Kavin
10 Temmuz 1920'de Fransız işgali altındaki Adana’da Ermeniler tarafından Türklere karşı büyük bir şiddet ve soykırım harekâtına girişilir ve bu harekât sonucu onbinlerce Türk Toroslara doğru kaçar. Dört gün süren bu hareket tarihte ‘’Kaç Kaç’’ olayı olarak isimlendirilmiştir. ‘’Kaç Kaç’’ olayı aslında Kurtuluş Savaşının Çukurova’da geçen bir safhasıdır ve Fransız-Ermeni işbirliğinin Çukurova halkına hayat hakkı tanımamacasına giriştikleri imha hareketi karşısında Adana halkının Toros Dağlarının yamaçlarına çekilmesi hareketi olarak Millî Mücadele tarihimize geçmiştir.
Günümüzün popüler tarihçileri, edebiyatçıları pek bilmezler ama o günlerden kalan iki dörtlük ‘’Kaç Kaç’’ olayının o ürpertici manzarasını sanki bugünmüş gibi canlı canlı anlatıyor: (Yusuf Ayhan, Mustafa Kemal'in Pozantı Kongresi ve Adana'nın Kurtuluşu, Adana, İpek matbaası, 1963)
On Temmuz bilseniz ne kara gündü
Obalar göç etti ocaklar söndü,
Adana bir yangın yerine döndü
O günden ruhlarda bir sızı vardı
O gün döküldü masumlar kanı
Bu kaç kaç ateşi sardı Seyhan'ı
Boğulmak istendi Türkün imanı
Şafakta Kaç Kaç'ın izleri vardı
Şimdi siz başlıkta geçen ve ‘’güçlü ve cesur kız çocuğu’’ anlamına gelen Farsça kökenli ‘’Kavin’’ ismi ile girişte bahsettiğim ‘’Kaç Kaç’’ olayının ne ilgisi vardır diye düşüneceksiniz… Anlatayım o zaman:
‘’Kavin’’ yazar Serpil Ciritci’nin üçüncü kitabının adıdır. (Kavin, Kerasus Yayınevi, 2017) (Serpil Ciritci’nin diğer kitapları: Gümüşlük Meleği, Bizim Mahalle Yayınevi, 2012 ve Kuantumun Gücü, Puslu Yayıncılık, 2014)
Kitap işte girişte bahsettiğim bu ‘’Kaç Kaç’’ olayı ile başlıyor. Kitapta Çukurova’nın o zamanki çiftlikleri, köyleri anlatılıyor, sonra günümüze İstanbul'a kadar uzanıyor... Geri planda Marşal yardımı, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 olayları yer alıyor.
Kitapta geçen o köy tasvirlerini okurken bir an Yaşar Kemal’in ‘’İnce Memed’’ini anımsıyorsunuz… O köy efsanelerinde bir an Latife Tekin’in ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ünü hatırlıyorsunuz… O duygusal ve içten anlatımda Hasan Ali Topbaş’ın üslubunu görüyorsunuz. Kitapta bir Kevin bir Kayra anlatırken Ece Temelkuran’ın ‘’Devir’’ini düşünüyorsunuz.
Kitaptaki kahramanlarda kendinizi buluyorsunuz. ‘’Aha’’ diyorsunuz, ‘’İşte bu benim’’…
Bir başka yazar ''Akilah'' takma adını kullanan ve çok reklamı yapılan Azra Kohen’in ‘’Fi’’, ‘’Pi’’ ve ‘’Çi’’ isimli kitaplarındaki mekanik ses yok bu kitapta... Elif Şafak’ın kitaplarındaki duygusuzluk, hissizlik, monotonluk yok bu kitapta… Bu kitapta duygusal, içten ve lirik bir anlatım var.... Siz kitabı okurken sanki kulağınıza duygusal bir müziğin tınısı geliyor. Siz kitabı okurken metinde geçen sözcükleri ruhunuz sevgiyle sezip verilmek istenilen mesajı aklınızın anlamasına imkân veriyor.
Ve kitap bitince diyorsunuz ki ''yerel'' olmadan ''enternasyonalliğe'' soyunan yazarlara inat bu yazar ''bizden biri''...
Ve kitap bitince kendisi de Çukurovalı, Adanalı olan yazar Serpil Ciritci’nin hemşerisi Yaşar Kemal’in bayrağını ele aldığını görüyorsunuz…
Kitapta ismi geçen "Kayra" ise ‘’büyük bir kimseden gelen iyilik, ihsan’’ anlamına gelen Türkçe kökenli bir isim. Türk Mitolojisine bakıldığında ise ‘’Kayra’’ kelimesinin “Tanrı” anlamına geldiğini de görürüz.
Kitabı okuyup bitirince keşke kitabın adı da ‘’Kavin ve Kayra’’ olsaydı diye düşünüyorsunuz!
Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında yer alan ve aynı zamanda kitabın içeriğinde de geçen şu ifadeler sanki tüm bir hayatı özetliyor:
‘’Hayat sen ne verdiysen sana geri veren bir aynadan ibarettir…
O zaman ona ne verdiğine bak!.. Vermeden alamazsın. Sır budur.
Maddi ya da manevi, insanlardan hiçbir şeyini esirgeme. Para ya da hediyeler veremiyorsan dostluğunu ver… Gülüşünü ver… Bir demet papatya ver. Daha derin bir anlayışla baktığında aslında kimseye bir şey vermezsin. Sadece kendine verirsin. Çünkü hayatın o kadar muazzam bir alma-verme dengesi vardır ki verdiğin bir iğne bile olsa bir şekilde sana geri döner.
Hayatında yeni olana her zaman yer aç. Yeni bir arkadaş, kitap, sinema ya da ülke… Yeni bir şey yapmadan hayatına yeni bir şey girmez. Yeniye yer açmak da eski olanı sevgiyle uğurlamanı gerektirir.
Çünkü geçmişle hesabını kesmeden umuda yol alamazsın. Ağlamak, kendine acımak marifet değil. Mutsuzum diye sürekli hayıflanmak marifet değil. Bu dünyada ve bu masada dipsiz kuyulara düşmemiş tek bir insan mı var sanıyorsun? Marifet; o kuyunun dibine kadar indikten sonra çıkarak tekrar ışığı yakalamaktır.
Ama o kuyunun dibinde kalman gerektiği kadar da kal.
Çünkü oradaki karanlığı görmeden yukardaki ışığın keyfini çıkaramazsın. Bir an önce çıkacağım diye debelenme sakın. Hemen çıkmaya çalışırsan karanlık üzerine yapışır kalır. Ve gitmesi uzun sürer. Sen sadece bunun geçeceğini bil ve korkmadan sabırla bekle. Işık en hızlı böyle gelir.
Karanlığa direnmeden sabırla beklediğinde…’’
Kitapta da geçen bu ifade sanki günümüzde hepimizin gerek bireysel gerekse de toplumsal hayatımızda ihtiyacımız olan bir öneriyi sunuyor bize... Tane tane okuyup üzerinde sakin sakin düşünelim isterseniz:
''O kuyunun dibinde kalman gerektiği kadar da kal. Çünkü oradaki karanlığı görmeden yukardaki ışığın keyfini çıkaramazsın. Bir an önce çıkacağım diye debelenme sakın. Hemen çıkmaya çalışırsan karanlık üzerine yapışır kalır. Ve gitmesi uzun sürer. Sen sadece bunun geçeceğini bil ve korkmadan sabırla bekle. Işık en hızlı böyle gelir. Karanlığa direnmeden sabırla beklediğinde…’’
Karanlığa direnmeden sabırla beklediğinde...
Çünkü Şark'tan Garb'a bütün kadim düşünürler de hep aynı şeyleri söylerlerdi:
''Karanlığı hissetmeyen, aydınlığa kavuşamaz.''
Hani mevsim yaz ve tatil zamanı ya... Tatilde ne okuyayım diye düşünüyorsanız eğer düşünmeyin diye yazdım…
Osman AYDOĞAN