• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam252
Toplam Ziyaret3181578

Kur’an ve İslam


Kur’an ve İslam

25 Aralık 2020

Dünkü ‘’Kur’an’ı Türkçe okumak’’ başlıklı yazıma müspet ve menfi epeyce bir tepki gelince, ‘’Dîvân Edebiyatı’’ konusundaki seri yazıma ara verip Kur’an ve İslam konusuna devam edeyim istedim…

Toplumumuzun yüzde doksan dokuzu Müslüman diye biliriz ama İslam’ın temel kavramları hakkında doğru bilgi sahibi değilizdir. Toplumun en cahil bırakıldığı alan din ve İslamiyet alanıdır… Dünkü yazımın konusu olan Kur’an’ın Türkçe okunup okunmayacağı konusunu Avrupa’nın beş yüzyıl gerisinden gelerek tartışıyoruz… Tabii ki Kur’an’ı anlayıp okumadan sanırım bu gidişle bir beş yüzyıl daha din ve İslam konusunda cahil kalacağız demektir…

Bu yazımda günlük hayatımızda sıkça kullandığımız Kur’an’da geçen bazı kavramları ve ibadetleri Kur’an’a göre açıklamak istiyorum... Bakalım biz bu konuları nasıl biliyoruz ve Yüce Allah Kur’an’da bu konular hakkında neler buyuruyor?…

Ancak konuya geçmeden önce Kur’an’ın dili ve meâl hakkında kısa bir bilgi vermem gerekiyor…

Kur’an dili ve meâl

Kur'an lisanı bilinenin aksine Arapça değildir. Kur'an Arapça’ya çok yakın eşi benzeri olmayan farklı bir lisanla yazılmıştır. Bu nedenle bilinen herhangi bir dile ait olmadığı için anlaşılması için mutlaka anlamlandırılması gerekmektedir. Bu anlamlandırmanın Arapça karşılığı ise ‘’meâl’’dir. Ne yazık ki bu konuda Türkçe olarak ‘’anlam’’ değil de  ısrarla Arapça karşılık olan ‘’meâl’’ kullanılmaktadır...

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinde ‘’meal’’ özetle şu şekilde açıklanmaktadır: ‘’Meal; Osmanlı Türkçesi’nde “mâna ve mefhum” karşılığında kullanılmış, bununla bir sözün lafzan veya harfiyen değil mâna ve mefhum itibariyle başka bir dile aktarılması kastedilmiştir. Buna göre meâl kelimesi sözün aktarım keyfiyetini ifade eden örfî bir anlam kazanmış, daha sonra ‘Kur’an’ın harfiyen değil mâna ve mefhum bakımından tercümesi’ anlamında terimleşmiştir.’’

İşte sorun da burada başlamaktadır. Kur’an ‘’meâl’’ adı altında temel kavramlar anlamlandırılırken devreye bu kavramları anlamlandıran kişilerin ait olduğu kültürü, algısı ve değer yarıları girmekte ve bu anlamlandırmayı yapan kişilerin ait olduğu kültür, algı ve değer yarıları bize ‘’Kur’an meali’’ veya İslam diye sunulmaktadır. Bu nedenle kendisini yetkin hisseden her din bilgini her ayeti farklı farklı anlamlandırmıştır. Örneğin herhangi bir ayetin adını vererek İnternette arayın, başta Diyanet’in kendi içinde bile onlarca farklı ‘’meâl’’ adı altında çok faklı anlamlandırmalarla karşılaşırsınız…

Kur’an’da geçen temel kavramlar

Örnek olarak bu kavramlardan ‘’kurban’’, ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ce ‘’hadis’’ kavramlarını anlatacağım. Toplumun yüzde doksan dokuzu Müslüman ama bu kitlenin de yüzde doksan dokuzu kurban konusu başta olmak üzere bu temel kavramları yanlış bilir. Daha doğrusu kendilerine yanlış aktarılır…

Örneğin Müslümanların yüzde doksan dokuzu kurban kesmeyi sanki farzdan da öte bir zorunluluk gibi algılayıp en zor koşullarda kurban kesmeye çalışırlar. Almanya’da kaldığım yıllarda apartman bahçesinde kurban kesip ceza alan, sonraki sene de cezadan kaçınmak için evin banyo küvetinde kurban kesen, bu nedenle de apartmanda oturan tüm Almanların taşındığı saf mümin bir aile ile tanışmıştım…

Toplumdaki; başta kurban konusu olmak üzere İslam’daki temel kavramlardaki bu cehaletin baş sorumlusu Diyanet İşleri Başkanlığıdır… Bu konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı ısrarla toplumu doğru bilgilerle aydınlatmaktan geri durur. Örneğin Diyanet hocaları her Kurban Bayramı namazı hutbelerinde sahih (doğru) olmayan ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsünden geçirecek’’ hadisini söylerler de kurban ibadetinin gerçekte farz mı, sünnet mi, vacip mi olduğu konusuna hiç mi hiç değinmezler, gerçeği söylemezler…

O zaman buyurun bu konularda Kur’an ne yazıyor onu görelim…

Kurban

“Kurban” kavramı Kur'an’da yedi sure içinde 13 ayette geçer. Bunlardan dokuzu; 22. Hacc Suresi (28, 30, 34 ve 37. ayetler),  5. Maide Suresi (2, 95 ve 97. ayetler), 48. Fetih Suresi ( 25. Ayet) ve 2. Bakara Suresi (196. Ayet)’de geçmektedir. Diğer dördü de 3. Âli İmrân ve 6. En’Am surelerinde genel nitelikte geçmektedir. Bizim bayram olarak andığımız dönemi ele alan sure 22. Hacc Suresi’dir. Ayrıca 108. Kevser Suresi’nde bir kere, çok farklı bir şekilde yer almaktadır.

Kur'an'da 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetler, kurbanın tam olarak yerini özetler: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir."

En’Am Suresi’nin 162. Ayetinde de (Diyanet Vakfı mealinde) “kurban” sözcüğü geçiyor. Fakat ayetin ardından şöyle bir not var: “Meâlde kurban olarak tercüme ettiğimiz ‘nüsük’ kelimesi bazı müfessirlerce ibadet olarak açıklanmıştır.”

Kevser Suresi ise Kur'an'ın 108. Suresidir. Kur'an'da üç ayetten oluşan en kısa surelerden biridir. İlk ayetinde; Kevser’den (Kevser: Arapça bolluk ve bereket demek, aynı zamanda Cennet’te akan ırmağın da ismidir) bahsedildiği için bu isim verilmiştir. Diğer bir ismi de "Nahr Suresi"dir. Erkek çocukları yaşamadığı için Hz. Peygamberimize müşrikler, nesli kesik manasına gelen "ebter" dedikleri için Hz. Peygamber üzülür. Bu sure Hz. Peygamber için kendisi üzülmesin diye inmiştir.

Kur'an'da 108. Kevser Suresi 2. Ayet de;“Fesalli lirabbike venhar” cümlesİnde; “Fesalli lirabbike…” “Namaz kıl Rabbin için…” denilmekte, ardından gelen “venhar” kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Bu ayetteki “venhar” kelimesinin anlamı eğer ‘’kurban kes’’ olsaydı ‘’venhar’’ kelimesi yerine, Arapça lisanında ‘’kurban’’ kelimesinin tam karşılığı; “dahiyye”, kurbanlık hayvanla ilgili olarak da “udhiyye” geçmesi gerekirdi. Oysa “venhar” kelimesinin tam karşılığı olarak; ‘’Allaha yönel, imana yönel…’’  olarak yorum­lamak gerekir. Şöyle ki; Arapça “Nahr” kelimesi, boğazın, göğüsle birleştiği yerdeki boşluktur. Eskilerin sık sık söz ettikleri “iman tahtası” olarak yorumladıkları bölge yani “Nahr” kelimesi, “boğazın altındaki çukurluktur.” Buna dayanarak ‘’kes’’ yorumu zorlama bir yorumdur…

Sonuç olarak; Kur’an’da açıkça ‘’kurban kesin’’ buyruğu olmadığı için kurban kesmek farz değildir…

Hz. Peygamber de kurban kesmemiştir. Bu nedenle kurban kesmek sünnet de değildir. Ancak kurban ibadetinin sünnet olup olmadığı konusunda İslâm âlim ve müçtehitleri de farklı içtihatlarda bulunmuşlardır:

İmam Azam Ebû Hanife'ye göre (Sünni mezhebine göre) kurban farz ve sünnet olmayıp vaciptir. Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi ile Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf'a göre ise kurban sünnet-i müekkededir. Sünnet-i müekkede ise Hz. Peygamberin pek az terk ettikleri işler ve ibâdetler. Buna da, Sünnet-i hüdâ da denir. Bundan dolayı Şâfiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebine ait olanlar kurbanı her yıl değil zaman zaman keserler. Vacip olan ibadetin ise hacc farizası sırasında yapılması gerektiği doğrultusunda içtihatlar da bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi İslam müçtehitlerinin genel yorumu Hz. Peygamberin kurban kesmediğidir. (Eğer Hz. Peygamber kurban kesse idi ‘’sünnet’’ olurdu). Eğer Kevser Suresi 2. Ayet de geçen “venhar” kelimesini Hz. Peygamber “kurban kes” olarak anlasaydı zaten kurban keserdi. (Velev ki Kevser Suresi’nde geçen ‘’venhar’’ kelimesi ‘’kurban kes’’ anlamına gelse bile bu Sure Hz. Peygamber için inmiştir.)

Kevser Suresindeki ‘’venhar’’ kelimesi için bazı ilahiyatçı ve hadis yazarları; “kurban kes” olarak yorumlamaktadır. Hâlbuki ‘’venhar’’ kelimesi görüldüğü gibi ‘’kurban kes’’ anlamında değil ‘’Allaha yönel, imana yönel’’ anlamındadır.

Kurban, Türkçe'ye Farsça'dan, Farsça'ya ise Arapça'dan geçmiş bir sözcüktür. Arapça ‘’k-r-b’’ kökünden türemiş olup, sözlükte "yaklaşmak" anlamına gelir ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındadır. ‘’Akraba’’ sözcüğü de bu kökten türemiştir.  

Şimdi tekrar Kur'an'da kurbanın tam olarak yerini özetleyen 22. Hacc Suresinde geçen 36. ve 37. ayetlerin anlamını vermek istiyorum: "Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadettir." İslamiyet öncesi Araplarda kurban geleneği vardı ve Araplar İslamiyet zamanında da bu geleneklerine devam ediyorlardı. Yüce Allah bu Ayette buyuruyor ki : "(Siz keserseniz kesin ama) Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak olan ancak, sizin O’nun için yaptığınız, gösterişten uzak amel ve ibadetlerdir."

Kurban, zaten sözcük anlamıyla "yaklaşmak" anlamına gelmekteydi ve ‘’bir hayır adına kendisi ile Allah'a yaklaşılan şey’’ anlamındaydı.

Huri

Kur’an’da geçen ‘’huri’’ kelimesi de ‘’kurban’’ gibi yanlış anlamlandırılan kavramlardan bir tanesidir. Kur'an’da geçen ‘’huri’’ kelimesinin anlamı ‘’can yoldaşıdır’’.

Cennet’te cinsiyet yoktur. Kur'an'da Cennet’te cinsiyetin ve cinselliğin olduğunu söyleyen, belirten, ima eden hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur… Her şeye kâdir evrenlerin mimarı Yüce Allah Cennet’te kullarına vere vere ‘’göğüsleri yeni tomurcuklanmış huri’’  (78. Nebe, 33: ‘’ve kevâıbe etrâben’’  - Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar - ) mi verecektir? Her şeyin yaratıcısı Yüce Allah insanları Cennet’e motive etmek için buna mı ihtiyaç duymaktadır?... Ayette geçen '’ve kevâıbe etrâben’’ ifadesi ''bahçe içerisinde toprak tepeler'' anlamına yakın bir anlamı ifade eder. Her şeye cinsellikle bakan kültür bu '’ve kevâıbe etrâben’’ (bahçe içerisinde toprak tepeler) ifadesini ''göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar'' olarak anlamlandırmıştır... Kudret sahibi Yüce Allah'ın sübyana şehvet duyacak kadar cinselliğini ehlileştirememiş bir varlığı o tertemiz Cennet’ine kabul edeceğini mi düşünüyorsunuz? O kültürün bilinçaltı ne ise anlam (meal) olarak da ne yazık ki onu vermiştir ve vermektedir...

Nitekim din bilgini ve mutasavvıf Ahmed Hulusi ‘’huri’’ kelimesini ‘’Yaşıt muhteşem eşler!’’ olarak yorumlamaktadır. (Cinsiyet kavramı olmayan şuur yapının hakikatinden gelen esmâ özelliklerini açığa çıkaracağı muhteşem kapasiteli o boyutun özelliğiyle oluşmuş bedenler. Dişi - erkek ayrımsız! )

20. yüzyılın en fazla etki yaratan İslam düşünürü olarak kabul edilen Pakistanlı din bilgini Muhammed Esed, 1980 yılında yayınladığı ‘’Kur'an Mesajı’’ (İşaret Yayınları, 2020) isimli eserinde bu konudaki tefsiri şu şekildedir:

‘’Kevâib’i harika eşler olarak çevirmem konusunda ise, hatırlanmalıdır ki keb teriminin -kâib isim-fiili buradan türetilmiştir- birçok anlamı vardır ve bu anlamlardan birisi, çarpıcı olma, göz alıcı olma, üstünlük yahut ihtişamdır (lisânu’l-arab). Böylece keabe fiili, insan için kullanıldığında, o, (başka bir kişiyi) göz alıcı/çarpıcı veya muhteşem veya harika yaptı anlamına gelir.

Hem keabe fiilinin, hem de keb isminin bu mecazî anlamına bağlı olarak kâib isim-fiili, halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılmıştır. Bu nedenle birçok müfessir, bu ifadede, cennetin (erkek olduğu varsayılan) sakinlerine hoşnutluk verecek olan bir tür genç dişi-eşlere bir atıf görürler. Ancak, öncelikle belirtmeliyiz ki, Kur'an’ın Cennet’in güzellikleri ile ilgili bütün teşbîhleri aynı ölçüde hem erkek hem de kadın için geçerli bulunmaktadır.

Diğer taraftan kevâib’in bu anlamı, yukarıdaki gündelik kullanışın türediği kökü -ki keb isminin taşıdığı mecazî göz alıcılık anlamına dayanmaktadır- göz ardı etmekte ve bu açık mecazın yerine maddî olarak göz alıcı bir şey için geçerli olan lafzî karşılığını geçirmektedir.

Dolayısıyla bu, (halk dilinde göğüsleri göz alıcı hale gelen veya tomurcuklanan kız anlamında kullanılması) bana göre tamamen temelsiz bir yorumdur. Cennet’in nimetleri ile ilgili Kurânî tasvirlerin daima müteşabih olduklarını hatırlarsak, kevâib teriminin, yukarıdaki bağlamda, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmaksızın, muhteşem (veya harika) varlıklar anlamına geldiğini ve etrâb terimi ile birlikte müthiş uyumlu harika eşleri gösterdiğini anlarız. Böylece kutsanmış kimselerin birbirleriyle ilişkilerine işaret edilmiş ve onların tümünün karşılıklı tamamlayıcılıkları ve eşit ölçüdeki değerleri vurgulanmış olmaktadır.’’

Cihat

Kur'an’da geçen "Cihat’’ kelimesi de ne yazık ki yanlış anlamlandırılmıştır. ‘’Cihat’’ın kökeni ‘’Jihaad’’ kelimesinden gelir ve ‘’gayret etmek, ilerlemek için sürekli gayret edip çabalamak’’ anlamına gelir. Cihat aslında kişinin çabada olması, kendi nefsiyle sürekli bir mücadelede içinde olması demektir. Kur'an; cihatı ’’nefsinle mücadele et, en büyük mücadele nefsinle olandır, yılma, nefsini yen’’ anlamında vermektedir. Bugünkü şeytanların yorumladığı anlamında değil…

Başörtüsü

Benzer şekilde ‘’başörtüsü’’ konusu da yanlış anlamlandırılmaktadır. Nur Suresi 60. ve Ahzab Suresi 59. Ayetleri de örtünmeyle ilgili ayetlerdir.  Ancak ‘’örtü’’ yorumu yalnızca Nur Suresi 31. Ayetinde yapılmaktadır. Konu uzun. Ancak özet olarak şunu söyleyebilirim ki ayette geçen sözcük “bi-humuri-hinne”;  “o kadınların humuru ile” anlamındadır. Humur; Hımar’ın çoğuludur. Bu sözcük ‘’(k)ha mim ra’’ kökünden gelir. Bu kökün anlamı: Üzerini kapatmak, kaplamak, saklamak, örtmek, gizlemek ve mayalamaktır. Bu sözcük dilimizde de benzer anlamlarda yer bulmuştur: ‘’Mahmur’’: Gözleri uyku ile örtülü (göz örtüsü), ‘’Hamur’’: Un ve su karışımının, mayalanmasıyla elde edilen pelte.

Bilinen ilk (1290) derli toplu klasik Arapça sözlük çalışması olan İbn-i Manzur’un “Lisan-ul Arab”ın da bu sözcüğün “başörtüsü” anlamına geldiği bir karşılığı bulunmamaktadır! Lisan’ul Arab’da Veysel Karani’nin “insan örtüsü” manasında kullandığı, “Ben bir hımar içinde yaşıyorum” sözünü dahi alıntılayan, bu sözcüğü “uyku örtüsü”, “heyecan örtüsü”, “kötülük örtüsü” anlamında dahi kullanıldığını örnekleyerek gösteren sözlüğün, “kadınların taktığı başörtüsü” anlamını kaçırmış olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Dolaysıyla Ayet’de geçen ‘’humur’’ sözcüğü başörtüsü anlamında olmayıp, sadece ‘’örtü’ anlamındadır. Ve göğüslerin örtülmesi anlamında verilmiştir.

İslam'ın beş şartı

Dün bu konuyu anlatmıştım. Buraya tekrar almamın nedeni, bu konuda beni eleştirenlerin yazımı iyi okumamış olmalarından kaynaklanmaktadır. Dün aynen şöyle yazmıştım:

Ne yazık ki Müslümanlar yüce dinimiz İslam’ı sadece ibadet boyutuna indirgeyerek İslam’ın ahlaki boyutunu görmezden gelmişlerdir. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere din adına ahkâm kesenler, insanlarımıza ‘’İslam’ın şartları’’ diye; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı öğretiyorlar… Ancak başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlarımıza bir türlü; doğruluğu, dürüstlüğü, hakkı, hukuku, adaleti ve barışı öğretmiyorlar, anlatmıyorlar… Başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenler insanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranışın gerçek bir ibadet olduğunu anlatmıyorlar…

Kaldı ki ‘’İslam’ın şartları’’ diye Kur’an’da hiçbir ifade, hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da en çok geçen kelime ‘’adalet’’ kelimesidir… ''Adalet'' kelimesinden sonra sırasıyla Kur’an’da en çok geçen kelimeler; ‘’emanet’’, ‘’ehliyet’’, ‘’meşveret’’ ve ‘’maslahat’’ kelimeleridir. İslam’ın beş şartının Kur’an’da geçmiyor ama hadis olduğu rivayet edilir. İslam’ın yüce Peygamberi, Müslümanlara, İslam’ın özü olan ve Kur’an’da çok sık vurgulanan; hak, hukuk, adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat kavramları dururken, şart olarak; kelime-i şehadeti, namazı, zekâtı, orucu ve haccı mı öne sürmüştür? Eğer İslam’da şart aranacaksa bu beş şart Kur’an’da geçtiği şekliyle; adalet, emanet, ehliyet, meşveret ve maslahat olarak sıralanmalıdır. Ancak, ne yazık ki bu kavramlar başta DİB olmak üzere bu ahkâm kesenlere ve bu Müslümanlara yabancıdır. Çünkü bu Müslümanlar İslam’ı bilmezler… Zaten Emevilerden beridir İslam dünyası İslam’sız bir Müslümanlık yaşamaktadır.

Burada ben; kelime-i şehadet, namaz, hac, zekât ve oruç Kur’an’da geçmiyor demiyorum. Benim yazdığım bu beş ibadet Kur’an’da ‘’İslam’ın beş şartı’’ olarak geçmiyor…

Hadis

İslam’da birinci öncelik Allah’ın kelamı Kur’an’dır (nakil). İkinci sırada hadisler (Hz. Peygamberin sözleri) gelir. Hadis Kur’an’ın yerini tutmaz. Kur’an’ı açıklar. Yahut Kur’an’da olmayan bir konuda hüküm verir bize. Genel kabul budur.

Hz. Peygamber Kur’an ile karıştırılır diye hadislerin yazılmasını yasaklamıştır. Sahabeler ve dört halife de bu geleneği devam ettirmiştir. Ancak Hadisler Hz. Ömer tarafından sistemli bir şekilde, titizlikle araştırılıp sahih (doğru) hadisler ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle de Hz. Ömer’den sonra ileri sürülen, rivayet edilen hadislere şüpheyle yaklaşılmaktadır. Yani Hz. Ömer, birinci elden, Hz. Peygamberin en yakınlarından, şahit olanlardan hadisleri derlemişken Hz. Peygamberden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelip de hadis rivayet edenlere şüpheyle bakılmaktadır…

Kaldı ki Hz. Ömer bile derlediği, doğruluğundan emin olduğu hadisleri kitap haline getirmemiştir.  Hadisleri de bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer’in bu konuda çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehl-i kitap, Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terketmişlerdi. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem” diyerek bundan vazgeçtiği rivayet edilir. Hz. Ömer diğer şehirlerdeki sahabelere de mektuplar yazarak ellerinde yazılı bulunan hadis mecmualarını yok etmelerini ister…

Hz. Ömer döneminde hadisler çoğalınca Hz. Ömer halktan beraberlerinde bulunan hadis sayfalarını getirmelerini ister. Sonra bunların yakılmasını emrederek şunu söyler: “Kitap Ehli’nin Mişnası gibi Müslümanların Mişnasıdır bunlar.”

Hz. Ömer; Musevilerin, dinlerini yozlaştırmalarında, Tevrat dışında Mişna adlı kitapları dini kaynak edinmelerinin etkisini görmüş ve Peygamber’e fatura edilerek dinin kaynağı kılınmak istenen hadislerin, bu Mişnaların fonksiyonunu kazanacağını anlamıştır. Buna karşı hem diliyle, hem eliyle mücadele etmiş ve bu “Mişnaları” yakmıştır.

Hz. Ömer, Irak’a yolculuğa giden arkadaşlarına şöyle der: “Siz öyle bir ülkeye gidiyorsunuz ki halkı arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız.”

Hz. Ömer şöyle der: “Ancak sizden önceki kavimleri hatırladım, onlar da kitaplar yazmışlar ve Allah’ın Kitabı’nı bırakarak onlara sarılmışlardı. Allah’ın Kitabı’na hiçbir şeyi karıştırmam.” Diğer bir rivayette “Allah’ın Kitabı’nı asla başka bir şeyle değiştirmem.” Başka bir rivayette; “Ben yemin ederim ki Allah’ın Kitabı’nı hiçbir şeyle gölgelemem.”

Görüldüğü gibi Hz. Ömer, Hz. Peygamber yakınında olan, hadislere tanıklık, şahitlik yapan kişilerin rivayetleri hariç bunun dışındaki hadislere itibar etmeyip Kur’an’ı esas almıştır…

Hz. peygamberin vefat tarihi 8 Haziran 632 tarihidir. En çok hadis rivayet edenlerden Tirmizî  (824 – 892) ve Buhâri (810 – 869) Hz. Peygamberden yaklaşık iki yüzyıl sonra doğmuşlardır. Hal böyleyken hangi güvenilir kaynağa dayanarak Tirmizî ve Buhâri’nin rivayet ettiği hadisler sahih (doğru) olarak kabul edilecektir?

Diyanet İşleri Başkanlığına çağrı

Görüldüğü gibi Arapça olmayan Kur'an’ı Araplar kendi kültürlerine göre anlamlandırmaya çalışmışlar ve bu çalışmalarında da aslında Kur'an’da bulunmayan kendi kültürlerindeki anlamları eklemişlerdir. Ve bu şekilde oluşan kültür de bize ‘’İslam ‘’ olarak sunulmuştur.

Buradan Diyanet İşleri Başkanlığına çağrımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi toplumu dini açıdan aydınlatmaktır. Diyanet İşleri Başkanı; üzerine vazife olmayan konularla uğraşacağına, üzerine vazife olmayan konularda fetvalar vereceğine, İslam'ı, topluma Kur'an'ı esas alarak açıklamalı ve bu çerçevede de başta ‘’kurban’’ konusu olmak üzere ‘’huri’’, ‘’cihat’’, ‘’başörtüsü’’ ve ‘’İslam’ın beş şartı’’ konularında toplumu aydınlatmalıdır.

En azından Kurban Bayramı namazında Diyanetin hocaları; her Kurban Bayramı namazı hutbesinde söyledikleri ‘’keseceğiniz kurban sizi sırtına alarak Sırat Köprüsü’nden geçirecek’’ sahih (doğru) olmayan hadisi yerine; ‘’Ey Müslümanlar! Kurban kesmek farz değildir… Kurban kesmek sünnet de değildir… Kurban kesmek vaciptir, o da eğer kısmet olursa hacca giderseniz orada kesmek vaciptir!’’ diye hutbe okumalıdır… Tabi maksat toplumu dini açıdan aydınlatmaksa! 

Diyanetin aydınlatmadığı bu konularda da meydan; erkâna uymayıp ekrana itibar eden, mabetten medyaya transfer olarak bir “pop-star”a dönüşen, İslamiyet’le, dinle, imanla hiç alakası olmayan ipe sapa gelmez soru ve cevaplarla İslamiyet'i magazinleştiren, sulu gözlü, ağlak medyatik sözde din adamlarına, dinbâzlara, din tacirlerine, yobazlara, şarlatanlara ve devletin altını oymaya çalışan ve meri kanunlara göre yasak olan ancak devlet katında cirit atan tarikatlara kalmıştır… Ki zaten bunlardan da onlarcasını hemen her gün ceridelerde ve renkli renkli camlarda görüyoruz…

‘’Aydınların aydınlatmadığı toplumları, şarlatanlar aldatır’’ derdi düşünürler…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz