• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam785
Toplam Ziyaret2918988

Kisrâ


Kisrâ


28 Mart 2020


Kisrâ konusuna girmeden önce kısaca Ebu Zer el-Gıfârî’yi anlatmam gerekiyor.

Ebu Zer el-Gıfârî

Asıl adı Cündeb bin Cünâde bin Süfyân’dır. Kısaca Ebu Zer el-Gıfârî diye biliniyor. Ebu Zer lakabı oluyor. İslam'ı ilk kabul eden sahabelerdendir.  Doğum tarihi bilinmiyor… 652 yılında vefat ediyor.

Ebu Zer el-Gıfârî, ilk Müslümanlardan oluyor. Hz. Peygamber ile birlikte Mekke’den Medine’ye hicret ediyor. Halis bir mümin, cesaretli, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak biliniyor. Hz. Peygamberin övgüsüne mazhar oluyor.

Adıyaman ili Ziyaret köyünde bulunan türbenin Ebu Zer'e ait olduğu iddia ediliyor… Bu türbeyi Sultanı IV. Murat Bağdat Seferi dönüşünde inşa ettiriyor.

Bu girişten sonra gelelim tarihi bir vakaya:

Ebu Zer el-Gıfârî ve Muaviye

Emevi Hanedanı'nın kurucusu Muaviye, kendisine Şam’da görkemli bir Saray inşa ettiriyor. Muaviye Ebu Zer el-Gıfârî’yi sarayına davet ederek, sarayını gezdiriyor ve soruyor: “Sarayımı nasıl buldun?”

Ebu Zer el-Gıfârî, Muaviye'ye şu tarihi cevabı veriyor: “Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yaptırdıysan israftır. Eğer halkın parasıyla yaptırdıysan ihanettir ve haramdır. Kul hakkına girer. Bunu ancak firavunlar yapar.”

Saray merakı sadece Muaviye ile sınırlı kalmıyor. Tüm Emeviler döneminde İslam; saray, saltanat, taht, şaşaa, iktidar ve zenginlikle iç içe geçiyor.

Kisrâ

Kisrâ sözcüğünü Araplar, İran-Sasani krallarına atfen kullanıyor. Kisrâ, Sâsânî kral isimlerinden Hüsrev’in Süryânîce’de aldığı Kesrô (Kôsrô) şeklinden Arapçalaştırılıyor ve “Sâsânî hükümdarı” anlamında unvan olarak kullanılıyor. Bu nedenle de Muaviye, “Arap Kisrâsı” olarak da biliniyor. “Saray İslamı” da İslam dünyasında ha bire Müslüman kisrâlar üretiyor.

Hâlbuki Hz. Peygamber vefat ettiğinde evinde, elinde, üzerinde bu dünyaya ait hiçbir şey bulunmuyor. Hiçbir şey… Siyasal İslamcılar, dinbâzlar ve dinciler Hz. Peygamber’e dair çok şey anlatıyorlar da Hz. Peygamber’in bu özelliğini anlatmıyorlar.

Ancak bu esnada Batı dünyasında sarayların inşasına pek izin verilmiyor. Çünkü dünya tarihi, sarayların içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürüttüğünü gösteriyor. İşte bu nedenle de Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan '’özgür ve eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratıyor.

Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn

Sarayları ve içindekilerin birbiriyle olan ilişkilerini anlatan Osmanlıca bir deyim bulunuyor. Şimdilerde unuttuuuuk gitti. Aslında tam da bugünler için söyleniyor:

“Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn”

Deyimde geçen ''mekîn''; mekânın içinde oturan kişi anlamındadır. Bu deyim “mekânın şerefi / büyüklüğü içinde oturanındandır” veya ‘’makamın şerefi; mekânı tutandan gelir’’ anlamına gelen özlü bir söz oluyor.

‘’İçinde oturanların niteliği düştükçe, oturulan binaların şatafatının arttığı’’ evrensel kuralına uygun olarak padişahların niteliği düştükçe Osmanlı saraylarının da şatafatı artıyor.  Bu söze uygun olarak Osmanlı devleti en kudretli olduğu zamanda bile mütevazı Topkapı Sarayından idare ediliyor.

Ankara’nın Çankaya’sındaki sıradan bir bağ evi de Atatürk oturduğu için şerefliydi, büyüktü.

Ne yazık ki Osmanlıcanın bu ünlü sözü günümüzde “Şeref-ül mekîn, bi’l-mekân”a (Kişinin şerefi oturduğu mekânın şatafatındandır) dönüştürülüyor.

Osmanlının bu deyimini (Şeref-ül mekân, bi’l-mekîn) zaten teee bin yıl önceden Roma devlet adamı Cato bir başka ifadeyle basitçe formüle ediyor:

“Ahmaklardır uygarlığı görkemli binalarda arayanlar.”

Farabî ve ‘’El Medinetü’l-Fâzıla’’

Sekizinci ve on üçüncü yüzyıllar arasındaki İslam'ın Altın Çağı'nda yaşamış ve aslen Türk olan ünlü filozof, bilim insanı, gök bilimci, mantıkçı ve müzisyen Farabî, “El Medinetü’l-Fâzıla’’ (Faziletli, üstün şehir) (Litera Yay. 2018) adlı kitabında “Şeref’ül-mekân bi’l-mekîn’’ deyimi doğrultusunda şehri ele alıyor ve şehrin “Fazıl Şehir” (faziletli, üstün şehir) olma ön şartını bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlıyor ve şehri tek başına yöneticisiyle özdeşleştiriyor. Yani Farabî’ye göre ‘’at (şehir) sahibine (yöneticisine) göre kişniyor’’…

Farabî, Claude Julien ve Mareşal Henri Philippe Pétain

Mareşal Henri Philippe Pétain; Birinci Dünya Savaşı sırasında Verdun Muharebesi'nde kazandığı zaferle bir "milli kahraman" haline geliyor. Mareşal Henri Philippe Pétain, İkinci Dünya Savaşı'nda da işgalci Almanlarla, Nazilerle iş birliği yapıyor, yurtseverleri Nazilere satıyor, Vichy Hükümeti'nin başkanlığını yapıyor. Ancak Mareşal Henri Philippe Pétain, kaba saba, kültürsüz, görgüsüz, asabi yapıda köylü kökeninden geliyor.


Burada bir açıklama yapmam gerekiyor: ‘’köylü kökenli’’ tabiri aristokrat ve medenî Fransa’da çok farklı anlam taşıyor: Bu tabir Fransa’da; kaba saba, kültürsüz, görgüsüz, derinliksiz, yüzeysel, içi boş, patavatsız, kof, afra tafra yapan, celalî, lümpen, hodbin, rüküş ve sevgisiz anlamında kullanılıyor.

Şimdi, Farabî ile Fransız Yazar Claude Julien ve Fransız Mareşal Henri Philippe Pétain’in ne ilgisi bulunuyor diyeceksiniz! Bence demeyiniz…

‘´Le Monde Diplomatique’’ dergisi, 1 Kasım 1987 tarihinde yazar Claude Julien’in ‘’Des sociétés malades de leur culture’’ (Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar) adlı bir küçük kitapçık yayınlıyor. Yazar, makalesinde Petain Dönemi’nde egemen olan ruh halinin bütün toplumsal sınıfları etkilemiş olduğunu yazıyor.   


Claude Julien’in yazdığına göre Fransa’da ülkeye o zaman egemen olan Mareşal Henri Philippe Pétain'in şahsındaki bu kişilik, bu ruh hali, bu köylülük, bu kültürsüzlük, bu görgüsüzlük, bu afra tafra, bu şiddet, bu celâl, bu gerginlik, bu lümpenlik, bu hodbinlik, bu rüküşlük, bu sevgisizlik ve Nazilere bu yalakalık ülkenin bütün toplumsal sınıflarını, bütün şehirlerini, bütün caddelerini, bütün sokaklarını, bütün evlerini etkiliyor.

Yani Claude Julien, Farabî’nin, “El Medinetü’l-Fâzıla’’ (Faziletli, üstün şehir) adlı kitabında öne sürdüğü; ‘’şehrin kalitesinin bu şehri yöneten insanların kalitesine bağlı olduğu’’ ve ‘’şehrin tek başına yöneticisiyle özdeşleştiği’’ tespitini bir üst seviyeye çıkararak devlet yöneticisinin ruh halinin, karakterinin ve kişiliğinin bütün toplumsal sınıfları etkilediğini öne sürüyor.

Sonuç

Bu yazıdan şu kısa sonuçlar ortaya çıkıyor:

Birincisi: İslam dünyası Emevilerle beraber habire Müslüman kisrâlar üretiyor. Ancak saraylar, içindekilerle beraber çürürken toplumu da beraberinde çürütüyor. Batı’da ise '’eleştirel düşünce’’, sarayların değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratıyor. Bu zemin saray toplumlarında bulunmuyor, saray toplumlarında olmayan '’eleştirel düşünce’’, özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebilmesine imkân sağlamıyor.

İkincisi: İçinde oturanların niteliği, çapı ve kapasitesi düştükçe oturulan sarayların büyüklüğü, lüksü ve şatafatı da artıyor.

Üçüncüsü: Şehri ve devleti yöneten kişinin ruh hali bütün bir toplumsal sınıfları etkiliyor. Bu sonucu şöyle de ifade edebiliriz: Şehirdeki ve devletteki toplumsal sınıfların; faziletli, iyi, doğru, dürüst, nitelikli ve ahlaklı olmasını istiyorsanız bu nitelikteki yöneticileri seçmeniz gerekiyor. (Siz buradaki ‘’şehir ve devlet yöneticisi’’ ifadesini şirket, kurum, kuruluş, kulüp, daire, başkanlık, müdürlük, aile vb. olarak da değiştirebilirsiniz!)

Ve dördüncüsü: Eğer bir toplumda; toplumsal bir dejenerasyon, toplumsal bir yozlaşma, toplumsal bir çürüme veya toplumsal bir ahlaki çöküş varsa bu şehirlerin ve devletin başında bulunan kişilerin dejenerasyonundan, yozlaşmasından, çürümesinden veya ahlaki çöküşünden kaynaklanıyor. Yani ataların kısa ve öz deyimiyle balık baştan kokuyor.

Bana da naçizane bütün bunları arz etmek kalıyor.

Osman AYDOĞAN