• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam799
Toplam Ziyaret2892629

Oidipus’ta da ‘’Ergenekon’’ ve ‘’Balyoz’’da da yazgı daha baştan açıklanıyor.


Oidipus’ta da ‘’Ergenekon’’ ve ‘’Balyoz’’da da yazgı daha baştan açıklanıyor.


08 Haziran 2014

Albert Camus

Albert Camus 1913'te Cezayir'de doğuyor. Yoksulluk ve acılarla dolu bir hayat sürüyor. Denemelerinden oluşan, 1963' de yayımlanan "Tersi ve Yüzü" isimli kitabında yoksulluk ve acılarla dolu bu döneminde yaşadıklarını anlatıyor. Cezayir Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi görüyor. İlk romanı "Yabancı" 1942'de, ikinci romanı "Veba" 1947'de basılıyor.  "Veba"da Camus, düşüncelerinin temelini yansıtıyor.

Albert Camus 04 Ocak 1960'ta yayıncısı Gallimard ile birlikte, daha önce '’ölmenin en absürd yolu'’ diye nitelemiş olduğu şekilde Paris’e dönerken araba kazasında ölüyor. Paris’e arabayla dönmeye onu Gallimard ikna ediyor. Kazadan sonra ceketinin cebinde Paris’e dönüş için tren bileti bulunuyor.

Düşünceleri

Camus; 2'nci Dünya Savaşı'ndan sonra yalnız Fransa'da değil, Avrupa ve tüm dünyada kendi kuşağının sözcüsü, sonraki kuşakların yol göstericisi oluyor. Eserlerinde; özellikle insanın kendisine yabancı bir evrendeki yalnızlığı, bireyin kendisine yabancılaşması, kötülük, her şeyin ölümle sona ereceğini bilmenin yarattığı bunalım gibi duyguları ele alıyor. Savaş sonrasında aydınların içine düştüğü yabancılaşma ve düş kırıklıklarını tüm ayrıntılarıyla yansıtıyor. Çağdaşlarının nihilizme kapılmasını anlıyor, onlara hak veriyor ama doğruluk, ılımlılık, adalet gibi değerleri savunmanın gerekli olduğunu da belirtiyor. Hem Hıristiyanlığın hem de Marksizmin katı yönlerini reddeden liberal bir insancılığın temellerini çiziyor….

1957'de ‘’Sisifos Söyleni’’ adlı kitabıyla Nobel Edebiyat Ödülü'nü alıyor ve törende şu konuşmayı yapıyor;

"…Her nesil, şüphesiz, kendisini dünyayı değiştirmekle yükümlü hisseder. Benim neslim bunu yapamayacağını biliyor, ama benim neslimin belki de daha büyük bir görevi var. Bu görev, dünyanın kendi kendisini yok etmesini önlemek…"

Kendisi reddetse de Jean Paul Sartre ile Varoluşçuluk akımında paralel düşüncede olduğu söyleniyor. Camus, varoluşçuluğu hakkında şunları söylüyor;

"Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı "Sisifos Söyleni"dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur."

Hani bir söz vardı ya; ‘’kimsesizlerin kimsesi’’ diye. İşte Albert Camus da kendisini yalnız hissedenlerin, kendisini marjinal hissedenlerin, kendisini absürd hissedenlerin, kendisini dışlanmış hissedenlerin ve kendisini kimsesiz hissedenlerin yazarı oluyor…

Alber Camus, yazılarında; gecelerin sonsuz olmadığını, adalet olmadan düzen olmadığını ve basın hürriyetinin, belki hürriyet fikrinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş olan hürriyet olduğunu ifade ediyor.


Eserleri

Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı” adlı romanı oluyor. Romanın çok basit bir konusu bulunuyor. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup bitiyor. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izliyor. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenilmiyor…

Camus bu kitabında Fransız adaletini ince bir şekilde eleştiriyor ve Fransız adaleti ile inceden inceye dalga geçiyor. Camus’un ‘’Yabancı’’sı ile Kafka’nın ‘’Dava’’sı arasında büyük benzerlikler bulunuyor. Camus, Kafka’dan etkilendiğini bizzat kendisi ifade ediyor. Bilindiği gibi Dava’nın kahramanı Joseph K., tutuklanma ve ölüm cezasına çarptırılma nedenini hiçbir zaman öğrenemiyor…

Camus’un ‘’Yabancı’’sı ve Kafka’nın ‘’Dava’’sı ile günümüz ‘’Ergenekon’’ ve ‘’Balyoz’’ davaları arasında mutlak bir bağlantı ve benzerlik bulunuyor.. “Yabancı”, “Dava”, ‘’Ergenekon’’ ve ‘’Balyoz’’ daki trajedi, Yunan trajedilerini andırıyor. Oidipus (*)’ta da yazgı daha baştan açıklanıyor. Fark şuradadır ki; Oidipus’da yazgı Tanrılar tarafından, ‘’Ergenekon’’ ve ‘’Balyoz’’da ise yazgı kumpasçılar ve işbirlikçileri tarafından yazılıyor…

Albert Camus’un; ‘‘Yabancı’’, ‘’Veba’’ ve ‘‘Düşüş’’ adlı kitapları mutlaka okunması gerekiyor…  Alber Camus okunmalı ki, Camus’un söylediği gibi ‘’gecelerin sonsuz olmadığı’’, ‘’adalet olmadan düzenin olmayacağı’’ ve ‘’basın hürriyetinin, hürriyet fikrinin giderek aşağılanmasından en çok acı çekmiş olan hürriyet olduğu’’ açık ve net olarak anlaşılması gerekiyor…

‘’Sisifos Söyleni,’’ Camus`nün II. Dünya Savaşı ortasında bir deneme kitabı olarak yayımlanıyor. Kitap, 1942 yılında Fransa`da ‘’Le Mythe de Sisyphe’’ adıyla basılıyor. ‘’Sisifos Söyleni’’, çağdaş felsefenin en önemli yapıtlarından birisi olarak kabul ediliyor…

Ülkemizde bu kitap Can yayınlarından Tahsin Yücel’in çevirisiyle ‘’Sisifos Söyleni’’ adıyla 1997 Yılında yayınlanıyor. Kitap, adını Yunan mitolojisinden alıyor ve yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı başka bir deyişle uyumsuzu anlatıyor. Kitap; "Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar." cümlesiyle başlıyor.

Sisifos Söyleni’nde, “dünyanın saçmalığı” ve “yaşamın anlamsızlığı” gibi intihara varan yaşantılar, tarih ve edebiyatın belirli kişilikleri üstünden inceleniyor. Sisifos, Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesi oluyor. Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdığı Sisifos’un en önemli özelliği, cezasını bilinçli olarak kabullenmesi oluyor...

Camus’ye göre, dünyanın saçmalığını, yenilginin sonu gelmeyeceğini bile bile kötülüklere karşı çıkmak, yaşamaya anlam katıyor. İnsanlığa gerçek boyutlarını ancak başkaldırı kazandırabiliyor….

Osman AYDOĞAN

 (*) Kral Oidipus


Antik Yunan'da Sophokles'in İÖ 428 yılında sahnelenen ''Kral Oidipus'' (İş Bankası Kültür Yayınları, 2012) adlı öyküsü eski bir Yunan efsanesini anlatıyor. Thebai Kralı Laios ile Kraliçe İokaste'nin oğulları olan Oidipus'un bu öyküsü Eski Yunan efsanelerinin en dokunaklısı sayılıyor.

Bir kehanete göre öz oğlunun kendisini öldü­receğini öğrenen Laios, doğar doğmaz oğlu­nun ayak bileklerini delip bir kayışla ayakları­nı birbirine bağladıktan sonra onu bir dağ ya­macında ölüme terk ediyor. Bebeği bir çoban bularak Korint kentine götürüyor. Burada Kral Polybos onu evlat ediniyor ve ona "şiş ayaklı" anlamına gelen Oidipus adını veriyor.

Oidipus büyüdükten sonra aslında Polybos'un oğlu olmadığını öğreniyor. Gerçek kimli­ğini öğrenmek için krala ne kadar yalvarırsa da yanıt alamıyor. Bunun üzerine Tanrı Apollon'un kehanetlerini insanlara ulaştıran Delfi Tapınağı'na gitmeye karar veriyor. Burada kâhin ona, babasını öldü­receğini ve annesiyle evleneceğini söylüyor.

Oi­dipus bu haberden çok sarsılıyor ve bir daha Korint'e dönmemeye karar veriyor. Thebai'ye va­rana kadar dolaşıp duruyor. Yolda Kral Laios'a rastlıyor ve aralarında çıkan kavgada, babası olduğunu bilmeden, onu öldürüyor. Böy­lece kehanetin ilk bölümü gerçekleşmiş oluyor.

Oidipus Thebai'ye vardığı zaman, görünümü yarı as­lan yarı kadın olan Sfenks'in kentin başına bela olduğunu görüyor. Aslan gövdeli kadın başlı ve kanatlı bu yaratık, herkese bir soru soruyor ve soruyu bilemeyeni de öldürüp yiyor. Thebaililer sorunun cevabını bilene şehrin tahtını söz veriyor. Oidipus yoldan geçerken aynı bilmece ona da soruluyor: "O hangi yaratıktır ki bir süre iki ayak üzerinde, bir süre üç, bir süre de dört ayakla yürür ve de, doğa yasalarına aykırı olarak, ayakları en çok olduğu zaman güçsüzdür?" Oidipus, "Bu yaratık insandır, çünkü çocukken emekler, büyüdüğünde dim­dik yürür, yaşlandığı zaman da bir bastona dayanır," yanıtını veriyor.

Bu doğru yanıt üzeri­ne Sfenks orada kendini öldürüyor. Kendilerini Oidipus'a borçlu hisseden Thebaililer onu ülkenin kralı yaptıktan başka, eski krallarının dul karısı İokaste'yle de evlendiriyor... Böyle­ce Oidipus kendi annesiyle evlenmiş ve keha­netin ikinci bölümü de gerçekleşmiş oluyor.

İokaste ile Oidipus aslında ana oğul olduk­larını bilmeden birlikte mutlu yaşıyor ve dört çocukları oluyor. Yıllar sonra Thebai'de bir salgın hastalık baş gösteriyor. Kenttekileri ölümden kurtarmak için ne yapılabileceğini sormak üzere kâhine bir elçi gönderiliyor. Kâ­hin, Laios'u öldürenin cezalandırılması gerek­tiğini söylüyor.

Bunun üzerine Laios'u kimin öldürdüğünü araştırmaya koyulan Oidipus sonunda acı gerçeği öğreniyor. İokaste dehşet içinde canına kıyıyor. Oidipus da bir iğneyle kendi gözlerini kör ediyor. Thebai'den sürül­dükten sonra, kızı Antigone'nin koluna yaslanarak kör bir dilenci gibi dolaşa dolaşa Atina yakınlarındaki Kolonos'a geliyor ve orada ölüyor…

Kral Oidipus oyununun son cümlesi şu söz oluyor: 

“Bir insanın sonunu görmeden ona mutluluğa ermiş demeyiniz!” 



Yorumlar - Yorum Yaz