• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam217
Toplam Ziyaret3181543

İslam dünyasının geri kalmışlığının tarihi kökenleri


İslam dünyasının geri kalmışlığının tarihi kökenleri

25 Nisan 2020

Bu yazımda, İslam dünyasının, Gazali'den günümüze geri kalmışlığının tarihi kökenlerini anlatmak istiyorum. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmışlığı bir sonuçtur. Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan kurtulamayacaktır.   

Diyar-ı küfür

19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin en önemli devlet adamlarından, yazar, şair ve devlet adamı Ziya Paşa’nın (1829-1880, asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin) 1870 yılında yazdığı çok güzel bir gazeli vardır. Gazel şöyle başlardı:

‘’Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm’’

(Kâfirler -Batı- diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm
 İslam topraklarını dolaştığımda da sadece viraneler gördüm.)

Gerçekten de Ziya Paşa, Sultan Abdülaziz döneminde Avrupa'ya kaçarak Genç Osmanlılar arasına katılır. Hemen hemen tüm Avrupa’yı görür. Görevleri nedeniyle Şark’ı da bilir.

Bana da kısmet olmuştur, Ziya Paşa’dan tam 150 yıl sonra Almancam sayesinde diyar-ı küfürde hemen hemen görmediğim ülke kalmadı, orada yıllarca yaşadım, orada beldeler, kâşeneler gördüm. Arapçam sayesinde de mülk-i İslam’da kısa da olsa Şam’ı, Kahire’yi, İskenderiye’yi gezdim, oralarda da bütün viraneler gördüm.

Aradan 150 yıl geçse de gördüm ki değişen bir şey yoktur. İslam Dünyası’nda günümüzde sadece viraneler, sadece yoksulluklar yoktur. Günümüz İslam Dünyası’nda ayrıca savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır.

Peki, bu neden böyledir? İslam Dünyası neden geri kalmıştır? İslam Dünyası'nda bugün neden savaş vardır, kan, gözyaşı ve işgal vardır, huzursuzluk vardır?

‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derler. ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir’’ derler. Ben de biliyorsunuz çok sık kullandığım bu iki düstura sadık kalarak konuları tarihe bağlamayı ve tarihte geriye gitmeyi pek severim. Bu sitede eskiden Kudüs konusunu anlatacağım diye teee üç bin yıl geriye giderek Buhtunnasır'ı, Delilah (Dilayla)'ı anlatmaya çalışmıştım.

Bu sefer de, o kadar değilse bile bir bin yıl geriye giderek diyar-ı küfrü ve mülk-i İslam'ı sadece gören, gezen ve oralarda yaşayan birisi olan değil aynı zamanda bu konuda mürekkep yalamış birisi olarak da İslam Dünyası'nın neden geri kaldığını, İslam Dünyası'nda bugün neden savaş olduğunu, neden kan, gözyaşı ve işgal olduğunu, huzursuzluk olduğunu anlatmak istiyorum.

Önce Gazalî’den başlamak istiyorum.

Gazalî

Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmasının en başta gelen sebebi olarak; genel kanı, İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi eski Yunan felsefesinde Aristo çizgisinde deneyimci gerçekçiliği sürdürme yolunu tutanların karşısında Eflatuncu idealist felsefeyi savunan İmam-ı Gazalî’nin (Hüccet’ül İslam -İslam’ın kanıtı) (1058-1111) egemen olması olarak değerlendiriliyor.


Gazalî 11 ve 12. yüzyıl İslam coğrafyasının çok etkin bir din bilginidir. Saygı duyulan birisidir. İmam-ı Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ (Filozofların Tutarsızlığı) (Klâsik Yayınları, 2014) adlı eserinde, Farabi ve İbn-i Sina gibi İslam bilginlerini eleştirerek (ve de kâfirlikle suçlayarak) “akıl, inanca ters düşemez” diye devletin varlığı ve güvenliği için (!) akılcı gidişi önlemeye çalışır.

Gazalî, ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ adlı kitabında şöyle yazar: “…Akıl ile inancı uzlaştırmaya çalışmak boşunadır. Akıl ile inancın karşıtlığını kabul etmeyen düşünürler, kaçınılmaz olarak hakikatten uzaklaşacaktır. Allah’ı akıl ile açıklamaya çalışmak, Allah’ı yadsımaktır. Neden-sonuç ilişkisinin araştırılması, Allah’ın iradesini yadsıma sonucunu verebilir. Akıl ve felsefe sorularına yanıt bulmaya çalışırken çelişkiye düşüldüğüne göre hakikate ulaşmak imkânsızdır.”  

Ayrıca İmam-ı Gazalî ‘’artık İslam tekâmüle erdi’’ diyerek İslam’da içtihat kapısını (yorum, yeni kural koyma) da kapatır. İmam-ı Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlar.

Gazalî, “İhya’u Ulumid-Din” (Din Bilimlerinin Dirilmesi) (Hikmet Neşriyat, 2012) adlı kitabında, akıl yürütmeye dayalı eğitim ve öğretimin, din duygularını öldürdüğünü iddia etmiş, bilimsel düşüncenin egemenliği kırılmadıkça dinsel duyguların dirilmeyeceğini savunmuştur. Gazalî kitabında genç Müslümanlara şöyle seslenir: “Ey oğul! Elinden geldiğince, hiç kimse ile herhangi bir konuda düşünsel tartışmaya girişme! Çünkü düşünsel tartışma, birçok yıkımlara neden olur. Zararı yararından büyüktür. Çünkü düşünsel tartışma ikiyüzlülük, kıskançlık, büyüklenme, düşmanlık, böbürlenme gibi çok kötü huyların kaynağıdır.” Gazalî, bu eserini dört cilt hâlinde düzenlemiş, ciltlere sırasıyla İbadetler (İbâdât), Âdetler (Âdât), Helak Edici Hususlar (Mühlikât) ve Felaha Erdirici Ameller (Münciyât) adlarını vermiş, her bir cildi de on konu hâlinde işlemiştir.

Gazalî ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’ adlı eserinde, İbn-i Sina’nın, sadece İslam düşüncesinin değil, tüm insanlık tarihinin en değerli eserlerinden olan ‘’Kitab’uş Şifa’’ (Say Yayınları, 2013) adlı eserinde geçen düşünceleri de eleştirir. Gazalî kitabının başında Maksadü’l Felâsife adı ile İbn-i Sina’nın felsefe doktrinini özetler. ‘’Tehâfütü’l-Felâsife’’, İbn-i Sina’nın fikirlerini reddetmeye çalışan yirmi bölümden oluşur. Onyedi bölümde İbn-i Sina ve takipçilerinin yanıldığı noktaları göstererek onları küfür ile itham eder. Diğer üç bölümde ise fikirlerinin tamamen İslam dışı olduğunu söyler. Filozoflara karşı öne sürdüğü suçlamaların arasında Allah’ın varlığını ve Allah’tan başka Tanrı olmadığını kanıtlayamamalarıdır.

İbn-i Rüşd 

İmam-ı Gazalî’den yaklaşık yüz yıl sonra, Endülüslü İbn-i Rüşd (1126-1198) ise ‘’Tehâfüt et – Tehâfüt’’ (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) (Bordo Siyah Yayınları, Dünya Klasikleri-Felsefe, 2012) denemesinde, akıl-inanç çelişkisinin kaçınılmazlığını, hatta gerekliliğini iddia eder. İbn-i Rüşd, bilimin ve felsefenin kâfirlik olamayacağını, insan aklının özgür bırakılması gerektiğini, dini kuralların akıl ve mantıkla çelişmesi halinde akla göre yorumlanmasının doğru olacağı görüşünü savunur. ‘’Çünkü’’ der İbn-i Rüşd; “İnsan aklı da Allah vergisi bir yetenektir ve bu nedenle akla uygun olan nakle (kutsal söz, hadis, vahiy) de uygundur.’’


Aralarında yüzyıl gibi bir zaman aralığı da olsa İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd’ün bu kitapları yazılı tarihin en önemli ve en büyük tartışmalarından birisi olduğu kıymetlendirilir. Ancak İbn-i Rüşd bu tartışmayı siyasal planda kaybeder. Çünkü İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri–yanlış anlaşılan veya işlerine öyle gelen, bilim yerine inancı savunduğunu iddia ettikleri- Gazalî’yi destekleyerek İbn-i Rüşd’ü ihmal ederler. İslam dünyasının sultanları, halifeleri, şeyhleri, şıhları ve güç sahipleri Gazalî’yi desteklerler çünkü Gazalî, ümmeti soru soran, eleştiren, itiraz eden bir kütle değil, itaat eden, biat eden ve teslim olan bir topluluk olarak tanımlamıştır.

Antik Çağ Grek bilimi ve felsefesi uzmanı olan, Aristo’dan Platon’a kadar çok sayıda felsefe ve bilim insanının eserlerine yorumlar yazan, onlara şerhler düşen İbn-i Rüşd’ün kitapları Arapçadan Latinceye çevrilir ve Batı, unuttuğu Antik Çağın bilim insanlarını ve felsefecilerini yeniden İbn-i Rüşd’ün eserlerinden öğrenerek Rönesans’ı başlatır. Özellikle Ortaçağ çalışmalarıyla ünlü, İslam tarihi ve Haçlı Seferleri üzerine eserleri olan Fransız Marksist tarihçi Claude Cahen (1909 -1991) bir eserinde şunları yazar: “Batı dünyası İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd ile düşünmeyi öğrenmiş olduğunu asla unutmamalıdır. Kurtuba Camisi olmadan Fransa’da Le Puy Katedrali tasarlanamazdı.”

İslam, bilim ve akıl

Gerçekte ise İslamiyet, akıl dinidir, bilimi kutsar, bilim, Çin’de de olsa onu oradan gidip almayı önerir. “İlim Çin’de dâhi olsa gidip alınız.” “Âlimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür.” “İlim öğrenmek beşikten mezara kadar farzdır.”  “Bir saatlik tefekkür – düşünüş - 60 yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır” gibi İslam’ın bilim  ile çatışmadığını, evrensel  bir din olduğunu, akla ve doğaya en uygun din olduğunu açıklayan Hz. Muhammed’in hadisleri vardır.

Ayrıca Kur’anı Kerim Ra’d Suresi 19. ayette ‘’innema yetezekkeru ulül ‘elbab’’ ifadesi geçmektedir ki Türkçe meali şu şekildedir;  ‘’Yalnızca derin düşünebilen akıl sahipleri bunu idrak edebilirler’’. Bir kısım yorumcular bu ayette geçen ‘’ulül ‘elbab’’ kavramını ‘’akıl ile vahiy veya nakil çatışınca akl-ı selim karar vermelidir’’ şeklinde yorumlamışlardır. (Dr. Harun Çağlayan, Bilgi Kaynağı Olarak Akıl- Reason As A Source Of Knowledge, Kelam Araştırmaları, 2011, s. 246, Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Ankara, 1986)

Kaldı ki bizzat İmam-ı Gazalî kendisi söylemiştir; “astronomi bilmeyen marifetullahta noksan kalır”. Marifetullah; ‘’Allah’ı tanımak’’ demektir. Acaba bilimsiz, ilimsiz astronomi nasıl gerçekleşecektir ki? Görüldüğü gibi hem İslamiyet hem de bizzat Gazalî bilimi kutsarken ne yazık ki Gazalî’nin yanlış anlaşıldığı ve tüm bu uygulamaların bu yanlış anlamadan kaynaklandığı veya güç sahiplerinin işlerine öyle geldiği gibi anladığı değerlendirilmektedir. Muhtemeldir ki Gazalî; akıl ile imanın uyum içinde birbirini tamamlayacağını iddia etmiştir.

İslam dünyasındaki bu aklın dışlanma sürecinde de bu süreç İslam dünyasında çeşitli alanlarda da desteklenir. Bu alanlar; hukuk (fıkıh), kelam (ilahiyat) ve tasavvuf alanlarıydı. ''Fıkıh''ta İbn-i Hanbel, ''Kelam''da Eşari ve ''Tasavvuf''da da İbn-i Hallaç bu alanlara öncülük ederler. Bu alanların ve bu öncülerin ortak noktaları imanı aklın, kalbi zihnin önüne koymalarıydı.

İslam dünyasında Gazalî’nin görüşünün (veya bu yanlış anlamanın) egemen olmasının tüm İslam dünyası için büyük bir talihsizlik olduğu değerlendirilir.

Braudel

Ancak Fransız tarihçi Fernand Braudel (1902– 1985) İslam dünyasının geri kalması hakkında geliştirdiği tezde İslam dünyasının geri kalmışlığını Gazalî’ye bağlamaz. Braudel’e göre 13. yüzyılda Moğol istilası İslam’ın bütün şehir medeniyetini yıkar, kütüphaneler yakılır, milyonlar öldürülür, bu şekilde tüm İslam dünyası bir “kasaba”ya dönüştürülür. Haçlı seferleri de İslam’ı Akdeniz’den uzaklaştırıp karalara kapatır. Bu maddi çöküşe psikolojik travmalar da eklenince İslam dünyasında mistisizm ve dogmatizm etkili olmaya başlar, bu da zamanla devlet politikalarına dönüşerek kökleşir. Dünya ekonomisindeki değişmeler ve son derece karmaşık, sosyal, ekonomik ve siyasi sebepler de İslam dünyasının geri kalmasına yol açar. (A History of Civilizations, Penguin Yayınevi, 1995, sf. 85 - 92) Braudel'in tezi yabana atılmaması ve ayrıca incelenmesi gereken bir konudur diye değerlendiriyorum... 


Emeviler

İslam en büyük dönüşümünü Emeviler zamanında geçirir. Müslümanlık, Emeviler zamanında; kisrâyla, sarayla, saltanatla, şatafatla, lüksle, gösterişle, yalanla, dolanla, kumpasla, haramla, nepotizmle, zulümle, zorbalıkla ve şiddetle özdeşleşir. Emevilerin bu özellikleri de zamanla Müslümanlar içinde kurumsallaşır. Günümüzdeki Müslümanların; saraya, saltanata, lükse, gösterişe, harama, yalana, kumpasa ve nepotizme olan yatkınlığının kökeninde Emevilerin bu özellikleri bulunmaktadır. Ayrıca Emeviler zamanında İslam, Araplaşır. Emeviler zamanında diğer toplumlara Arap ve Emevi kültürü İslam olarak dayatılır. Yine günümüz Müslümanlardaki Arap hayranlığının ve Arap seviciliğinin kökeninde Emevilerin o zamanki politikaları yatmaktadır.

Abbasi dönemi

Harun Reşit, oğlu Memun ve Mutezile (Mutezile mezhebi: Sorunları akıl ve mantık yoluyla çözmeyi esas alan bir mezhep) döneminde doruğa çıkan Doğu'nun Rönesansı olarak tanımlanan Abbasi aydınlanması gerçi Moğol istilası ile sona erer ancak ne yazık ki bu coğrafyada Gazalî etkisiyle yeni bir aydınlanma dönemi başlayamaz.


Abbasi döneminden sonra da Araplar, 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye’nin katkısıyla, etkisi günümüze kadar gelen Selefiliğin girdabına kapılırlar. 

Osmanlı Devleti

Gazalî’nin görüşü Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlı medresesine de egemen olur. Öyle ki Fatih İstanbul’u kuşatması esnasında sur önlerinde top döktürecek kadar ileri teknolojiye sahipken 1529’da bu teknoloji kaybolur ve o Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman Anadolu’dan Viyana’ya öküzlerle top çekmek zorunda kalır. (1683’de de aynısı tekrarlanır) Osmanlıcada Ehl-i İman ve Ehl-i İlim ve Ehl-i Hikmet (felsefe) kavramları olmasına rağmen Osmanlıda özgür düşünce ve felsefeden uzak durulur, din eğitimine ağırlık verilerek bilim ihmal edilir ve bu da Osmanlının sonunu hazırlayan nedenlerin en başında gelir.

İslam dünyası ve özellikle o dönemin lideri olan Osmanlı da anlatıldığı gibi Gazalî''nin etkisiyle ne Abbasi aydınlanmasını takip edebilir ne de 14. yüzyılda başlayan Avrupa Rönesansını yakalayabilir. Osmanlı da bu nedenle bilimle, teknolojiyle, sanatla, felsefeyle pek bir ilişki kuramaz. Osmanlı Abbasi döneminde İslam’ın altın çağında yetişen bilginlerden, astronomlardan, felsefecilerden, matematikçilerden, güzel sanatçılardan, botanikçilerden, mekanikçilerden ne bir tanesini bile yetiştirebilir ne de çağında Avrupa Rönesans’ını yaşarken bu Rönesans’ın yetiştirdiği Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat, bilim ve düşün dünyasının yapısını tanıyabilir.

Mustafa Kemal Atatürk

Böylece Batı İbn-i Rüşd’ün yolundan giderken, Doğu ise Gazalî’nin yolundan gider. Varılan sonuç ortadadır. Ancak İbn-i Rüşd, tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde kazanır; bu da Türkiye’dir. Bu topraklarda gerçekleşen 1923 Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel ve felsefi anlamı budur. Denilebilir ki Mustafa Kemal Atatürk İbn-i Rüşd’ün manevi öğrencisidir. Ancak tüm İslam dünyasında ve tüm zamanlarda sadece bir yerde, o da Türkiye’de kazanan İbn-i Rüşd'ün bilimsel düşüncesi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatından sonra ne yazık ki devrimlerin tamamlanamaması, cehalet, taassup, bölgede Batı'nın jandarması rolüne soyunmak ve ABD’nin ‘’Yeşil Kuşak’’ politikasına ve ‘’Siyasal İslam Projesi (BOP)’’ne alet olmak nedeniyle kesintiye uğrar. 

Günümüzde İslam dünyası

Günümüzde de İran, Mısır, Afganistan, Pakistan, Irak ve Suriye’de yaşanan olaylar ile İŞİD, Şebap ve Boko Haram vakaları yeni değildir. İşte ne olmuşsa o zaman (11. yüzyıl) olmuştur.  Bugün olanlar Gazalî görüşünün (veya yanlış anlaşılışının) günümüze olan izdüşümleridir. Aşağıda sunulan tespitler İslam dünyasındaki bu talihsizliğin, bu yanlış anlamanın ve bu izdüşümün somut sonuçları olduğu değerlendirilmektedir.


2000’li yılların başında Mısır El Ezher Üniversitesinin bir araştırması yayınlanır. Bu araştırmaya göre son bir yılda yabancı dillerden İspanyolcaya çevrilen kitap sayısı, son bin (1000) yılda yabancı dillerden Arapçaya çevrilen kitap sayısından daha fazladır.

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 2014 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 32 ülkeden 100’ü aşkın İslam bilim adamının katıldığı ‘’Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı’’nın değerlendirme oturumunda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bazı araştırma sonuçlarını da paylaşarak şunları ifade eder:  “Yapılan bazı araştırmalara göre son yıllarda günde ortalama bin (1000) Müslüman katlediliyor. Bunun yüzde 90’ı Müslüman tarafından, kardeşi tarafından katlediliyor. Sadece Suriye’de, Irak’ta değil. Libya’da, Pakistan’da, Afrika’da, Myanmar’da. Buralarda ortaya çıkan hareketler var. Şebap’lar, İŞİD’ler, Boko Haram’lar var. Bütün bunlar nasıl türedi. Müslüman kamuoyunda nasıl ortaya çıktı. Üzerinde durmamız gereken en önemli husus bütün bu yapılar nasıl ortaya çıktı. Yanlış yapılar nasıl oluştu. Asıl gaye ise temelinde mezhepçilik ya da fitne ateşini nasıl söndürebiliriz.” Görüldüğü gibi bu coğrafyadaki bir kısım insanlar Müslüman olmuşlar, lakin İslam olamamışlardır. (İslam sözcüğü Arapça “se-le-me” kökünden türemiştir ve anlamı “barış”tır.)

O günden (1100-1200) bugüne; İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî (16. yy.), İmam-ı Azâm Ebu Hanife, İmam-ı Buharî ve -her ne kadar yanlış anlaşılsa da- İmam-ı Gazalî gibi İslam tefekkürlerini, düşünürlerini bu coğrafya bir daha çıkaramaz.

Bu coğrafyada böylesine İslam düşünürleri bir daha çıkmadığı gibi, İslam Dünyası'nı 20. ve 21. yüzyılda Batı kültürü ile rekabet edebilecek bir güce eriştirecek düşün dünyasının temsilcilerini de çıkaramaz. Batı dünyasını aydınlığa taşıyan ve 20. yüzyıla hazırlayan sanat ve bilim dünyasının yanında düşün dünyasının; Thomas Hobbes, Baruch Spinoza, Immanuel Kant, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville, Emile Durkheim, Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron ve Maurice Duverger gibi temsilcileri de İslam coğrafyasında olmaz. Günümüzde de tüm dünyaya ve hatta sadece İslam coğrafyasına da olsa hitap edecek bir İslam entelektüeli de yoktur. Çünkü sadece düşüncenin evrimi olur, inancın evrimi olmaz!.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour’un (1924 - 16 Ağustos 2014) 1998 yılında yayınlanan güzel bir kitabı var; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen Kaukasus und Pamir’’ (Geleceğin Muharebe Sahası: Kafkasya ve Pamir Arası) (Goldmann Verlag, April 1998) (Ne yazık ki bu kitap ne Türkçeye çevrildi ne de Türkiye’de ilgi gördü.) Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dini referans alan bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve bölge ülkeleri tamamen, İran ve Taliban cinsi bu dinci akımın etkisine girecektir. 1970’lı yıllardan bugüne, gerçek dinle, gerçek İslam’la, gerçek Müslümanlıkla hiç ilgisi olmayan ve dini, İslam’ı ve Müslümanlığı siyasi amaçlarla kullanmak isteyen ABD güdümlü ‘’Yeşil Kuşak’’ ve ‘’Ilımlı İslam’’ gibi projeler içeride işbirlikçiler, eşbaşkanlar bulunarak uygulamaya konulmuştur. Bu projeler sonunda da bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış, Mısır dâhil tüm Kuzey Afrika’yı, Irak ve Suriye’yi ve tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır. İşte Irak ve Suriye’de ortaya çıkan bu çatışmaların bu projelerin bir sonucu olduğu değerlendirilmektedir.   

Bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar İslam coğrafyasında siyasi iktidarlar yerli Müslüman işbirlikçilerin ve eşbaşkanların desteği ile emperyalistler tarafından parçalanarak bu ülkelerdeki devlet kapasitesi çökertilmiştir. Bu coğrafyada paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuş, bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta El Kaide, El Nusra ve IŞİD gibi radikal dinci çeteler ve terör grupları, aşiretlerden de güç alarak bir din devleti inşa etmeye kalkışmışlardır. Bu sefer de İŞİD ile mücadele bahanesiyle emperyalist devletler bölgeye girmişler ve mezhep ayrımı da tetiklenerek bütün bölge bir kan gölüne, bir ateş topuna çevrilmiştir. Bu nedenle bazı düşünürler Avrupa’nın 5’inci Yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi İslam coğrafyasının da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia etmektedirler. Yine yaratılan bu ortamda İsrail'e ise çevresinde dikensiz gül bahçelerinden oluşan bir coğrafya sunulmuştur. 

Gerçi ayrı bir konudur ama böylesi bir ortamda Kudüs'ün neden şimdi İsrail'in başkenti ilan edildiğini ve ABD elçiliğinin neden şimdi Kudüs'e taşındığını ve İsrail’in 1981 yılında ilhak ettiği Golan tepelerini ABD’nin neden şimdi tanıma hazırlığı içinde olduğunu sormak ve bundan şikâyetçi olmak herhalde bu tablonun müsebbiplerine hiç düşmemektedir. 

İslam’ın Hastalığı

İslam Dünyası sadece İbn-i Rüşd’den ayrılmakla kalmaz. İslam Dünyası bağrından çıkardığı; Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Şirazlı Şadi, Hafız-ı Şirazî, Ahmet Yesevi, El Kindî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşî Veli, Şems-i Tebrizi, Muhyiddin İbn-i Arabî, Sadrettin Konevî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-î Bağdadî, Bayezid-î Bistamî, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Buharî gibi ‘’bilimci, aydınlanmacı, kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ İslam anlayışının temsilcilerini de dışlayarak ‘’lüks, israf, gösteriş, şatafat, şiddet, kin ve nefret içerikli’’ Arap Emevi Müslümanlığına yönelir. Böylesi bir Müslümanlık da İslam Dünyasını, bugünkü yaşadığımız Selefi – Vahhabi – İŞİD İslam’ına dönüştürür.


Bu dönüşümü anlatmak için bir kitaba yer vermek istiyorum. Dedesi de babası da İslam âlimi olan ve kendisi de dört yaşında iken Kur’an eğitimine başlayan Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in güzel bir kitabı var: ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis Yayıncılık, 2005)

Abdelwahab Meddeb, bu kitabında; günümüzdeki İslam’ın kendi geleneklerinin ve tarihinin zenginliğinden mahrum kalmasına yol açan İslam’ın hastalığının şeceresini çıkararak, ’‘Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizim olduysa, İslam’ın hastalığının entegrizm olduğu kesindir.’’ (s.11) tespitinde bulunur.

Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur. Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı ret, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, dogmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme vb.

Meddeb, bu kitabında, İslam'ı cihatla bir tutan anlayışın köklerine iner. Meddep, bu kitabında yedinci yüzyıl Medine'sinden başlayan İslam tarihini on sekizinci yüzyıl Arabistan'ında Vahhabilik'in kuruluşuna kadar takip ederek İslam uygarlığının altın çağına damgasını vuran yaratıcılık ve çoğulculuktan uzaklaşılmasıyla gerileme ve yoksulluk evresine geçildiğinin altını çizer.

Meddeb, İslam’ın hastalığının köklerini ‘’Medine Ütopyası’’ adını verdiği ‘’asr-ı saadet’’ (altın çağ) yorumuna bağlar. ‘’Medine Ütopyası’’na göre, İslam yeniden güçlü, yeniden öncü ve yeniden egemen olmak istiyorsa, en güçlü olduğu zamana geri dönüp onu taklit etmelidir. Bu konuyu Meddeb kitabında şöyle açıklar: ‘’Yarı okumuş ajitatörler, kendi geleneklerine dönüş çağrısında bulunurken, demokrasinin başarısızlığa uğrama nedeninin, zikrettikleri geleneğin temelindeki despotik atacılık olduğunu unuturlar. Ama Medine kökenine geri dönüşü idealize ederek bu güçlüğü es geçerler. Medine ütopyasının sık sık yeniden etkinleştirildiğini görmüştük. Modern zamanlarda sınırlı kalırsak, bu ütopyanın Vahhabiliğin kökeninde olduğunu, daha yukarda zikrettiğimiz 19. yüzyıldaki o Selefiler’in, fundamentalistlerinin de amentüsünü oluşturduğunu hatırlayalım. 1920-1930’lu yıllardan itibaren Müslüman Kardeşler hareketinin su yüzüne çıkmasıyla entegristlerin derme çatma kurdukları sistemin de merkezinde bu ütopya olacaktır.’’ (s.100)

13-14’üncü yüzyıl İslam âlimlerinden İbnü’l Teymiyye, Selefiliğin kurucusudur ve varlığını ‘’bilimci, aydınlanmacı, kapsayıcı, kucaklayıcı ve sevgi içerikli’’ İslam anlayışına ve bu anlayışın temsilcilerine olan keskin karşıtlığına ve nefretine borçludur. Yani Selefiliğin hamurunda bu nefret vardır. Selefiliğin ve onun devamı Vahhabiliğin sonu ise İŞİD'e çıkmaktadır. İŞİD'in kaynağı da Selefilikte ve Vahhabilikte aranmalıdır. 18. yüzyılda ortaya çıkan Vahhabilik de Selefiidir. Vahhabilik ismi daha çok kendilerine muhalif kimselerin onları andığı isimdir. Vahhabiler kendilerine Selefi derler.

Bir değerlendirme

İslam Dünyası'nın Batı karşısındaki bu gerileyişinin mevcut siyasal, ideolojik, sosyolojik, etnik ve mezhep kavgalarının ve ayrışmaların temelinde İmam-ı Gazalî ile İbn-i Rüşd arasındaki bu bin yıllık tezadın yatmakta olduğu ve yukarıda da anlatıldığı gibi bütün bunların İmam-ı Gazalî’nin düşüncesinin veya yanlış anlaşılmasının egemen olmasının İslam dünyasını getirdiği yer ve bir sonuç olduğu düşünülmektedir.


Gazalî’den bugüne ''İslam dünyası, dünya mutluluğu peşinde değildir, öbür dünya mutluluğu peşindedir. O günden bugüne İslam’ın yatırımı bu dünyaya değil öbür dünyayadır. Batı medeniyetinde bu dünya vardır, bu dünyanın nimetleri olan; bilim, sanat, edebiyat, şiir, resim, refah, neşe, mutluluk vardır. Ne yazık İslam dünyası böyle bir refah toplumu öngörmemektedir. İşte tam da bu nedenle İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ufku, amacı ve ideali yoktur, imkân ve ihtimali de yoktur.’’ (Prof. Dr. Yasin Ceylan, Cumhuriyet, 28.08.2017)

Bu nedenle de Avrupa’da Rönesans’a öncülük etmiş, bilimin, medeniyetin ve insanlığın beşiği bu coğrafya, o günden (11. yüzyıl) bugüne bilimi unutmuş, metafiziğin dipsiz kuyularında kaybolmuş ve mezhep ve etnik kavgalar nedeniyle insanlarının birbirini boğazladığı bir mezbahana haline gelmiştir.

Anlatmaya çalıştığım bu sebeplerin sonucu olarak bu coğrafyada bilimden uzak, etnik kökene, dine ve mezhebe dayalı ilkesiz ve ülküsüz siyasetlerin sonunun huzursuzluk, çatışma, kan, gözyaşı olduğunu yaşayarak görmekteyiz.

İngiliz aktör, yönetmen ve yazar Peter Ustinov’un bir tespiti vardır: ‘‘Terör; yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Emperyalist güçler bu coğrafyadan elini çekmediği, İslam coğrafyası da emperyalizme alet olduğu, İslam coğrafyasının metafiziğin dipsiz kuyularından ve mezhep kavgalarından kurtulmadığı, bilime ve akla yönelmediği, bu coğrafya halklarının etnik tuzaklardan uzaklaşmadığı ve sonuçta bölgeye gerçek anlamda bir barış ve huzur gelmediği sürece bu tespit doğrultusunda bu coğrafyada terör yoksulların savaşı, savaş ise zenginlerin terörü olmaya ve bu coğrafya bu ateş çemberi içinde cayır cayır yanmaya devam edecektir.

Bu coğrafyada barışın ve huzurun tek adresi emperyalist güçlerden, etnik kökenden ve mezheplerden uzak, laik bir düzen içerisinde yaşam, bilimsel temele dayalı eğitim ve yönetim ve çatışma kültüründen uzaklaşarak uzlaşı kültürüne geçerek bu coğrafya ülkeleri ve insanları arasında sağlanacak uyum, ahenk ve işbirliği ve yüce Atatürk’ün ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ ilkesidir.

Bir de bu coğrafyanın manevi evrenini koskoca bir morg olmaktan çıkarmak için insanlarına yaşama sevincini aşılamak ve insanlarını “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” gibi kavramları ile beslemek gerekmektedir.

Bütün bunlar olduğu takdirde Hz. İbrahim’in bir ateş çemberi içine atılmışken birden yeşil çimlere düştüğü gibi bu coğrafya da ancak o zaman bir cennete dönüşecektir. 

Bu ateş çemberinden kurtuluşun bundan başka seçeneği ve çaresi de yoktur. Bugünkü İslam Dünyası'nın geri kalmış olması bir sonuçtur.  Ve sebepler ortadan kalkmadan bin yıl da geçse sonuçlar değişmeyecek ve bu dünya bu geri kalmışlıktan ve bu ateş çemberinden kurtulamayacaktır. 

Yeniden Ziya Paşa  

Yazımın girişinde Ziya Paşa’dan bahsetmiştim. Yazımın sonunda da yine ondan bahsetmek istiyorum. Ziya Paşa sürgünden döndükten sonra, önce Suriye, sonra Konya ve 1878 yılında da Adana Valiliğine atanır. Ölümüne kadar geçen sürede de Adana Valisi olarak görev yapar. Ziya Paşa Adana valisi iken kendisi hakkında aşağıdaki hikâye anlatılır.

1879 yılında Çukurova’da ortalığı kasıp kavuran bir kuraklık hüküm sürer. Ekinler kurur, sebze ve meyve bahçeleri kuraklıktan ürün vermez olur. Çiftçi, tüccar bir grup Adanalı eli böğründe perişan bir durumda müftüye giderek yağmur duasına çıkılmasını isterler. Müftü efendi de durumu arz etmek ve izin almak üzere Vali Paşaya sorar; ‘’Paşa hazretler nasip olursa yarın Cuma namazını eda eyledikten sonra cemaatle birlikte topluca duaya gideceğiz. Zat-ı Devletleri de buna iştirak etmeyi düşünürler mi?’’ Ziya Paşa müftü efendinin bu teklifini alır almaz ayağa kalkar ve konağın penceresinden aşağıda gürül gürül akan Seyhan nehrini seyre dalar. Sonra da müftü efendiye dönüp şöyle söyler; ‘’Baka müftü efendi, ben Cenab-ı Hakkın huzuruna yağmur istemek için çıkmaya hayâ ederim. Utanırım. Hemen yanı başımızda koca bir ırmak akıyorken, onun kenarında durup yağmur duası yapmak ne ola ki. Hak teâlâ benden bunun hesabını sormaz mı? Yarın Ruzi- Mahşer’de bana ‘Ey Ziya, önündeki nimeti görmezden gelip sen ne yüzle karşıma çıkıp yağmur dilersin’ demez mi? Yok müftü efendi yok. Beni mazur gör. Rabb-ül Alemin’im huzurunda beni rüsva eyleme.’’

Aslında buraya kadar uzun uzun anlatmak istediğimi Ziya Paşa'nın bu hikâyesi açık ve net bir şekilde özetliyor.

Coğrafya kader mi?

İbn-i Haldun; “Coğrafya kaderdir” derdi. Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck de; ‘’Kaderinden şikâyetçi olan, kendi beceriksizliğinden de şikâyetçi olmalıdır.’’ Derdi. Bu coğrafya bize kaderdir diye şikâyetçi olacaksak eğer öncelikle aynaya bakarak Maeterlinck’in dediği gibi kendi beceriksizliğimizden şikâyetçi olmamız gerekecektir!

Sonuç

Hz. Allah Kuran-ı Kerim’de bu coğrafyayı anlatırdı zaten: ‘’Allah pisliği, akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır.’’ (Yunus Süresi 100. Ayet)

Arz ederim

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz