• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi11
Bugün Toplam27
Toplam Ziyaret3102536

ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarına dönük açıklamaları


ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarına dönük açıklamaları

25 Nisan 2021

Dün, 24 Nisan 2021 günü ABD Başkanı Joe Biden, 1915 olaylarının yıldönümüyle ilgili açıklamasında ''soykırım'' sözcüğünü kullanarak; "Her yıl bu gün, Osmanlı döneminde yaşanan Ermeni soykırımında ölenleri anıyoruz’’ cümlesini kullanıyor. Hatta hatta daha da vahimi günümüz Türkiye’sini de suçlayarak cümlesinin devamında ‘’Bu tür zulümlerin bir kez daha tekrarlanmaması için yeniden taahhütte bulunuyoruz"" ifadesini kullanıyor… Biden konuşmasında ayrıca ‘’soykırım’’ sözcüğünün dışında İstanbul yerine de '’Konstantinopolis’' ifadesini kullanıyor...

Neresinden bakarsanız bakın masumane, yenilir yutulur bir ifade değil bu açıklama…

Tepkiler

Biden’in ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullanması üzerine; önyargı ve duygularımızın bizi beslemesi; okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmesi; hamasetten bilgi seviyesine gelememiş olmamız, tarihten hiç ders almamamız ve rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimiz gibi toplum olarak en büyük yanlışlarımızı yansıtan tepkiler vermeye başladık….

Bu nedenle de tepkilerde hep; içe dönük, duygusal, reaktif ve uluslararası ilişkilerde; iki tarafın arasında müzakereler ve doğrudan görüşmelerle değil de sonuç almaktan çok, tribünlere oynamak amacıyla basın aracılığıyla yapılan ve adına Batı’da ‘‘megafon diplomasisi’ denilen yöntemler uygulandı…

Bu tepkilerin hepsini burada saymaya gerek yok!... ABD’nin geçmişte yaptığı katliamları, soykırımları saymaktan, ABD’yi kınamaktan, NATO’dan çıkmaktan,  ABD’ye misilleme yapıp ABD üslerini kapatmaktan bahsedenler oldu koca koca kerli ferli adamlar, gazete köşelerinde TV kürsülerinde…

Hesap yapılmış ise, ideolojik ve duygusal değil de akılcı, analitik ve rasyonel düşünülmüş ise bunlar da yapılır; NATO’dan da çıkılır, ABD üsleri de kapatılır…

Tarihte ABD soykırımları ve katliamları

ABD için tabii ki söylenecek çok şey var. İnsanlık tarihi açısından dünyada en kirli tarih ABD’nde desek hiç de yanlış söylememiş oluruz. ABD'nin kirli tarihini veya ABD’nin soykırım tarihini kısaca özetleyecek olursak:

Amerika kıtasının keşfedildiği süreçte 70 milyon Kızılderili kendi topraklarında katledilir.  ABD bu katliamlar üzerine kurulur…

16’ncı yüzyılla 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar toplamda 15 milyon Afrikalı köleleştirilerek Amerika Kıtası’na getirilir. Bu süreçte otuz beş milyon Afrikalı işkence ve kötü muamele neticesinde hayatını kaybeder…

ABD, II. Dünya Savaşı sonunda 1945 yılında teslim olmuş Japonya’ya iki atom bombası atarak 350 bin kişinin ölmesine ve binlerce insanın da sakat kalmasına sebep olur.

ABD, yine II. Dünya Savaşı sonunda 1945 yılında Almanya’nın Saksonya Eyaleti’nin başkenti olan Dresden kentine üç gün süreyle havadan bomba yağdırarak, çocuk ve kadınların çoğunlukta olduğu 200 bin kişiyi katleder…

1950 yılında ABD savaş uçakları tarafından üç yıl boyunca bombalanan Kuzey Kore’de dört milyona yakın insan ölür…

1950 yılında Guatemala’da CIA, destekli darbe sırasında 200 bin sivil Guatemalalı öldürülür…

1955 yılında Endonezya, Laos, Kamboçya’da çok sayıda CIA operasyonu düzenlenir. Bu operasyonlarda binlerce sivil öldürülür…

1950-1959 yılları arasında Küba’da ABD destekli Batista birliklerince 60 bin kişi katledilir…

1962-1975 yılları arasında ABD, Vietnam Savaşı boyunca kimi kaynaklara göre üç milyon, kimi kaynaklara göre on üç milyon Vietnamlı sivil hayatını kaybetmesine sebep olur… Vietnam savaşında ABD, sivil halk üzerinde zehirli portakal gazı kullanarak soykırım yapar…

ABD, 1991 yılında Birinci Körfez Savaşı olarak adlandırılan savaşta Irak’ı işgali esnasında Irak’a altı haftada 85 bin ton bomba yağdırır. Bu bpmbalama esnasında 113 bin sivil Iraklı ölür… Ayrıca bu yüzden 1991’den 1998’e kadar, kötü beslenme ve hastalık nedeniyle yarısından fazlası çocuk olan bir milyonun üzerinden Iraklı hayatını kaybeder…

2001 yılında Afganistan’ı işgali sırasında Afganistan’da 150 bin sivilin ölmesine yol açar…

2003 yılında ‘‘Özgürleştirme’’ bahanesiyle Irak’ı işgal eden ABD bir milyondan fazla Iraklıyı katleder… ABD’nin saldırıları sonucu 4,7 milyon Iraklı evini terk eder.

ABD’nin yardım sağladığı ve silahlandırdığı İsrail hükûmeti, yüz binlerce Filistinliyi öldürür…

2011-2018’de ABD, Orta Doğu politikası kapsamında Suriye’de çıkardığı iç savaş esnasında yüz binlerce insanın ölmesine ve milyonlarca Suriyelinin evlerini terk etmesine sebep olur...

Afrika'nın en büyük petrol rezervlerine sahip Libya'ya “demokrasi” getirmek için yola çıkan ABD, 2011’den bugüne bir türlü istikrar sağlayamadan bir enkaz bırakır… ABD “demokrasisi”nin getirdiği enkazının altında binlerce Libyalı kalır…

Biraz uzun oldu ama gerçekten böyle. Say say bitmez. İnsanlar ve siyasetçiler aynaya bakarak gördüklerini başkaları için söylerlermiş. Zahir Biden dün aynada baka baka gördüklerini söylemiş…

Çuvaldız ve iğne hikâyesi

Tabii ki ABD’ye çuvaldızı batıralım. Ama bir Türk atasözüne de uyarak iğneyi de kendimize batıralım…

Yıllardır Ermenilerin “Soykırım Günü” olarak andıkları 24 Nisan gününü her yıl ABD başkanı bu sene ne diyecek, ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullanacak mı kullanmayacak diye bekledik… .

Bu her yıl böyledir. Ancak bu sene görünen köy kılavuz istemiyordu, Biden’in 1915 olaylarını ‘’soykırım’’ olarak tanıyacağı hemen hemen belli idi… Son yıllarda Türk Dışişleri Bakanlığı hep reaktif davranmaktadır. Yani olaylar olup bittikten sonra tepki göstermektedir. Hâlbuki dış politika ağlama, sızlama, serzenişte bulunma, tepki gösterme makamı değil, önlem alma makamıdır. Dış poltikada esas olan tepki göstermek değil, tepki gösterilebilecek olayı önlemektir. Şimdiki moda da böyle; tepki göstermek. Şimdi olduğu gibi, Biden’in açıklamasında ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullanmasının ardından gösterilen tepkiler gibi…

Peki geçmiş yıllarda da ABD başkanların her 24 Nisan gününü ‘’soykırım’’ sözcüğünü telaffuz etmeden anarlardı da ne oldu da bu sene ABD başkanı ‘’soykırım’’ sözcüğünü kullandı… İşte bu noktada iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor…

Türkiye’ye batırılacak iğneler:

1. Dışişleri Bakanlığı

AKP hükümeti işbaşına geldiğinde Dışişleri Bakanlığının mevcut yetişmiş, nitelikli personeli, özellikle büyükelçiler önce ‘’monşer’’ denilerek aşağılandı, dışlandı… Sonra da mevzuat değiştirilerek Dışişleri Bakanlığı’na dışarıdan büyükelçi atanması sağlandı… Sonra da yönetmelik değişikliği ile de Hariciyenin hafızası olarak bilinen mevcut büyükelçiler, bakanlığa personel alım süreçlerinden dışlandılar… Bu şekilde ‘’monşerler’’ diye küçümsenen, alay edilen Dişleri Bakanlığı kurumsal hafıza ve yeteneği darmadağın edildi.

Almanya’da, Avusturya’da ve Slovenya’da bu bahsi geçen ‘’monşerler’’in birkaçı ile beraber çalışmıştım... Ben Almanya’da iken Büyükelçi Onur Öymen idi… Hamburg Konsolosu Ülkü Başsoy idi... Ben Avusturya’da iken de Viyana Büyükelçisi Ömer Akbel idi... (TRT eski spikerlerinden Can Akbel’in kardeşi idi… 2015 yılında vefat etti… Allah rahmet eylesin) Akredite olduğum Slovenya’da ise Lübliyana Büyükelçisi Halil Akıncı idi. (Büyükelçi Halil Akıncı daha sonraları 2008-2010 yılları arasında Moskova Büyükelçiliği yapmıştı)… Büyükelçi Ömer Akbel ile Büyükelçi Halil Akıncı 1999 ve 2001 yıllarında kendileri ile beraber çalıştığım ve kendilerini yakından tanıdığım mükemmel hariciyecilerdi…

Büyükelçi Ömer Akbel ile ilgili iki olayı anlatmak istiyorum:

Sözde Ermeni soykırım tasarısı Avusturya meclisine gelmişti. Oylama öncesi Büyükelçi Ömer Akbel, Avusturya Dışişleri Bakanı ile görüşmüştü. Avusturya Dışişleri Bakanı’nın Büyükelçi Ömer Akbel’e verdiği cevap şöyleydi: ‘’Sayın Büyükelçim, müsterih olun. Ben Bakan olduğum sürece bu tasarı Avusturya Meclisinden geçmeyecektir.’’ Ve bakanın söylediği gibi tasarı Avusturya meclisinden geçmedi…

Yine Büyükelçi Ömer Akbel ile beraber o zamanki Avrupa Parlamentosu (AP) Sosyalist Grup Başkanı ve AP Türkiye Röportörü olan Hannes Swoboda ile aynı masada beş saat süreyle bir görüşme yapmıştık… Hannes Swoboda benim misafirimdi, benim için Brüksel’den Viyana’ya gelmişti... Hannes Swoboda derinliği olan ve Avrupa'da saygın bir yeri olan bir politikacıydı… Büyükelçi Ömer Akbel, Hannes Swoboda ile olan bu görüşmede ferasetini, bilgisini, kalitesini konuşturmuş, Swoboda'yı kendisine hayran bırakmıştı... Büyükelçi Ömer Akbel'in kalitesini bu görüşmede bir kez daha anlamıştım…

Bu anlattığım Hariciyeciler ''Monşer''diler... Gelelim günümüz Dışişlerine… Yani günümüzün ‘’monşer’’ olmayan Dışişlerine…

Sadece tanık olduğum bir olayı anlatacağım… Hani Napolyon’a atfen anlatılan bir fıkra vardı ya: Napolyon, komutanına sormuş; "Savaşı neden kaybettik?.." Komutan cevaplamış; "Asaletmeap, üç tane sebebi vardır!.." Napolyon sormuş: "Nedir bunlar!.." Komutan başlamış anlatmaya; "Bir, barutumuz bitmişti!..." Napolyon konuşmayı kesmiş; "Yeter, başka söze gerek yok, konu anlaşılmıştır!.." Ben de bu olayla konunun anlaşılacağını ve Türk Dışişlerinin ne halde olduğunu anlamak için başka söze gerek olmadığını düşünüyorum:

Yıl 2010… Sonbahar aylarıydı. Yeni emekli olmuş, ben de Ankara’ya taşınmıştım. Her zaman ve her yerde olduğu gibi öğretmen olan eşimi ulaşımın olmadığı dağ başında uzak bir okula vermişlerdi. Ben de Milli Eğitim camiasından tanıdığım bir arkadaşım aracılığı ile Ankara Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan’dan bir randevu almıştım. (Kamil Aydoğan, yakın zamanda vefat etti. Aydın bir insandı. Daha önce İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü yapmıştı. Kendisini oradan tanıyordum. O görüşmemizde söz vermesine rağmen işimizi yapmamıştı. Zaten kimse de yapmadı. Eşim iki yıl yollarda eziyet çektikten sonra emekliliğini istedi. Soyadı benzerliği de tamamen tesadüftü…)  

Eşimle beraber randevu zamanında Kamil Bey’in makamına geldik. Kamil Bey bizi içeri odasına davet etti. Eşimle içeri girdik. Tam söze başlayacağız sekreteri odaya girerek ‘’diğer misafiriniz de geldi efendim’’ diye söyledi. Kabil Bey bizden izin isteyerek bu misafiri de odaya kabul etti…

İçeriye ütüsüz pantolon, buruşuk bir ceket, kravatsız, hafif sakallı, hafif göbekli bir tip girdi… Sanki uzun yoldan gelmiş bir kamyon şoförü gibiydi. Yanında da eşi olan türbanlı bir hanımefendi vardı. Kamil Bey önce şaşırdı... Belli ki bu kişi beklediği kişi değildi… Kamil Bey bu gelen kişiye hitaben ‘’Siz falanca  Bey misiniz?’’ diye sordu. Gelen kişi ‘’Evet efendim. Ben Dışişleri Bakanlığı Strateji Daire Başkanı falancayım’’ diye cevap verdi… 


Tabii ki kimseyi kıyafeti ile yargılamaya hakkım yok. Türk Dışişleri Bakanlığını halini anlamak için başka söze de gerek yok diye düşünüyorum… Çünkü gelen kişinin ‘’monşer’’ olmadığı kesindi…

Şimdi isim saymama gerek yok. Bir de şimdiki büyükelçilerin hallerine bir bakınız. Hangisinin bulundukları ülkede bir ağırlığı var? Hangisi T.C’ni layıkıyla temsil ediyor? Tüm büyükelçilerimizi kastetmiyorum tabii ki. Burada kastettiğim basında adları olumsuz geçen büyükelçiler…

Böylesi Dışişleri personeli ile milli ve uluslararası sorunlarla baş edemezsiniz…

2. Türkiye’nin İsrail Politikası

ABD’nin, kendileriyle gerçek anlamda sarsılmaz çıkar bağları olan, bütün temel konularda aynı görüşleri paylaşan ve aynı politik çizgiyi izleyen iki stratejik ortağı vardır. Bunlardan birisi İngiltere, diğeri ise İsrail’dir.  Churchill, ABD’nin bu iki stratejik müttefiki şöyle ifade etmişti: “Ne zaman Manş ve Atlantik ötesi arasında bir tercih yapmak gerekse hep Atlantik ötesini seçen İngiltere, ikincisi ise kurulduğu günden beri, Ortadoğu’daki en büyük Amerikan jandarması olan, bölgede Amerika’sız varlığını sürdürmesi bile imkânsız İsrail’dir.” 

Bu strateji doğrultusunda ABD’nin başına bir Cumhuriyetçi mi yoksa bir Demokrat mı gelmiş, hiç fark etmeksizin ABD’nin birinci dış politika önceliği hep İsrail olmuştur…

Türkiye’de ise AKP hükumetinin ideolojik olarak İsrail düşmanlığı, İhvan ve HAMAS yakınlığı beraberinde ABD ile olan ilişkilerinin bozulmasını getirmiştir. İsrail de, yani ABD, Türkiye ile olan ilişkileri bozulunca bölgede kendisine müttefik olarak PKK’yı, IKBY’ni, PYD/YPG’yi seçmiştir.

ABD ile olan ilişkileri düzeltmenin yolu İsrail’den geçmektedir.

3. S-400 sorunu

Bu konuyu daha önceleri uzun uzun yazdım. Bu nedenle bu bölümü kısa geçiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki; ''ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istemedi'' diye basında geçen ve siyasetçilerin dilinde dolaşan söylem doğru değildir.. ABD, Türkiye'ye Patriot satmak istediği gibi hatta füze teknolojisi hariç araç, taşıt ve rampa gibi Patriot parçalarını Türkiye’de üreterek %30 civarında bir yerli katkı imkânı bile sunduğu halde NATO ülkesi Türkiye ihalesiz olarak, hiçbir yerli katkı payı olmadan, doğrudan Rusya’dan S-400 satın almıştır. Nisan 2020 yılında aktif hale getirilmesi gereken bu füzeler halen aktif hale getirilmemiştir.

Açık ve net: S-400 füzeleri Türkiye’yi terk etmeden Türk – ABD ilişkileri düzelmeyecektir.

4. Ayasofya Konusu

Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından 532-537 yılları arasında inşa edilen, 916 yıllık kilise olarak hizmet veren, 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasıyla adı aynı kalıp camiye çevrilen, 481 yıl cami olarak kalıp,  24 Kasım 1934'te Atatürk'ün de imzasını taşıyan Bakanlar Kurulu kararıyla, 1 Şubat 1935'ten bu yana müze olarak kullanılan, ancak bir kısmı ibadete açık olan ve "Kutsal Bilgelik" anlamına gelen Ayasofya Danıştay 10. Dairesi’nin, Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesiyle 24 Temmuz 2020 tarihinde ibadete açıldı… Açılış töreninde Diyanet İşleri Başkanı elde kılıç minbere çıkmıştı…

Ancak Ayasofya Batı dünyasının kutsal simge bir mabedi idi. Düşünün ki İslam dünyasının ilk kıblesi olduğuna inanılan Mescid-i Aksa kiliseye çevrilmiştir. İslam Dünyası buna ne hissederse Batı dünyası da Ayasofya’ya aynı şeyi hissetmiştir…

Ayasofya’nın minberde elde kılıç cami olarak açılması Batı dünyasında Türkiye aleyhine olumsuz bir hava oluşmasına sebep olmuştur.

5. Ülkedeki demokrasi eksikliği

Bu konu da çetrefilli bir konu. Buraya çok şey yazılabilir. Türkiye dünya demokrasi liginde her yıl gerileyerek sonunda küme düşmüştür. İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü’nün yayınladığı ‘’2021 Demokrasi Raporu’'nda Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu sırada yer almıştır. Adını bile bilmediğimiz çoğu Afrika ülkesi demokrasi sıralamasında Türkiye’yi geride bırakmıştır. Uluslararası Demokrasi ve Seçim Destek Kurumu'nun (IDEA) hazırladığı “Demokrasinin Küresel Durumu-2019” raporuna göre Türkiye ve Haiti dünyada temel hakların düşük seviyede olduğu iki ülke olarak yer almıştır. Bu raporda Türkiye’nin demokrasisi “kırılgan ve çok zayıf” olarak nitelendiriliyor.Türkiye demokrasiden, haktan, hukuktan ve adaletten uzaklaştıkça Batı dünyasından hem AB’den hem de ABD’den uzaklaşmaktadır.

6. Türkiye’nin ekonomik durumu

Türkiye ekonomik olarak zayıfladıkça siyasal olarak edilgen ve tepkisiz hale gelmektedir. Bu konu açık ve nettir. Uzatmaya gerek yoktur…

7. Türkiye’nin stratejik konumu

Bütün bir soğuk savaş süresince söylenen Türkiye’nin stratejik konumu artık kalmamıştır. Türkiye’nin o zamanki konumu; Türkiye’nin Doğu ve Batı arasındaki sağlıklı bir köprü olan rolünden ve Türkiye’nin Doğu dünyasına rol model olmasından kaynaklanıyordu. Batı’nın demokrasi değerlerinden uzaklaşan Türkiye’nin hem köprü hem de rol model olması durumu kalmamıştır. Bu ise Türkiye’nin stratejik konumunu sıfırlamıştır.  Türkiye’de hala İncirlik diye sayıklayanlar varsa bu Yunanistan’daki, Irak’taki ve Ürdün’deki ABD üslerini görmediğinden kaynaklanmaktadır… Tabii böylesine stratejik konumunu kaybeden bir ülkeye de…


8. Aydın aymazlığı

Türkiye’de bir kısım sözde aydınlar belli bir tarih bilgisi ve bilinci olmadan Birinci Dünya Savaşı koşullarında Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan kanlı bir çatışmayı, mukateleyi ve tehciri ‘’soykırım’’ olarak nitelemektedirler. Böyle bir niteleme de hem Ermeni diaspoarsının hem de 1915 olaylarını kullanmak isteyen devletlerin işini kolaylaştırmaktadır. Ne yazık ki aynı sözde aydınlar Balkan Harbi’nde milyonlarca Türkün katledildiği bir Balkan Türk soykırımını, Stalin zamanında yapılan bir Kırım Türk soykırımını görmek istemezler. Zaten Türkiye, oldum olası bir aydın karanlığında alev alev yanmaktadır…

9. Türkiye’nin komşuları ve diğer ülkelerle olan ilişkileri

Bugün için Türkiye’nin iyi geçindiği komşusu yok gibidir. Türkiye, neredeyse tüm komşularıyla kavgalı hale geliştir… Bugün için bölgemizin en önemli ülkeleri olan Suriye, İsrail ve Mısır’da büyükelçimiz yok… Bir İhvan sevdası nedeniyle Arap ülkelerinin en önemlisi Mısır, Suudi Arabistan’la, BAE ile papaz olduk… Mısır ki, iktidarda kim olursa olsun, ister Mübarek, İster Mursi ister Sisi, Mısır; Arap dünyasının kültürel ve siyasal kutup yıldızıdır. Mısır ile bozuk olan ilişkiler bütün Arap ülkeleri ile olan ilişkileri olumsuz olarak etkilemektedir.

Bir ülkenin komşuları ve diğer ülkelerle olan iyi ilişkileri o ülkenin dünya siyasetindeki ağırlığını belirler. Türkiye’nin komşu ülkeleri ile diğer Arap ülkeleri ile ve AB ve ABD ile bozuk olan ilişkileri Türkiye’nin dünya siyaset alanındaki ağırlığını sıfırlamıştır. İşte bu nedenledir ki daha yeni (29 Temmuz 2019) Yunanistan’ın Başbakanı Miçotakis'in Kıbrıs ziyaretinde söylediği; "Yunanistan'ın stratejik hedefi buradaki Türk askerinin işgalini sona erdirmek ve ortadan kaldırmak’’ sözüne karşı Türk Dışişleri Bakanlığı hâlâ cevap vermemiştir. İşte bu nedenledir ki Yunanistan Dışişleri Bakanı dün (14 Nisan 2021) hem de Türkiye’de Türkiye’ye posta atıp gitmiştir. İşte bu nedenledir ki ABD başkanları Trump’ın da Biden’in de hakaretlerine cevap verilememektedir...

Türkiye bir an önce komşularıyla ve diğer ülkelerle olan ilişkilerini normalleştirmelidir..

10. Yetersiz veya hiç olmayan tanıtım.

Türkiye’nin 1915 yılı olayları konusunda Batı dünyasına dönük tanıtımı neredeyse hiç yoktur. Arşivleri açıyoruz ve zannediyoruz ki Batılı akademisyenler gelecekler, burada gerçekleri öğrenip dünyaya tanıtacaklar. Günümüzde böyle bir dünya yok.

Viyana’da iken Viyana Üniversitesi Kütüphanesinde, Harp Tarihi Müzesinde, İmparatorluk arşivlerinde çalışırken çok sayıda Türkiye’nin tezlerini destekleyen belgelere rastladım. Bağlı olduğum kuruma yazdım: ‘’Buraya Almanca bilen bir akademisyen gönderin, ben rehberlik edeyim, tezimizi destekleyen Avusturya İmparatorluk belgelerini gün yüzüne çıkaralım’’. Heyhat ki heyhat… Bana cevap bile vermediler…

Tüm Batı dünyasının insanları okuyan insanlardır. Yolda, yolculukta, toplu taşımada, plajda, parklarda, bahçelerde hep okurlar. Sırf bu mekânlarda okunabilsin diye ‘’Taschenbuch’’ (Cep kitabı) adında taşınması kolay küçük kitaplar basılmıştır. Avrupa’da en çok da bu kitaplardan satılır.

Bu kitaplardan birisini okumayan Alman vatandaşı yok gibidir. Bu Taschenbuch (cep kitabı) kendisi de bir Alman Yahudi’si olan Franz Werfel’in 1929 yılında Suriye ve Antakya’yı dolaşmasından sonra 1932-1933 yılları arasında Şam’da yazdığı bir kurgu roman olan ‘’Die vierzig Tage des Musa Dagh’’ (Musa Dağda Kırk Gün) ” (Fischer Verlag, 1990) isimli romanıdır.

Bu kurgu romanda; 1915 yılında Deyr Zor’a tehcir kararına uymayarak, Musa Dağı’na çıkan ve orada Osmanlı Ordusu’nun kuşatması altında haftalarca direndikten sonra bir Fransız savaş gemisinin onları Mısır’daki Port Said Limanı’na götürmesiyle kurtulan 4 bin Ermeni’nin hikâyesi anlatılır. Ancak tarihte Fransız savaş gemisi ile Mısır’daki Port Said Limanı’na götürülerek kurtulan 4 bin Ermeni diye böyle bir hikâye yoktur. Zaten kitabın isminde yer alan “Musa Dağı” da gerçekte yoktur. Ancak Filistin toprakları içinde Yahudilerin tarihinde çok önemli bir yer tutan ‘’Masada’’ isimli bir dağ vardır. Bu dağda da bir kale vardır. Tarihte bu kale Filistinli Yahudilerin Roma İmparatorluğu’na karşı direnişinin son kalesidir... Romalı askerler, ancak son Yahudi öldüğünde MS 73 yılında bu kaleyi ele geçirirler. Kendisi de bir Yahudi olan Franz Werfel kitabında “Musa Dağ” ismini Masada Dağını hatırlatmak için kullanır.

Franz Werfel’in kitabı işte anlattığım gibi sözde Türk katliamdan kurtulmak için dağa kaçan Ermenileri anlatır ki tamamen hayal ürünü, beş para etmeyen kara bir propaganda kitabıdır. Ancak kitap anlattığım gibi günümüzde Almanya’da bir Taschenbuch (cep kitabı) şeklinde çok yaygın olarak satılır. Ve sıradan Alman halkı Ermeni sorununu bu kitaptan öğrenir… Yine sıradan Almanlar bir başka cep kitabı ve kara propaganda kitabı olan ‘’Durchs wilde Kurdistan’’ (Vahşi Kürdistan’dan) (Karl-May-Verlag, 2019) adındaki bir kitaptan Kürt sorununu öğrendikleri gibi.. Her iki kitabın filmi de çekilmiştir!

1915 olaylarını ve Kürt sorununu bu şekilde öğrenen bir Alman’a hiçbir şekilde gerçeği öğretemezsiniz… Avusturyalı tarihçi Prof. Dr. Erich Feigl’ın ‘’A Myth of Terror Armenian Extremism’’ (Edition Zeitgeschichte, 1986) isimli kitabı üst düzeyde akademisyenler arasında kalmış, halk nezdine inerek yeterli olmamıştır.  Türkiye’nin özellikle 1915 olaylarını Batı dünyasına gerçeği ile aktaracak iletişim araçlarını bulmak zorundadır.

Sonuç

Bir nehir; membağı, uzunluğu, genişliği ve debisi ile bir akarsudur. Bu bir “bilgi”dir. Bu nehir  karşısında “duygulanmak” da insan olmamızın gereğidir. Biri bilim alanı, öbürü duygu ve değerler alanına giren bir kavramdır. Fakat toplum olarak bu kavramları bizler hep birbiri ile karıştırırız. ‘’Bilgi’’ye ihtiyacımız olduğu yerde ‘’duygu’’muzu kullanırız. 


Fakat bizlere bilgi ağır gelir. Çünkü toplum olarak önyargı ve duygularımızdan kurtulamadığımızdan, hamasetten bilgi seviyesine gelemediğimizden, bilgiye ulaşmak için okuma, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimiz engellenmiş olduğundan, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimiz olduğundan olaylara daha çok duygusal bakarız. Bu nedenle de dün ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarını ‘’soykırım’’ olarak tanımasına hep bilimsel değil, duygusal tepkiler verdik… İnanmıyorsanız şöyle bir sosyal medya turu ve TV açık oturumlar turu yapınız…

ABD Başkanı Biden’in açıklamaları tabii ki yenilir yutulur bir açıklama değildir. Eğer ABD’nin bu açıklamasını rasyonel değil de duygusal tepkilerle geçirirsek eğer bu sorun hiçbir şekilde çözülmeyecek demektir.

Güneşin batışı, günbatımı, özellikle denizde grup vakti çok romantiktir. Bu manzara karşısında duygulanır, ‘’Güneş batıyor’’ diye duygularımız dile gelir, romantik şarkılar, şiirler söyleriz. Duygularımız bizi böylesine rehavete sokarken bilim bize ‘’Güneşin battığı falan yok, dünya ekseni etrafında hareket ettiği için durduğun yer güneşe arkasını dönüyor, güneşe göre asıl sen batıyorsun, karanlığa gömüleceksin’’ diyerek bize acı gerçeği söyler…

‘’Güneş’’ ve ‘’batıyor’’ deyince bir Çin atasözü aklıma geliyor: ’’Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.’’

Arz ederim…

Bu konuya devam edeceğim...


Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz