• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam385
Toplam Ziyaret2891259

İbnü’l Arabî


İbnü’l Arabî


11 Haziran 2017


Ramazan ayı yazılarım çerçevesinde bugün; mutasavvıf, İslam düşünürü ve şairi, İslam dünyasında hakkında en çok tartışılan bilgini ve İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî ile beraber İslam tarihindeki üç büyük düşünürden birisi, ‘’Vahdet-i vücut’’ (varlık birliği) diye anılan tasavvuf kuramını oluşturan ve bu kuramla anılan bir bilge kişi olan İbnü’l Arabî’yi anlatacağım…

Peşinen söyleyeyim, uzun bir yazımdır. Ancak, kızım diye, pardon, yazım diye söylemiyorum, İbnü’l Arabî’yi de böylesine anlaşılır, akıcı ve derli toplu anlatan bir başka yazı da bulamazsınız. 

İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbnü’l Arabî ve Şeyh-ül Ekber (Büyük Şeyh) diye meşhûr olmuştur. Genellikle Muhyiddin İbnü’l Arabî diye bilinir… Onu anlayamayanların dilinde ise ismi Şeyh-ül Ekfer'dir (Kâfir Şeyh).

İbnü’l Arabî, Muvahhidun döneminde 1165 yılında Mursiye (Murcia), İspanya’da doğar, 1239 yılında Şam'da vefat eder…

Tasavvufta o bir başlangıçtır… Ardından gelenler ise (Sadreddin Konevî, Dâvûd-i Kayserî, Molla Fenârî gibi) bu yolda devam etmişlerdir…

Fransız Matematikçi ve yazar René Guénon; Dante’nin ‘’İlahi Komedyası'’nda adı geçen ‘’İnferno’’ (cehennem)yu kaleme alırken İbnü’l Arabî’nin ‘’Kitab el-İsra’’ (Gece yolculuğu kitabı) ile ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ (Mekke İlhamları) adlı eserlerinden faydalandığını iddia eder. İbnü’l Arabî’nin gerek ‘’Kitab el-İsra’’ ve gerekse de ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adlı eserlerdeki simge ve semboller, özellikle Dante'nin cehennemi ile İslami cehennemin benzerliği, Hz. Muhammed'in Mirac'ı; cehennem ve cennetten sonra her ikisi eserde de başkarakterin nurani bir yoğunluktan (Tanrı) bahsetmesi bu iddiayı kanıtlar niteliktedir…

René Guénon'un da kabul ettiği bu iddia, aslında kendisi de Endülüslü olan tarihçi Miguel Asin Palacios’a aittir. Miguel Asin Palacios, ‘’Dante ve İslam’’ (Okuyan Us Yayınları, Mayıs 2010) isimli eserinde bu iddiayı dile getirir.

İbnü’l Arabî, 1182'de İbnü’l Rüşd ile görüşür. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnü’l Rüşd’ün ‘’bilgi'’nin ‘’akıl yolu'’yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin ise gerçek ‘’bilgi’'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşif yoluyla elde edilebileceğine inanır…

Ve Endülüs’te bir süre daha kaldıktan sonra keşif için yola çıkar İbnü’l Arabî… Devrindeki tüm İslam coğrafyasını gezerek; Fas, Medine, Mekke, Şam, Musul, Bağdat, Halep ve Konya’da çeşitli bilginlerle tanışır ve görüş alışverişinde bulunur…

İbnü’l Arabî, 22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Şam’da vefat eder.

İbnü’l Arabî Konya, Sivas ve Malatya’da

İbnü’l Arabî Selçuklu hükümdarının daveti üzerine 612’de (1215) Bağdat'tan Konya'ya gelir ve veliaht Keykavus’a hoca olur. Yukarıda bahsettiğim Endülüs tarihçi Miguel Asin Palacios, onun Konya’ya gelmesinin tek sebebinin sultanı Hristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. Ancak durum böyle değildir. İbnü’l Arabî, dönemin belli başlı Selçuklu yerleşim bölgeleri olan Konya, Sivas ve Malatya’da bulunur…


Arabî’nin Konya ziyareti esnasında Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını kaleme aldığı rivayet edilir.

Konya’ya bu gelişinde Mevlânâ henüz 12 yaşındadır. İbnü’l Arabî pazar yerinde çocuk Mevlânâ'yı babasının arkasında yürürken gördüğünde şöyle der ardından; "Hayret! Bir umman (okyanus), bir göle takılmış gidiyor."

Konya'da 8 yaşındaki çocuğuyla dul kalan bir kadınla evlenir. 8 yaşında eğitimine başladığı bu çocuk, Mevlânâ'nın çağdaşı Sadreddin Konevî'dir.

İbnü’l Arabî, Konya’dan sonra Halep ve Sivas’a gider. Buralarda bir süre kaldıktan sonra 615’te (1218) Malatya’ya yerleşir. Burada dört yıl kalır.  Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlenir. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya gelir… Böylece Muhammed Sa‘deddin, Sadreddin Konevî’nin üvey kardeşi olur...

Şu sözleri onu anlatmaya yeter:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’


"Yeryüzünde nice dolaşan vardır ki, yer ona lânet eder. Yer üzerinde nice secde eden vardır ki yer onu kabul etmez. Nice dua eden vardır ki kelamı dudağının ucunu geçmez."

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

“Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Sen içine dön, yalnız dışınla meşgul olma. Çünkü sen cisminle değil ruhunla insansın."

"Maddi hayata meyledenler için hayat deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susarlar, susadıkça içerler."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları âdemden vücuda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"... artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. O ses, o mesaj, o çığlık şuydu;

‘’Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık...
O artık ceylanlar için bir çayır,
keşişler için bir manastır,
puta tapıcı için bir mabet,
hacı için bir Kâbe,
Tevrat levhaları,
Kur'an kitabıdır.
Ben aşk dinini vazediyorum.
Ve hangi yöne yönelirse yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.’’

Mevlânâ’nın sanki İbnü’l Arabî'yi anlatırcasına bir sözü vardır; ‘’Her devirde peygamber yerine bir velî vardır. Bu sınanma kıyamete kadardır.’’ İbnü’l Arabî Mevlânâ'nın bahsettiği peygamber yerine bir velidir.  Aslında, Endülüs'ten başlayıp üç kıtayı dolanan ve Şam'da huzur bulan bir sestir, bir mesajdır, bir çığlıktır O. İşte günümüzdeki tüm sorunlarımıza, tüm problemlerimize, tüm ihtilaflarımıza, tüm sıkıntılarımıza çözüm sunacak bir mesajdır bu çığlık!... Ahhh ki ahhh; bir anlayabilsek!

İbnü’l Arabî’nin kitapları

İbnü'l Arabî'nin sanki günümüzde yazılmışçasına tat veren 500 civarında olduğu tahmin edilen kitaplarından günümüze 250'ye yakın eseri ulaşmıştır. Türkçeye çevrilen eserleri ise onu geçmez!...


İbnü'l Arabî'nin Türkçeye çevrilen bu kitapların önemlilerinden bahsedeceğim…

Fütûhât-ı Mekkiye

İbnü’l Arabî bu eserini (Fütûhât-ı Mekkiye, Esma Yayınları, 2001) otuz yılda tamamlar. (Hicri 598 – 629) Eser 560 bölümden oluşur… İslam dünyasının tematik olarak hazırlanmış ilk ve tek ilimler ansiklopedisidir. ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’, İbnü’l Arabî’nin tasavvufi görüşlerini en geniş boyutlarıyla açıkladığı eseridir.


İbnü’l Arabî, ‘’Fütûhât’’ının birinci cildinde şunları yazar: "Allah kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâlini göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için kâinat küreler halinde yaratılmıştır. Dünya küre şeklindedir ve ekseni etrafında dönmektedir." Bu satırlar yazıldığında henüz Galileo’nun doğmasına 400, Kopernik’in doğmasına ise 300 yıl vardır.

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında Sebte kentinde rastladığı hocası İbn’üs Sâig’ten aktarır: ‘’Dünyayı def ve flüt ile yiyip bitirmek, benim indimde din ile yiyip bitirmekten daha iyidir. Elinden geldiği kadar dince lânet etmekten kaçın.’’ Bu sözü günümüzde anlayabilecek kaç din adamı ve kaç siyaset erbabı vardır acaba?

İbnü’l Arabî ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ isimli kitabında bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) gördüğünü yazar. Bu kişi kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbnü’l Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Âdem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbnü’l Arabi ona Hz. Âdem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Âdem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?” Bu yanıt üzerine Arabî, "O zaman hatırladım ki hadiste 'Allah yüz bin Âdem yaratmıştır' diye yazardı" der.  Hz. Âdem yaratıldı tüm melekler sordu: "Dünyaya fesat getirecek bir varlık mı yaratacaksın?" dediler. (Bakara-30) Melekler bunu -insanın dünyaya fesat getirecek olmasını- nereden biliyorlardı? Demek ki melekler daha önceden insanı tanıyorlardı... Kuran bazı konuları ucu acık bırakarak ‘’Akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz?" diye buyurmaz mı?

Yeri gelmişken İslam dünyasında hep yanlış anlaşılan ‘’Fetih’’ ve ‘’Fütûhât’’ kavramlarına İbnü’l Arabî’ni tanımlamasıyla bir açıklık getirmek istiyorum.  Fetih (bazen ‘’feth’’ diye de yazılır) kelimesinin çoğulu ‘’fütuh’’, bunun da çoğulu ‘’Fütûhât’’dır. Sözlük anlamı;  “açmak, yardım etmek, zafer” anlamındadır. Tasavvufta ise “Allah’ın rızık gibi maddî, ilim ve marifet gibi manevî lütuflarını kuluna açması” anlamına gelir. İbnü’l Arabî’ye ilham ürü­nü olan bilgiler kendisine Mekke’de gel­diği ve eseri burada yazmaya başladığı için bu kitaba ‘’Fütûhât-ı Mekkiye’’ adını verir. Kitabın bu özelliğini çe­şitli vesilelerle vurgulayan İbnü’l Arabî, noktasına varıncaya kadar eserdeki bü­tün bilgilerin ilâhî ilham (İlkâ-i Rabbânî ve imlâ-i ilâhî) mahsulü olduğunu ileri sü­rer. Yani ‘’fetih’’, İbnü’l Arabî’nin anlattığı gibi, dini bilmeyenlerin, dini siyasetlerine araç olarak kullananların anladığı şekliyle bir başka ülkenin işgali, alınması, topraklarına el konulması değildir…

Fusüs’ül-Hikem

İbnü’l Arabî’, Şam'a geldiğinde kendisinin ‘’Fütûhât'’tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen ‘’Fusüs'ül Hikem’’i (Bilgelik Fanusları) (Kabalcı Yayınları, 2016) kaleme alır. İbnü’l Arabî bu eseri rüyasında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. İbnü’l Arabi, Fusüs’u yazma nedenini şöyle açıklıyor: “627 Hicret yılı, Muharrem ayının son günlerinde, Şam’da iken. Tanrının peygamberi Hz. Muhammed’i gerçek bir rüya anlamında gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana dedi ki, bu Fusüs ül-Hikem kitabıdır. Bunun al ve halka açıkla ve bu bilgilerden herkes yararlansın.” 


27 bölümden oluşan bir kitap olan Fusüs’ül-Hikem’in her bölümünde bir peygamberin kişiliği ve görevlerinin özelliği anlatılır.

‘’Fusüs'ül Hikem’’de şunları yazar İbnü’l Arabî; “Âlem, Allah’ın belirmesidir. O, âlemin ruhu olup, sevk ve idare eder. Evrenin tümü O’dur, O, benim ve O’nun varlığı ile ayakta duran tek varlıktır. Âlemin başka gerçek bir varlığı yoktur. Âlem, O’ndan ayrı bir varlık değildir. Görmez misin ki, gölge sahibinden çıkmış ve ona bitişik olduğu halde, sahibinden görünüşte ayrılması imkânsızdır. Nasıl insanın gölgesi, ancak gölgenin düştüğü yer aracılığı ile görünüyorsa, Âlem de, Allah’ın gölgesinin üzerine düştüğü madde aracılığı ile idrak edilir, bilinir.”

Kur’an-ı Kerim’de, “Her şey beni zikreder ama siz anlayamazsınız” denilir. Bu ayeti anlamak, ancak maddenin, var olan her şey hakkında bilgilenme yönünde ve evrimimizde aracı olarak kullanılmasıyla mümkün olabilir.

İbnü’l Arabî ‘’Fusüs’ül-Hikem’’de şunları yazar;

‘’...küçük insan, büyük âlemin (kozmos) bir minyatürüdür... İnsan varlığı, âlemden daha da küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu âleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi." İbnü’l Arabî bu sözüyle; ‘’Hakk'ın gölgesidir insan. İnsan, Hakk'ın tüm isimlerini almış, Hakk'dan ayrı değil’’ mesajını veriyor.

‘’Fusüs’ül-Hikem’’in Nuh bahsinde teşbih ve tenzihi anlattığı bölümde şunları yazar:

(Teşbih; Benzetme. Tenzih; Arılama, kusur kondurmama, Allah'ın bütün kusurlardan uzak olduğuna inanma.)

"...yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun;
yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun.
hem tenzih hem de teşbih edecek olursan,
dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun.
imdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu
ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu.
eğer ikileyici isen, teşbihten sakın!
ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın!
imdi, sen o değilsin ve sen o’sun;
ve sen o’nu şeylerin ayn’ında
kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün.
Allahu teala, “o’nun benzeri hiç bir şey yoktur” (şura suresi, 42/11) diyerek tenzih
etti; “o, semi ve basir’dir” (şura suresi, 42/11) diyerek teşbih etti. Ve Allahu teala,
“o’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi; “o, semi
ve basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı..."

İlâhi Aşk

İbnü’l Arabî, ‘’İlâhî Aşk’’ (İnsan Yayınları, 2016) isimli kitabında aşağıdaki şu hikâye yer alır: (s. 134)


''Allah rahmet etsin, babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum; ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumruyu takip etmektedir. O anda aniden, kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havaya yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. 'Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık' diye devam etti babam; 'sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık' diye anlatmıştı. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?''

Aşkın ne olduğunu anlıyorsunuz değil mi?

Şeceretü’n-Nu‘mâniyye

Önce bu kitap hakkındaki yanlış bilgileri düzeltmek istiyorum. Ne yazık ki ülkemizde İbnü’l Arabî’nin bu kitabı ‘’Eş-Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devlet-i Osmaniyye’’ (IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2017) ismiyle yayınlanır. Hâlbuki İbnü’l Arabî’nin eserini aslı sadece ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ şeklindedir. Bu yanlışlığa sebep ise Osman Gazi'ni doğumundan 18 yıl önce vefat eden İbnü’l Arabî’nin bu eserinde; şifreli olarak Osmanlı Devletinin kurulacağını müjdelediği, sultanlarından ve Yavuz Sultan Selim’den ismen bahsettiği iddiasıdır…


İbnü’l Arabî  “Şeceretü’n-Nu‘mâniyye” isimli eserinde  “Tılsım sâhibi ilk ‘Sîn’in varlığından söz eder.  Burada bahsi geçen ‘’Sîn’’’in Yavuz Sultan Selîm olduğu iddia edilir… “Onun cülûsu”nun ‘Mim’den sonra” olacağını söyleyerek onun tahta geçişinin kendisinden önceki en büyük hükümdâr olan Fâtih Sultan “Mehmed”den daha sonra olduğuna işaret ettiği iddia edilir. Bu şifreye göre “Mim”den, yâni “Mehmed”den sonra tahta geçecek olan “Sin” yâni “Selim”dir.

“Sîn'in zafer sevinciyle Şın’a vardığı zaman unutulmuş vîrâne bir kabri açığa çıkaracağı''nı belirterek; “Yıkık ve vîrâne olan kabr”in onun söylemesiyle ziyâdeleştiril”eceğine işaret eder. Ki, bu “yıkık ve vîrâne kabir” İbnü’l Arabî’nin, kendisine zındık diyen câhiller tarafından yıkılarak yerle bir edilen kendi kabridir.  ''Şın'' ise Şam şehridir. Malum; ''Sin'' ve ''Şın'' Arap harflerinde ''S'' ve ''Ş''nin karşılığıdır. Onun bu kerâmeti halk arasında daha çok; “İzâ dehalu Sîn fi’ş-Şîn, zahara fî kabruhû Muhyi’d-dîn”  (“Sîn Şın’a dâhil olunca, açığa çıkar kabri Muhyiddîn’in!”) ifâdesiyle dile getirilmiştir… 

İbnü’l Arabî’nin bu kehanetini doğrularcasına 1516 yılında Yavuz Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında İbnü’l Arabî'nin kabrini buldurur, buraya türbe yapılmasını, yanına da bir cami ve imareti inşasını emreder. İkinci Abdülhamit de türbesini tamir ettirir. Osmanlı son dönemine gelinceye kadar İbnü’l Arabî’nin Şam’daki türbesi ve camisinin bakımını üstlenir ve buraya görevli kimseler tayin edip maaş bağlar…

İbnü’l Arabî’nin kabri halen Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde İbn Arabî'nin kendisine ait olduğu iddia edilen '’bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benim ismimle anılacak’' mealindeki bir beyit yazılıdır. (felikülli asrın vahidün yesmü bihi ve ene libâg'el asrı zak'el vahid) 2005 yılında Şam'a yaptığım bir ziyarette bu mütevazı kabri ziyaret edip dua etmek kısmet olmuştu bana…

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.” diye söylerdi Mevlânâ. Mevlânâ’nın söylediği gibi İbnü’l Arabî'nin mezarı da aslında bahsettiğim gibi Kasiyun Dağı eteğinde değil âriflerin gönüllerindedir. Allah rahmet eylesin…

İbnü’l Arabî’nin diğer kitaplarında yer alan görüş ve hikâyeleri

İyi ve kötü

İbnü’l Arabî bir kitabında şöyle yazar (İslâm Tasavvuf Tarihi, Akabe Yayınları, 1985, Mehmed Ali Ayni, sayfa 21): “İzâ kâne’l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu’tekıd.” Anlamı: ‘’Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve aynı şeydir.’’ Bu sözdeki derinliği anlayacak günümüz dünyasında kaç Müslüman din adamı vardır acaba? Hiç yoktur değil mi?...


Gâvur hangisi, dayım hangisi?

İbnü’l Arabî bir kitabında da Endülüs'te bir çocukla dayısının başından geçenleri anlatır:


''Endülüs'te çocuğun biri dayısıyla gayrimüslim bir değirmenciye buğday götürmüş. Yüz okka buğday verip doksan okka un alacaklarmış. Değirmenci de kantara hile karıştıran bir adammış. Yüz okka buğdayı alıp doksan okka un yerine seksen okka un tartıp doldurmuş bir çuvala. Çocuğun dayısı da adamdan hakkını istemiş. "Sen ne biçim adamsın?" demiş.

Aralarında bir tartışma başlamış. Sonunda gırtlak gırtlağa gelip kavgaya tutuşmuşlar. Çocuk ne yapacağını şaşırmış. Dayısı ile değirmenci oradan oraya savrulmuşlar. Çuvallar patlamış, ikisi de bembeyaz una bulanmışlar. Çocuk da gitmiş eline bir sopa geçirmiş, dikilmiş adamların başına. Bembeyaz undan iki adam! Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi, dayım hangisi? Gâvur hangisi..?'' Bu hikâyeden sonra şöyle der İbnü’l Arabî: ''Allah kulunun zahirine bakar batınını görür. Nice içi kâfir, dışı Müslüman, dışı kâfir, içi Müslüman vardır. Allah'ın Bakara Suresi'nde buyurduğu gibi: 'İşte onlar hidâyete karşı delâleti satın alanlardır. Fakat onların ticareti fayda etmemiştir. Onlar doğru yolu bilen kimseler de değildir..' "

Hz. İbrahim ve bir misafir

Bir kitabında Hz. İbrahim ile ilgili şu hikâyeyi anlatır: Hz. İbrahim peygambere bir müşrik misafir olmak istedi, Hz. İbrahim: ''Müslüman olursan misafir ederim'', dedi. O da kabul etmedi. Döndü, gitti. Cenabı Hak İbrahim'e, “bir lokma ekmek için herifin dinini, babasından kalan alıştığı dinini terk etmesini teklif ettin. O, yetmiş senedir gâvurluk yapar, ben onu besliyorum ve rızkını kesmedim,” buyurunca, Hz. İbrahim yola çıktı, ona yetişti. “Gel,” dedi, “seni misafir edeceğim. Çünkü Rabb'im senin için beni azarladı,” deyince; o, hem misafir oldu hem de Müslüman oldu.”


Marangoz ve minber

İbnü’l Arabî bir başka kitabında da şu hikâyeyi anlatır:


Bir zamanlar Bağdat'ta ünlü bir marangoz varmış. Ömrünün son zamanlarında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel, sedef kakmalı, ceviz ağacından. Her gören onun güzelliğiyle büyüleniyordu. Bu güzel minberin namı aldı yürüdü. Bağdat'a her gelen bu minberi alıp falanca camiye koymak istiyormuş. Fakat marangozun cevabı hep "Hayır" oluyordu." Bu minber Mescid-i Aksa' da duracak". Ahali şaşırıyordu tabii. İyi de Kudüs Haçlı işgali altında. "Benim işim minber yontmak, Bir babayiğit de çıksın Kudüs'ü alsın. Bu minberi yerine oturtsun."

Herkes bu hikâyeyi minberin güzelliğini bire beş katarak birbirlerine anlatır oldu. Daha sonra 7-8 yaşlarında bir çocuktan dinlediler bu hikâyeyi. Ama O çocuk minberin güzelliğinden çok müessirin vasiyetine kulak verdi. Aradan 40 yıl geçti ve o minberi durması gereken yere Mescid-i Aksa' ya yerleştirdi. Diller onu Selâhaddinî Eyyubi diye andı.

Hikâyeyi şöyle bitirir İbnü’l Arabî: ''Bu işler böyledir. Biz o marangoz misali minberler yontarız. Bizim bu emanetlerimizi yerine koyacak er kişiler elbette çıkacaktır.''

İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri

Şam’da, İbnü’l Arabî’yi sevmeyenlerden biri, her namazdan sonra bu büyük veliye on defa lanet okurdu. Bu olaydan İbnü’l Arabî’nin de haberi olur, ancak hiç bir tepki vermezdi. Bir süre sonra İbnü’l Arabî’ye lanet eden adam ölür. İbnü’l Arabî, hiçbir şey olmamış gibi adamın cenazesine katılır.


Cenazenin defninden sonra arkadaşlarından biri, İbnü’l Arabî’yi evine davet eder. İbnü’l Arabî evde kıbleye müteveccih bir şekilde oturur. Zikir ve duâ ile meşgul olmaya başlar. Dostu yemek zamanı yemek hazırlar, ancak İbnü’l Arabî yerinden kalkmaz. Sadece namaz için yerinden kalkmakta ve yine kıbleye doğru yönelip tesbih çekmeye devam etmektedir.

Bir süre sonra yüzü mütebessim ve içini sevinç kaplamış bir vaziyette kalkarak dostuna, ”Ben acıktım, bana yemek hazırlayın” der. Dostu merakla yemek hazırlamasına rağmen, neden yemediğini sorduğunda, İbnü’l Arabî şu cevabı verir: ”Ben, bana lanet okuyan adamın ruhuna yetmiş bin kelime-i tevhid okumaya ve o affedilinceye kadar hiçbir şey yememek ve içmemek üzere kıbleden yüzümü çevirmeyeceğime dair Allahü teâlâya ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”

Bir meczup

İbnü’l Arabî bir kitabında da şu hikâyeyi anlatır; 


Bir meczup, köy meydanına gelir; çevrede dolaşmakta olan kalabalığa; "ey ahali, ben Peygamberim!" der. Kimse onu ciddiye almaz. Garip kılığına, deli gözlerine bakıp gülerler. Meczup kendinden çok emindir. "Ey ahali, ben peygamberim! Eğer bana inanmıyorsunuz, şu arkamdaki duvar dile gelsin ve size benim peygamber olduğumu söylesin." der.

Yine kimse bu meczubu ciddiye almaz fakat birden duvar dile gelir ve şöyle der;  "Yalan! Bu adam peygamber falan değil."

(Bu hikâye aynı zamanda Zülfü Livaneli'nin ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' (Can Yayınları, 1996) adlı romanının giriş kısmıdır. Ancak Livaneli kaynağını yazmaz!!!)

İbnü’l Arabî’nin tasviri

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, ‘’İbn Arabî’’ (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995) isimli kitabında İbnü’l Arabî için şunları yazar: (s. 172–173) 


‘’İbnü’l Arabî aşk (sevgi) ile güzellik (cemal, hüsn) arasında sıkı bir bağ kurar. Aşk kendi başına ve bağımsız bir değer değildir. Onun temeli güzelliktir. Kusursuz ve en mükemmel güzel (cemal-i bâkemâl) de Allah’tır. İnsan onun için Allah’ı sever. Allah bütün güzellikleriyle âleme tecelli etmiştir. O halde ilahi bir tecelliden ibaret olan âlem bütün olarak da, parçalar halinde de güzeldir. Allah’ın güzelliği hem şekil ve suret halindeki maddi güzelliklerin, hem de ilim, marifet, ahlak (siret) ve kemal tarzındaki manevi güzelliklerin kaynağıdır.

Fakat yine de onun esas güzelliği her çeşit şeklin üstünde ve ötesindedir. Allah en güzel olduğu için sevilir ve sevilerek ibadet edilir. Fakat insan güzeldir, hem Allah onu kendi suretinde yarattığı için, hem halifesi olduğu için hem de: “Biz onu en güzel biçimde yarattık” dediği için hem de ilahi güzelliği en iyi biçimde yansıttığı ve Hakk’ın tecelligâhı olduğu için. Bundan dolayı Allah insanı sever, sözü edilen nitelikler en fazla velilerde ve peygamberlerde mevcut olduğu için onları daha çok sever, bu hususlar en mükemmel biçimde Hz. Peygamber’de mevcut olduğu için de en çok onu sever. Bunun için o Allah’ın sevgilisidir (habibullah, mahbub-i kibriya).

İnsanın diğer varlıkları sevmesinin sebebi bu varlıkların kendi kabiliyetlerine göre ilahi güzelliğin tecelligâhı (mazharı) olmalarıdır. Zahidlerin durmadan kötüledikleri, abidlerin sırtlarını döndükleri bu âlem İbnü’l Arabî’nin gözünde fevkalade güzeldir, güzelliklerle doludur. O halde aşk ve sevgi ile dolu olmalıdır.

İbnü'l Arabî bir sevgi dünyası, bir sevgi dili kurmuş ve: “Benim dinim sevgi dinidir, ben sevgi kıblesine yöneldim” demiştir. Daha önce de var olan bu sevgi anlayışını geliştiren İbnü’l Arabî onun sisteminin özü ve kaynağı, tasavvufun da vazgeçilmez bir temel unsuru haline getirmiştir. Buna rağmen Mevlâna ile karşılaştırıldığı zaman İbnü’l Arabî’nin sisteminde sevgiden çok bilgiye (marifet) ağırlık verdiği görülür.’’

Roosewelt ve İbnü’l Arabî

Mahmut Sadettin Bilginer, ‘’Tasavvufta Allah ve İnsan’’ (H Yayınları, 2011) isimli kitabında şu bilgiyi verir (s. 122-123): 


İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhurbaşkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen bu heyetle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zat anlatıyor:

Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine; “Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı… Ve devamla;

“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen bilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada bilim, felsefe ve mistik alanda sayıları birçok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beş yüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış âlim ve mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l Arabî üzerinde birleştiklerini tespit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Fusüs’ül Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiye gibi değerli birçok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üç yüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu gecikme neden? İşte bunu bilmek istiyorum.”

Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı: “Efendim'' dedim, ''önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyh’ül Ekber Muhiddin İbnü’l Arabî’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam âlimleri ve önderleri) ve mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.”

Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben her gün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütûhât-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık.

İbnü’l Arabî’nin görüşleri

İbnü’l Arabî, Vahdet-i Vücud (Varlık birliği) öğretisinin baş sözcüsüdür. Ancak bu öğreti İbnü’l Arabî’nin eserlerinde bu adla anılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbnü'l Arabî'nin öğrencisi Sadreddin Konevî’dir. Vahdet-i Vücud tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaratılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan bir görüştür.


‘’Kudsî Hadisler’’ (hadîs-i kudsî) diye bir kavram vardır. Bu tür (Kudsî) hadisler Allah'ın kelamıdır. İbnü’l Arabî’nin aktardığı bir hadîs-i kudsî de Yüce Allah buyuruyor ki: “Gizli hazine idim. Bilinmek istedim ve tüm bir kâinatı ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” Bu hadis; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır. İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleri anlamındadır bu hadis.

İbnü’l Arabî'ye göre insan mücmel (sözü az, mânası çok olan) bir varlıktır. Bu mücmeli mufassal (geniş, izahlı olarak, tafsilâtlıca) hale getirdiğimizde ise insanın birçok alt hakikatten meydana geldiğini görürüz. Başka bir deyişle, insan mecmu, yani bütün âlemin ve âlemdeki hakikatlerin toplamıdır. Bu özelliği ile tüm âleme ve hakikatlere içkindir ve "içerdiği parça hakikatler ile âlemdeki şeylerin mukabilidir ve insan bütün âlem hakkındaki bilgisini kendisinde bulunan bu tikel parçalarını bilfiil hale getirmekle elde edebilir."

İbnü'l Arabî'den yüzyıllar sonra ortaya çıkan Kuantum düşüncesi de farklı bir şey söylemiyordu zaten; ‘’gözlemci ile gözlemlenen ayrılmazdır, birdir, bütündür.’’ Fransız filozof Michel Foucault da 1996 yılında yayınladığı ‘Kelimeler ve Şeyler’ (Les Mots es les choses) isimli kitabında da ‘’bakanın bakılan olduğu’ tespiti yapıyordu.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger'in İbnü’l Arabî'yi okuduğu bilinir.

Bir kısım bilim adamları Doğu felsefesinin Spinoza’sı olarak adlandırırlar İbnü’l Arabî''yi... Baruch Spinoza, 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerindendir. En büyük eseri ''Ethica'' adlı kitap olan Spinoza da tuhaf bir çelişkiyle İbnü’l Arabî gibi hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir..

İbnü’l Arabî’nin kendisi hakkında söyledikleri

Bir kitabında okuyucuları için şunları yazar İbnü’l Arabî: "İşte ben, meyveleri olgunlaşmış bir bahçeyim; meyveleri bir araya toplanmış bir bahçe. Öyleyse, sen benim perdelerimi kaldır ve benim yazdığım bu yazıların, bu satırların içerdiği şeyleri oku!"


Bir başka kitabında da ‘’Bizi tanımayan kitaplarımızı okumasın’’ der. Eserlerinden istifade edebilecek kimseler için de "kemerlerini sıkmış, nefsini tezkiyede (nefsini temiz bilmek, nefsini kusursuz addetmek) önemli mesafe kat etmiş ve gönlünü dünyadan çekip almış" olmalarını şart koşar.

İbnü’l Arabî’ye yöneltilen suçlamalar

İbnü’l Arabî’nin ardından gelen Seyyid Nesîmî ile kendisinden önce yaşamış olan Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî gibi bilginler İbnü’l Arabî’nin inancına sahip olmuşlar ve "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözü ile bu inancı pekiştirmişlerdir. Dönemlerinde, bu evliya, anlaşılmamış, dinden çıkmakla, sapkınlıkla, zındıklıkla, şirkle suçlanmış, kimisi de bu suçlamalardan dolayı idam edilmişlerdir.


Hallac-ı Mansur; "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) dedi idam edildi. Cüneyd-i Bağdadî; ‘’leyse fî cübbeti sivallah’’ (cübbemin altında Allah’tan başkası yoktur) dedi idam edildi. Seyyid Nesîmî; Tanrı’nın insanın içinde olduğunu, insanın Tanrı’yla bütünlük gösterdiğini’’ söyledi, canlı canlı derisi yüzüldü. Bayezid-i Bestamî;  “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yoktur!.’’ dedi, idam edilmedi ama zındıklıkla suçlandı.  Kendi ifadesiyle; “Yolun başında idik ‘sıddık’ dediler. Sonuna vardık ‘zındık’ dediler.”

İbnü'l Arabî’yi de kâfirlikle suçladılar. Bu nedenle O’na da; Şeyh-ül Ekfer (Kâfir Şeyh) dediler. Buna esas neden de yazdığı ‘’Futûhât-ı Mekkiye'’deki sözleriydi. Bu sözlerden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında idam fetvası verilmişti.

Fransız yazar ve filozof Voltaire İbnü’l Arabî'nin İslam dünyasında bir kısım insanların kendisine ''Şeyh'ül Ekfer'' (Kafir Şeyh) diye tanımlamalarını şu sözlerle özetliyor: "Müslümanlar içinde bir adam çıkmış, onu da kendilerinden saymıyorlar."

Sadece İslam dünyası değil, Hristiyan dünyası da böyleydi:

Giordano Bruno; ‘’Tanrı Bir’dir, her yerdedir, hem de her şeyin üzerindedir. Birbirinden ayrılmaz olan Zekâ, Ruh ve Madde, Tanrısallığın üç görünümüdür.’’ dedi, canlı canlı yaktılar. Giordano Bruno derdi ki; ‘’anlamak zordur, basit ve kaba şeyler basit ve sokak insanları için geçerlidir.’’ Basit ve kaba insanlar anlamadı onları…

İbnü’l Arabî’yi koruyan ve savunan Osmanlı

Arap dünyası İbnü’l Arabî’yi böylesine zındıklıkla, kâfirlikle suçlarken İbnü'l Arabî’ye sahip çıkan Osmanlı olur… Yukarıda bahsettiğim gibi Yavuz Sultan Selim tahrip edilen mezarını bulup ona bir türbe ve cami yaptırır…

18. yüzyılın dîvan şairlerinden Sünbülzâde Vehbî de İbnü'l Arabî hakkında bir menkıbe yazarak ona yapılanların bir tenkitten çok bir iftira olduğunu ifade eder:

“Sakın eslâfa, sakın ta‘netme
Mutaassıb revîşinde gitme
Hiç yakışmaz hele ehl-i dîne
İftirâ Hazret-i Muhyiddîn’e”

Hatta bu iftiralara karşı İbnü'l Arabî’yi savunmak için birçok Osmanlı şairi de kendisine methiyeler yazar. Meselâ Divân Şairi Nâbî bir şiirinde onu şu dizeleriyle över:

“Sürmedir hâk-i deri Hazret-i Muhyiddîn’in
Kimyâdır nazarı Hazret-i Muhyiddîn’in
Sâf envâr-ı hakāyıktır onun âsârı
Zerre yoktur kederi Hazret-i Muhyiddîn’in.”

Yine Divan şairi Nâbî ‘’Hayrî-nâme‘’sindeki bir başka dizelerinde Hakk‘ı isteyen taliplere doğrudan doğruya Mevlânâ‘nın Mesnevî‘sini; İbnü'l Arabî‘nin Fütûhât-ı Mekkiye ve Fusüs'ül Hikem'ini tavsiye eder: 

''Tâlib-i Hakk‘a olur reh-nümâ
Nusha-ı Mesnevî-i Mevlânâ
Dide-i rûha çeker kuhl-ı husus
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs
Dahi çoktur nüsha-i ehlullah.''

İslam’ın Hastalığı

Yazımın sonuna yaklaşmışken bir kitaba yer vermek istiyorum. Dedesi de babası da İslám âlimi olan ve kendisi de dört yaşında iken Kur’an eğitimine başlayan Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in bu konuda güzel bir kitabı var, ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis Yayıncılık, 2005)


Abdelwahab Meddeb, bu kitabında; günümüzdeki İslam’ın kendi geleneklerinin ve tarihinin zenginliğinden mahrum kalmasına yol açan İslam’ın hastalığının şeceresini çıkararak,’‘Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizim olduysa, İslam’ın hastalığının entegrizm olduğu kesindir.’’ (s.11) tespitinde bulunuyor…

Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı ret, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, dogmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme vb…

Meddeb, bu kitabında, İslam'ı cihatla bir tutan anlayışın köklerine iniyor ve yedinci yüzyıl Medine'sinden başlayan İslam tarihini on sekizinci yüzyıl Arabistan'ında Vahhabilik'in kuruluşuna kadar takip ederek İslam uygarlığının altın çağına damgasını vuran yaratıcılık ve çoğulculuktan uzaklaşılmasıyla gerileme ve yoksulluk evresine geçildiğinin altını çiziyor…

Meddeb, İslam’ın hastalığının köklerini ‘’Medine Ütopyası’’ adını verdiği ‘’asr-ı saadet’’ (altın çağ) yorumuna bağlıyor. ‘’Medine Ütopyası’’na göre, İslam yeniden güçlü, yeniden öncü ve yeniden egemen olmak istiyorsa, en güçlü olduğu zamana geri dönüp onu taklit etmelidir. Bu konuyu Meddeb kitabında şöyle açıklıyor: ‘’Yarı okumuş ajitatörler, kendi geleneklerine dönüş çağrısında bulunurken, demokrasinin başarısızlığa uğrama nedeninin, zikrettikleri geleneğin temelindeki despotik atacılık olduğunu unuturlar. Ama Medine kökenine geri dönüşü idealize ederek bu güçlüğü es geçerler. Medine ütopyasının sık sık yeniden etkinleştirildiğini görmüştük. Modern zamanlarda sınırlı kalırsak, bu ütopyanın Vahhabiliğin kökeninde olduğunu, daha yukarda zikrettiğimiz 19. yüzyıldaki o Selefiler’in, fundamentalistlerinin de amentüsünü oluşturduğunu hatırlayalım. 1920-1930’lu yıllardan itibaren Müslüman Kardeşler hareketinin su yüzüne çıkmasıyla entegristlerin derme çatma kurdukları sistemin de merkezinde bu ütopya olacaktır.’’ (s.100)

Burada uzun uzun anlattığım bu kitap ve entegrizm ile İbnü’l Arabî’nin ne ilgisi vardır diye düşünmeyesiniz; çok büyük bir ilgisi vardır: 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye, Selefiliğin kurucusudur ve varlığını anlattığım “Vahdet-i Vücud” anlayışının fikir babası ve Sufiliğin öncüsü olan İbnü’l Arabî’ye olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda Sufilik nefreti vardır. Selefiliğin ve onun devamı Vahhabiliğin sonu ise İŞİD'e çıkmaktadır. İŞİD'in kaynağı da Selefilikte ve Vahhabilikte aranmalıdır... 18. yüzyılda ortaya çıkan Vahhabilik de Selefiidir. Vahhabilik ismi daha çok kendilerine muhalif kimselerin onları andığı isimdir. Vahhabiler kendilerine Selefi derler.

Ve günümüz

Meddeb’in ‘’İslamın Hastalığı’’ kitabında, günümüzün entegristi olan Müslüman Kardeşler’in kurucusu El Benna’yı, Pakistanlı Ebu’l A’lá Mevdudi (1903-1979) ile Mısırlı öğrencisi Seyyid Kutb’u (1926-1966) görüyoruz. Bu kişilerin de 1970’lerden itibaren Türkiye’deki İslamî hareketlerin hocası ve ilham kaynağı olduğunu da burada aktarmak istiyorum….


Günümüze ve ülkemize gelecek olursak, ülkemiz; zamanında Arap Müslümanlarının tahrip ettiği İbnü’l Arabî’nin mezarını yapan, ona türbe inşa eden, bakım ve onarımını üstelenen, onu koruyan, onu savunan ve İbnü’l Arabî’nin izinden giderek Mavlânâ’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve Ahmet Yesevi’yi yaratarak ‘’kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ Türk Müslümanlığından, yüzyıllar sonra, ‘’şiddet, kin ve nefret içerikli’’ Arap entegrizmine ve Arap Müslümanlığına dönme tehlikesi yaşıyor… Araplar, İbnü’l Arabî’den sonra, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin etkisiyle Selefiliğin girdabına kapılmışlardı… Yüzyıllar sonra Anadolu coğrafyası da günümüzde; İbnü’l Teymiyye’nin izinden gidenlerin peşine takılarak Selefiliğin girdabına kapılma tehlikesini yaşıyor… İnanmayanlar Anadolu’yu pıtrak gibi saran yüzlerce tekke, tarikat ve cemaatlere ve bunlara ait radyo ve TV kanallarına bir baksınlar istiyorum…  Böylesi bir cemaatin fırsat bulduğunda neler yaptığını ve yapabileceğini 15 Temmuz 2016 günü ülkece yaşayarak gördük...   

Kehanet

İbnü’l Arabî’nin bazı kehanetlerinden bahsedilir. Bu kehanetlere İbnü’l Arabî’nin ‘’Şeceretü’n-Nu‘mâniyye’’ isimli eserini anlatırken Osmanlı ile ilgili olanlarından bahsetmiştim. Bazı yazarlar, Fransız astrolog Nostradamus’un bile kehanetlerini yazarken İbnü’l Arabî’den esinlendiği rivayet ederler. (Devrim Altay, ‘’Kehanetler İbn-i Arabi'den Nostradamus'a’’, Alter Yayıncılık, 2000)

İbnü’l Arabî bir eserinde yine günümüze ait bir kehanette bulunmuştu. (İbnü’l Arabî, ‘’Et-Tecelliyet et-İlahiyya’’, Neş. Osman Yahya, Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî 1988, s. 458) Teeee o zamanlar şöyle yazmıştı İbnü’l Arabî’: (Gerçek müminleri tenzih ederek)

''Nice sevgili azizler, sinagoglarda ve kiliselerde!
Nice nefret dolu düşmanlar, camilerin safında!''

İbnü’l Arabî’nin bu kadar ileri görüşlü olduğuna inanmıyorsanız eğer; etrafta, ekranda, medyada, çarşıda, pazarda, kürsülerde, mevkilerde ve makamlarda bulunup da hem camiye gidip hem de yalan dolan söyleyip, fitne çıkarıp, kumpas kurup, kul hakkı yiyip, Hakk'ı, hakkı, hukuku ve adaleti çiğneyip Selefiliğin sözcüsü gibi katliam, kin, nefret ve intikam sözcüklerini dillerinden düşürmeyenlere bir bakınız…

Karanlık, sandığımızdan çok daha fazla karanlıktır...

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz