanız öyle görürsünüz. Çünkü hayat bir vadi gibidir, nasıl ses verirseniz öyle yankı alırsınız. Çünkü kader bir tasarımdır, nasıl tasarlarsanız öyle yaşarsınız. Çünkü siz kendi kaderinizin yaratıcısı ve tasarımcısısınız. Çünkü siz ne düşünürseniz O’sunuz. Güzel şeyler düşünün ki, güzel şeyler yaşayasınız!

Tedirgin eller ve kaygılı zihinlerle fazlaca koşturup durmaktayız. Sonuç almak için sabırsız davranıyoruz... Aslında daha hızlı daha yavaştır. İhtiyaç duyduğumuz şey; ruhun kullanılmayı bekleyen görünmez güçle pekiştirilmesidir.

Negatif vizyon dualarına kapılmayın… Ne istediğinize odaklanın… Kurtulmak istediklerinizi öne koymayın…

Karmaşık üstün başarıların temelinde ‘’zihni olarak önceden prova edilmesi’’ yatar… Evdeki hesabın çarşıya uymamasının sebebi ‘’zihni model’’ eksikliğinden kaynaklanır…

Kelimelerin davranışlara etkisi üzerine…

Duygular bulaşıcıdır… Başkalarının ruh halini değiştirme yeteneğimiz vardır. Başka bir bebeğin endişe içinde ağladığını gören diğer bebekler de ağlar… Sen gülümsediğinde tüm dünya seninle beraber gülümser…. Bir Tibet atasözü: ‘’Hayata gülümsediğinizde, bir yarısı sizin öbür yarısı başka birinin yüzüne görünür.’’ İnsan beyni mutlu yüzleri yeğler, onları olumsuz ifadeli olanlardan daha kolay ve hızlı şekilde fark eder…

Darwin, her duyguyu belirli bir şekilde davranmaya yönelten bir eğilim olarak görmüş: Korku; dönüp kaçmaya, Öfke; savaşmaya, Neşe; kucaklamaya…

Sinirbilim artık gözlerin gönüllere açılan pencere olduğu yönündeki şiirsel fikre yakın bir şey söylüyor bizlere…

Karanlık üçlüdürler: Narsist, şizofren ve psikopat…

Sosyal çevreniz geliştikçe nezleye dahi daha az yakalanırsınız… Ne kadar çok dostunuz varsa ileriki yıllarda daha az fiziksel sorunlar yaşarsınız… Neşter de iğne de nezaket ve şefkatin eşliğinde daha az acı verir… Duyarsız mesajlar ölüm döşeğindeki insanlara bile hastalığın kendisinden daha fazla duygusal ıstırap çektirir. Örselenmiş durumdayken yoğunlaşamaz ve berrak biçimde düşünemeyiz…

Kaygı düzeyi ne kadar yüksek ise beynin bilişsel verimliliği o kadar azalır… Panik, öğrenmeyi ve yaratıcılığı engeller… Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller… Duygularını iyi okuyamayan ya da ifade edemeyen insanlar kendilerini sürekli engellenmiş hissederler...

En çok önemsediğiniz insanlar bir çeşit iksir, durmadan yenilenen bir enerji kaynağıdır... İyimserlik gibi onun yakın akrabası umudun da şifa gücü vardır. Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için o kadar önemlidir…

Örgütlerde kelimeler...

Kelimelerin duygu ve davranışlar üzerindeki etkilerini anlatmıştım... Bu bölümde de kelimelerin yol açtığı duygu ve davranışların örgütlerdeki etkisini çok özet olarak anlatacağım…

Örgütten kastım iki arkadaş ilişkisidir, bir ailedir, bir gruptur, bir şirkettir, bir dernektir, bir kamu kurumudur… Liderden de kastım bu örgülerdeki belirleyici kişidir, ailede babadır, şirkette müdürdür, işyerindeki amirdir, şeftir, okuldaki öğrenmendir. Ancak yine de siz benim her ‘’lider’’ diye bahsedişimde siz kendinizi anlayınız!

Bu bölümde bahsettiğim konular başlangıçta ‘’kelimeler’’ ile ilişkisi yokmuş gibi görünebilir… Ancak yazım içinde de sık sık tekrarladığım gibi örgütsel davranışların temelinde duygu ve düşünceler, duygu ve düşüncelerin de temelinde de kullandığımız ‘’kelimeler’’ yatar…

Max Weber; ‘’ayakta kalan kurumlar bir liderin karizması nedeniyle değil sistem içinde liderliği geliştirdiği için başarılı olurlar’’ der…

‘‘Kötü lider, insanların hor gördüğü kişidir. İyi lider, insanların yücelttiği kişidir. Büyük lider, insanların ’biz kendimiz yarattık’ dediği kişidir’’ derdi Çinli düşünür Lao Tzu...

Liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır.

Lider için; strateji, vizyon ya da güçlü fikirlerden söz ederiz. Oysa çok daha temel bir gerçek var ortada: Büyük lider duygulara hitap eder.

İdeal vizyonun oluşturulması için; içinize bakın, insanlarınızı hizaya sokmayın, uyum sağlayın, insanlarına öncelik verin, sonra da stratejiye... Liderin vizyonu içtenlikten yoksunsa insanlar bunu sezer.

Çoğu lider açısından farkı yaratacak olan stratejinin daha iyi anlaşılması değildir… Farkı yaratan; işe, strateji ve vizyona tutkuyla bağlanmak ve yüreklerle zihinleri anlamlı bir gelecek arayışına sokmaktır…

Yüreğini sağlıklı bir dozda işin içine katmayan bir sözde lider yönetebilir ama önderlik edemez…

Liderin başlıca görevi önderlik ettiği kişilerde iyi duygular uyandırmaktır…

Hiçbir canlı tek kanatla uçamaz. Tanrı vergisi liderlikte yürekle kafanın, duyguyla düşüncenin buluştuğu yerde kendisini belli eder. Duygu ve düşünce; liderin süzülerek yükselmesine olanak veren iki kanattır.  

Zekâ tek başına lider yaratmaz. Liderler bir vizyonu sevk vererek, yol göstererek, esinleyerek, dinleyerek, ikna ederek ve en önemlisi ahenk yaratarak gerçekleştirir.

Asık suratlı liderlerin ekiplerinde ahenk bozulur, verimlilik düşer… Bu ekipte liderlerini hoşnut etmek için sarf ettikleri telaşlı çaba kötü kararlar almalarına ve yanlış stratejiler seçmelerine yol açar…

Ekiplerini normlar arasında tutsak eden liderler ahenge önderlik edemezler…

Örgütlerde ahenk içinde olan insanlar daha verimli olurlar... Ahenk için ses tonu ve yüz ifadesi gerekir… Uyum sağlamak haz verir… Başkaları ile ahenk kurabilmek için kişinin kendisinde bir nebze olsun huzur bulunmalıdır.

Lider ahenk kurduğunda bunu insanların gözlerinden okuyabilirsiniz: İlgi dolu ve ışıl ışıldırlar…

Empatiden yoksun liderler ahenksizlik yaratacak biçimde davranırlar.

Empati, insanları beden dilinin inceliklerine ayarlayan ya da sözcüklerin altındaki duygusal mesajı duymalarını sağlayan bir panzehirdir.

Empati romantizme katkıda bulunur. Ancak duygusal ihmal de empatiyi köreltir…

Hiçbir lider kusursuz değildir, olması da gerekmez.

Bir lider yükseklere tırmandıkça kendisini doğru değerlendirme olasılığı da azalabilir…

Sonuç almak için insanlara ne denli baskı uygulanırsa o denli kaygı uyandırır. Baskı yenilikçi düşünme yeteneğini kısıtlar…

Yalnızca öfkesini değil tiksinme ve küçümseme duygusunu belli eden zorlayıcı liderler çalışanları üzerinde yıkıcı bir duygusal etki yaratabilirler…

Zehirli bir ortamda çalışan insanlar zehri eve taşırlar…

Örgütlerde müdahaleci ve denetleyici tavır; heves yitirir, hedef küçültür, özgüven sarsar…

İlgisizlik, umursamamazlık, dikkat etmemek; en kötü zülümdür...

Fark edilmek, hissedilmek ve önemsenmek acıyı önemli ölçüde hafifletir...

Örgütlerde insanlar birbirilerine karşı sadece duygusal değil biyolojik düzeyde de yararlı olurlar…

Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zekâ bakımından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır.

İnsanlar nadiren duygularını kelimelere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Çünkü duygusal mesajların yüzde doksanı ya da fazlası sözsüzdür. Başkalarının ne hissettiğini sezebilmenin anahtarı; ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifadeleri okuyabilmektir. Duygusal gerçek aslında ne söylediğinde değil nasıl söylediğinde saklıdır.

Kurumlarımız örgütlü sevgisizlik kurumları olmamalı…

İyimser liderlerin ekip üyeleri kendilerini daha iyi hissederler...

Çalışanlar arasında duygusal bağlar ne kadar güçlüyse işlerini yaparken o kadar şevkli, üretmen ve hoşnut olurlar…

Yakınlık ön yargıyı azaltır…

Duygular bulaşıcıdır… Duygular virüs gibi yayılır… İki insan etkileşimde bulunduğunda, ruh hali, duygularını daha güçlü ifade edebilenden daha edilgen olana doğru aktarılır…

İyi ruh hali de kötü ruh hali de kendi kendini sürdürme eğilimindedir. İnsanlar kendilerini iyi hissettiklerinde bir durumun olumlu yanını görürler ve onun hakkında iyi şeyler anımsarlar. Kendilerini kötü hissettiklerindeyse olumsuzluğa odaklanırlar. İnsanlar en iyi işi kendilerini iyi hissettiklerinde çıkarırlar. Çünkü kendisini iyi hissettiğinde mükemmel olmayacak insan yoktur.

İnsanları dinlemek sorunu çözmese de duygusal bakımdan yararlı olur…

Satıhta hazine bulamazsınız. Herkesin bir derinliği vardır. O derinliğe inecek gücünüz, cesaretiniz ve sabrınız var mı? Kusursuzdur ya Tanrı, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevmektir.

Duygusal dengesi bozulan kişiler hatırlayamaz, dikkatini toplayamaz, öğrenemez ya da zihin açıklığı ile karar veremez. Stres insanları aptallaştırır… Yaralar stres altında daha zor iyileşir…

İnsanlara hükmetmeye çalışırsanız zaten yenilmiş sayılırsınız…

Ne hissettiğinizi anında söylemezseniz engellenmiş hislerin yavaş yavaş birikmesine yol açarsınız… Sonra bir gün bu yüzden patlayıverirsiniz…

Geri bildirim olmadan insanlar karanlıkta kalırlar… Birçok yönetici hayati önem taşıyan geribildirim sanatında ustalık gösteremez. Bu eksikliğin maliyeti büyüktür.

Ne kadar bilirseniz bilin insanlar sizin kendilerini umursadığınızı bilmezlerse, onlar da sizin ne bildiğinizi umursamazlar.

Basit bir ihmal kötü bir muameleden daha fazla zarar verir…

Yöneticinin yanından ayrıldığınızda kendinizi daha iyi ve daha değerli hissediyorsanız, işte o yönetici kişi liderdir.

Hastalıklı eleştiri (Harry Levinson) çok tehlikelidir. Eleştiriler gereği yapılabilecek şikâyetler olarak değil, kişisel saldırılar şeklinde dile getirilir; biraz nefret, biraz iğneleme ve biraz aşağılamaya karşılık önyargılı suçlamalar yapılır. Her ikisi de savunmacılığa, sorumluluktan kaçmaya ve nihayet araya duvar örmeğe ya da mağduriyet hissinden kaynaklanan bir pasif direnişe yol açar… Bu nedenle eleştiride belirleyici olun, ne iyidir, ne kötüdür açık olun, sorunu tam olarak belirtin, bir çözüm önerin, bizzat yapın, eleştiri ve övgü yüz yüze ve baş başayken yapıldığında etkilidir.

Eleştiriye hedef olanlar; eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak değil de işin nasıl daha iyi yapılabileceğine dair değerli bir bilgi olarak görmeli, sorumluluk almalı ve savunmaya geçmemelidirler…

Daha iyi yönetebilmek için uygulanan bölüp yönetme, başkaldırmaya izin vermeden baskı altına alma, zayıflatma ve geriletme yöntemine ‘’Yönetim Bilimi’’ adı verilir ve genellikle örgütlerde uygulanır…

Hümanist felsefenin ana izleği, yakın kişisel ilişkilerin hayata anlam kattığıdır.

İlişkilerde İnsana sevgi ve sevgi yüklü sabırla yaklaşmayan, insanların hep olumsuz taraflarını görüp onlara karamsar bir yüzle bakan bir ilişkinin, nasıl bir ilişki olursa olsun başarı şansı yoktur.

İnsanlar birbirlerinden ne kadar hoşlanmıyorlarsa soğuk algınlığına ve gribe yakalanmaya da o kadar yatkındırlar...

‘’Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak’’ derdi Hintli şair Sri Chinmoy Ghose...

Sonuç…

Ne demişti Yunus Emre?

 ‘’Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin, işini sağ ede bir söz.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.

Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.

Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, seni ırak ede bir söz.’’

Yunus Emre de bu dizelerinde kelimelerin, sözlerin ne kadar önemli olduğundan bahsetmektedir.

Eskiler ‘’İnsan beyni taşları sürekli dönen bir değirmen gibidir. Arasına öğütülecek bir şey konmadı mı, kendi kendisini öğütür’’ derledi… Yani bu değirmenin arasına konulacak şeyler, kelimeler ve düşünceler; yumuşak ve naif olmalı, iyi ve güzel olmalı, hoş ve latif olmalı, müspet ve olumlu olmalı…

Ve Mevlânâ derdi ki:

‘’Tenini besleyip geliştirmeye bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek, şereflenecek odur.’’ Mevlânâ’nın söylediği gibi beslenme programlarını takip ederek vücudumuzu beslemekten ziyade ruhumuzun gıdası kelimelerle beslenmemiz gerekmektedir.

Erken ölümler arasında öfkeye yatkınlık, kaygı, stres, keder, hüzün ve melankoli; sigara içmek, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, sağlıksız beslenme gibi risk faktörlerinden daha etkilidir...

Öfke kalbe en çok zarar veren bir duygudur…

‘’Kızgınlık kör, nefret sağır eder, her kim ki seviyorsa her şeyi tamdır’’ der bir Grek atasözü.

Öfkenin neden olmayacağı pek az suç vardır. Hiçbir şey öfke kadar insan düşüncesini saptıramaz. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller.

Yoğun duygusal stres altındaki erkeklerdeki ölüm oranı hayatlarını sessiz ve sakin geçtiğini ifade edenlere oranla üç kat daha fazladır.

Hayatımızdaki ilişkiler ne kadar anlamlı ise sağlığımız için de o kadar önemlidir…

Evet; diyetisyenlerin, uzmanların söylediği gibi gıdanıza dikkat ediniz ama siz siz olun, gelin beni dinleyin ve kullandığınız kelimelere daha çok dikkat ediniz… Çünkü bizi yediklerimiz, içtiklerimiz, soluduğumuz kirli havadan daha çok negatif kelimeler, düşünceler ve duygular hasta eder. Hastalıkların gerçek nedenleri insanların bedenlerinde değil, zihinlerinde gizlidir. ‘‘Kötü düşünen kötüdür’’ derdi Konfüçyüs…

Birazcık uzun (!) bir kutlama yazısı oldu ama bir çırpıda meramımı özetleyeyim ben yine de: Dil Bayramı'mız kutlu olsun!

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz