• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi12
Bugün Toplam798
Toplam Ziyaret3104471

Milli bayramlarda neyi kutluyoruz?


Milli bayramlarda neyi kutluyoruz?

30 Ekim 2021

Milli bayramlar olarak ‘’23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’nı, ‘’19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’’nı ve ‘’29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’’nı kutluyoruz. Ancak neyi kutlamamız gerektiğini tam olarak pek bilmiyor, kutlamalarda da kavramları bilinçsizce birbirine karıştırıyoruz.

‘’23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’nda ‘’çocuk’’ kavramı öne çıkarılıyor, 23 Nisan’ın Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının ulusal egemenliğini ilân ettiği tarih olduğu unutuluyor, ''ulusal egemenlik'' ve ‘’TBMM’’ kavramı geri plana atılıyor.

‘’19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’’nda ise ‘’gençlik ve spor’’ öne çıkarılıyor, 19 Mayıs’ın Atatürk’ün emperyalizme karşı bir milli mücadeleyi başlattığı tarih olduğu unutuluyor, ‘’emperyalizme karşı mücadele’’ kavramı geri plana atılıyor.

‘’29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’’nda ise ‘’cumhuriyet’’ öne çıkarılıyor, Atatürk’ün cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırma ülküsü unutuluyor, ‘’demokrasi’’ kavramı geri plana atılıyor.

Bu nedenle milli bayramlarda neyi kutlayacağımızı anlayabilmek için önce – mutat olduğu üzere- bir bütün olarak tarihte kısa (!) bir yolculuk yapmamız gerekiyor.

Avrupa’da ulus devletlerin kuruluşu

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlıyor. 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra ard arda Avrupa’da teokrasinin, monarşinin ve feodalitenin yerine “ulus devlet”ler kuruluyor.

Bu uluslaşma sürecinde klasik anlamda ‘’ulus devlet’’ olarak Batı ve Kuzey Avrupa; ''devletten millete’’ (from state to nation) evrilirken, İtalya ve Almanya; ‘’milletten devlete’’ (from nation to state) evriliyor. Bu süreçle beraber Merkez ve Batı Avrupa; ''feodal'' bir toplumdan ''devlet’’e, ''cemaat''ten ''millet''e, ''tebaa'' anlayışından ''vatandaş'' bilincine evriliyor.

Bu süreçte Fransa’da bulunan başta Alsaslılar olmak üzere Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar olmak üzere toplam 50 kadar etnik topluluk feodal kimliklerinden sıyrılıp tek bir çatı altında birleşerek Fransız milletini (ulusunu) oluşturuyor. (Devletten millete - from state to nation)

Yine bu süreçte Almanya’da ise başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar Germen kabileleri cemaat (Gemeinschaft) anlayışından cemiyet (Gesellschaft) anlayışına geçerek tek bir çatı altında birleşerek ‘’Deutsch’’ (Alman) ulusunu oluşturuyor. Ve (her ne kadar Almnaya federal bir devlet ise de) gerçek bir ulus devlet kuruluyor: Deutschland (Almanya). Resmî olarak Almanya'nın birleşmesi ile siyasi ve idarî olarak birleşik bir ulus devletin ortaya çıkması 18 Ocak 1871'de Fransa'daki Versay Sarayı'nın Aynalar Galerisi'nde gerçekleşiyor.

Avusturyalılar da Cermen kökenli bir etnik grup olmasına rağmen Avusturyalıları ağırlıklı olarak Cermenleşmiş Macar ve Slavlar'ın karışımı oluşturuyor. Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi Slav kökeni içinde yer alıyor. Bunların dışında Slovenler, Çekler ve daha küçük sayıda da İtalyanlar ve Rumenler ülkenin etnik yapısını oluşturuyor.  

Ardından İtalya’da ve İspanya’da kısacası Avrupa anakarasında ard arda ulus devletler oluşuyor.

Ardından da Doğu Avrupa ve Balkanlar’da kurtuluş hareketleri başlıyor.

Doğu Avrupa ve Balkanlar’da kurtuluş hareketleri

Bu kurtuluş hareketlerinden en çok ve en ağır olarak Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu etkileniyor. Balkanlar’da art arda yeni devletler doğmaya başlıyor. Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Arnavutluk birbiri ardına kimi Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na karşı, kimi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşarak kendi devletlerini kuruyor.

20. yüzyılın başlarında kurtuluş hareketleri ve bu hareketler zafere ulaştığında devrimci adımlarla devletler kuruluyor. İmparatorluklar yıkılıyor, yerine genç, kendi ayakları üstüne dikilen, kalkınmacı ekonomik politikalar izleyen, genellikle milliyetçilik ideolojisine sarılmış devletler kuruluyor.

Daha sonra yeni devletler için İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi beklenecektir. 

Bütün bu yeni devletlerin, parçalanmış bir imparatorluğun adından kurulmuş olmaları ortak özelliği oluyor. Bu ülkelerin demokrasiye geçişleri ise zaman alıyor, daha sonra oluşuyor.

Osmanlı’nın en uzun yüzyılında sorunlarına çözüm arayışları

Avrupa’da ulus devletler ve yeni devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemini yaşıyor. İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatıyor.

Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Türkler kurtuluşu değişik alanlarda arıyor. Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan yazar ve siyasetçi Yusuf Akçura’nın (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset’’ (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesi bu arayışı yansıtıyor.

Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devleti’nin temel devlet politikası olarak ‘’Osmanlıcılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceliyor ve o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğunu ileri sürüyor. Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluktur” diye açıklıyor. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözüküyor. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise siyasi birlikten yana tavır sergiliyor. Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilerek, böylece ümmetten millete geçilmesi düşünülüyor. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatan, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliği oluyor.

Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüfü olmuyor. Şöyle ki:

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve Osmanlı tarihi araştırmacısı Selim Deringil’in ‘’İktidarın Sembolleri ve İdeoloji II. Abdülhamit Dönemi 1876-1909’’ (Yapı Kredi Yayınları, 2002) adlı çok güzel bir kitabı bulunuyor.

Yazar bu kitabında Osmanlının resmi tarihçisi ve ünlü bir devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın (1822 - 1895) bir raporuna yer veriyor. (s.186) Ahmet Cevdet Paşa bu raporunda şöyle yazıyor:

“Devlet-i Âliyye, Yavuz Sultan Selim zamanından berü hilafet-i seniyyeyi haiz olduğuna nazaran din üzerine müesses bir devlet-i azimdir. Lakin andan evveli bu devleti tesis edenler Türk oldukları cihetle hakikat-i halde bir Devlet-i Türkiye’dir. Ve ibtida bu devleti teşkil eden Âli Osman olduğu cihetle Devlet-i Âliyye dört esas üzerine mebnî bir heyet demek olur. Yani hükümdarı Osmanî ve hükümeti Türkiye ve dini İslam ve payitahtı İstanbul’dur. Bu dört esastan hangisine zaaf gelirse bina-i devletin dört direğinden biri sakatlanmış olur.”

Özetle ve günümüz Türkçesiyle Ahmet Cevdet Paşa özetle şöyle yazıyor; ‘’Osmanlı İmparatorluğu dört ayak üzerine kurulmuştur: Osmanlı Hanedanı, Türk Hükümeti, İslam dini ve başkenti İstanbul...’’

Ve raporunun devamında Ahmet Cevdet Paşa şunları yazıyor: “Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak kavimlerini yekvücud eden cihet vahdet-i İslam’dır. Vakıa Devlet-i Âliyye’nin asıl kuvveti Türklerdir. Bunlar, mahvoluncaya kadar Hanedan-ı Osmanî uğrunda can feda etmek kendü kavmiyetlerince ve hem de diyanetlerince vacibat-ı umurdandır...”

Günümüz Türkçesiyle raporunun devamında Ahmet Cevdet Paşa şöyle diyor; ‘’Arab, Kürd, Arnavud, Boşnak vs. kavimleri birleştiren İslam birliğidir amma... Devletin asıl kuvveti Türklerdir... Türkler, Osmanlı Hanedanı için canlarını feda etmeyi gerekli işlerden sayarlar...’’

Günümüzde ‘’Türk’’ adını kullanmaktan imtina edenler, devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar, okullardan içinde ‘’Türk’’ geçiyor diye öğrenci andını kaldıranlar hem Osmanlıcı geçiniyor hem de görüldüğü gibi Osmanlı tarihini bilmiyorlar. Neyse, bu onların sorunu, uyduruk tarih dizileri nelerine yetmez değil mi? Biz gelelim konumuza: Görüldüğü gibi Yusuf Akçura’nın o dönem için en uygun siyaset tarzının ‘’Türkçülük’’ olduğu ileri sürmesi keyfi ve tesadüfi olmuyor.

Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı

Bu büyük çalkantılar döneminde ise Osmanlı İmparatorluğu’nun sahibi sayılan Türkler bu şekilde trajik ikilemler yaşıyor. Önce gerçek sahibi olduklarına inandıkları Osmanlı Devleti’nden kopmak için ayaklanan kurtuluş hareketleri ile savaşıyorlar. Beyhude bir direniştir bu. Balkan Savaşı bozgunu ile Balkanlar’daki Osmanlı varlığı siliniyor ki Balkanlar Osmanlının anayurdu olarak biliniyor. Ardından 1. Dünya Savaşı patlıyor. İttihatçıların dizginlerini ele geçirdiği Osmanlı çok daha ağır bir yenilgi alıyor ve bu kez Anadolu işgal ediliyor. Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar Anadolu’yu paylaşıyor. Türklere ise Orta Anadolu’da daracık bir bölge bırakılıyor.

Kurtuluş Savaşı

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu da işgal edildiğinde ulusal kurtuluş mücadelesi verme sırası artık Türklere geliyor. Emperyalizme karşı “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” başlıyor. Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıyor. Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri yapılıyor.

Ulusal Kurtuluş Savaşı fiilen 19 Mayıs 1919 tarihinde başlıyor.  23 Nisan 1920 tarihinde ise Türk ulus devleti kuruluyor. Sultanın, Osmanlı soyunun değil, halkın egemenliğini kabul eden Türkiye Büyük Millet Meclisi o gün “Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir” diye son noktayı koyuyor ve ulus devletler trenine son anda biniyor.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’ulus’’ anlayışı

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk Yusuf Akçura’nın önerdiği ırka dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alıyor: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Bugünkü millet siyasi ve içtimai toplumumuz içinde Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Bu millet efradı da (bireyleri de) umum Türk camiası (topluluğu) için aynı müşterek maziye (geçmişe), tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” (Medeni Bilgiler, TTK, s. 351)

Böylesine bir bilinçten uzak günümüz siyasetçileri ise sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ‘’Türk ulus devleti’’ni bölmek, parçalamak istercesine mikrofon önünde ve kürsülerde nutuk atıyorlar: “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Boşnak, Roman, Pomak, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Gürcü...’’ Sonra da burada da kalmaz, devam ediyorlar: ‘’Müslüman, Nusayri, Hıristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Dürzi...” diye.

Atatürk’ün düşündüğü Türk ulusu bu coğrafyada bin yıldır yaşayan ortak geçmiş, ortak tarih, ortak kültüre dayanıyor.

Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) adlı kitabında ulusu zaten şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlar oluyor.

Basitçe ulus devletin bir tanımını yapacak olursak; ulus devlet, millet (ya da ulus), yalnızca ırk ve menşe birliğinden veya sadece inanç-mezhep birliğinden ibaret bir kavram olmuyor. Bu sitem içinde dil, kültür, tarih, ülkü birliği, yurt birliği, birlikte yaşama arzusu, siyasi varlıkta birliktelikte, kaderde kıvançta bir olma duygusu ve arzusu bulunuyor. Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar da olur ve dışlanmıyor. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasi oluyor. Demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmuyor. Çünkü demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kayıyor.

İtalya’da Mussolini, ‘’Matteotti Cinayeti’’ (1924) ile, Almanya’da Hitler de ‘’Reichtag Yangını’’ (1933) ile parlamentoyu ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırıp devre dışı bırakarak diktatörlüklerine ve İtalyan ve Alman faşizmine giden yolu açıyor. (Hem İtalya’da hem de Almanya’da parlamentoların ve parlamenter demokrasinin rafa kaldırılarak devre dışı bırakılmasının ulusal devletleri bir nasıl faşizme götürdüğünü hem ‘’Matteotti Cinayeti’’ni hem de ‘’Reichtag Yangını’’nı bu sayfamda uzun uzun yazarak anlatmıştım.)

Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin garantörleri

İşte bu nedenle, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir tehlikeye kaymaması için bazı temel koruması, garantörleri ve özellikleri bulunuyor. Bunlar olmazsa Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, cumhuriyet olmuyor. Adı cumhuriyet ama başka bir şey oluyor.

Bu garantörlerden birincisi ''parlamenter demokrasi'' oluyor.

Dünyaca ünlü Fransız anayasa hukuku uzmanı, siyasetçi, siyaset bilimci ve siyaset sosyoloğu Maurice Duverger (1917 - 2014) '’Siyasi Partiler’’ (Bilgi Yayınevi, 1979) adlı kitabında Türkiye'den ve Atatürk'ten de bahsediyor. (s. 360-364):

Duverger bu kitabında, Atatürk’ün yarattığı anayasada “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur'' ilkesiyle faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de “demokrasi söylemi”nin aldığını yazıyor. Bu da tam olarak siyasal demokrasinin ilkelerini içeriyor. Duverger’e göre, Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu alıyor. Duverger'in yanında birçok başka çağdaş siyasal bilimciler de, benzer gerekçelerle, Kemalist siyasî rejime “gizil (potansiyel) demokrasi” sıfatlarını yakıştırıyorlar.

İşte bu nedenle 23 Nisan 1920’de egemenliği sultandan alıp kendinde toplayan Büyük Millet Meclisi de bu demokrasi adımının taçlandığı ve ete kemiğe büründüğü bir kurum oluyor. Çünkü Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk biliyordu ki meclisini dışlayan, parlamenter demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerinin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kayıyor.

Bu noktada Ahmet Taner Kışlalı’nın bir görüşüne yer verömem gerekiyor.


Ahmet Taner Kışlalı’ya göre Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet devrimi

Ahmet Taner Kışlalı’ya göre Lenin’in devrimi, demokrasiyi ertelediği için çıkmaza giriyor. Mustafa Kemal Atatürk ise, demokrasiyi sadece ileride ulaşılması gereken bir amaç olarak değil, çağdaşlaşmanın bir aracı olarak görüyor. Müslüman ülkelerdeki devrimler, laikliği içermedikleri için sonuçsuz kalıyor. Mustafa Kemal Atatürk, birliği ‘’ortak payda’’nın, yani benzerliklerin kurumsallaştırılmasında aradığı için devrimi tıkanmıyor. Tito, Yugoslavya’da birliği farklılıkların kalıcı kılınmasında aradığı için Tito’nun devrimi, acıklı biçimde son buluyor. Bu nedenle Kemalizm, geçmişin bekçiliği değil geleceğin öncülüğü oluyor.

Bu garantörlerden ikincisi dışa karşı ''tam bağımsızlık''tır.

Dışa karşı tam bağımsız olmayan bir Cumhuriyet sonunda sömürge oluyor.

Bu garantörlerden diğerleri ise T.C. Anayasasının girişinde zikredilen devletin laik ve hukuk devleti ilkeleridir.  

‘’Ulus devlet’’ eleştirisine karşı düşünceler

Günümüzde ‘’ulus devlet’’ eleştirisi yapılıyor. Bu eleştirilere karşı kısaca ve özet olarak şu düşünceler ileri sürülebilir:

- 20. yüzyılın başlarında bir ulus devlet kurmak çağdaş, ilerici, devrimci bir tercih ve devrimci bir yönelim haline geliyor.  

- Girişte anlattığım gibi tarihi süreç içerisinde kıta Avrupa'sında bile demokrasiye geçiş ancak ve ancak imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra gerçekleşiyor.

-  Özellikle ulus devletlerin kan kaybettiğini, çöküşte olduğunu iddia edenlere şu gerçeği göstermek gerekiyor: Dünyada son 30 yılda ulus devletten federasyona geçen sadece bir devlet varken, federasyonların dağılmasıyla devlet statüsü kazanan en az 20 devlet bulunuyor. 

- Yukarıda izah ettiğim gibi ulus devletler, ''parlamenter demokrasi'' ile taçlanmadığı sürece ırkçı veya dinci veya her ikisinin karışımı faşist bir rejime evirilebiliyor. Yani ''parlamenter demokrasi'' ulus devletin olmazsa olmaz koşulu oluyor.

- ‘’Üniter devlet’’ ve ‘’ulus devlet’’ kavramları birbirleriyle doğrudan ilişkili oluyor. Üniter olan bir devlet aynı zamanda bir ulus devlettir. Dolayısıyla üniter devletin varlığını savunup ulus devlete karşı olmak mümkün olmuyor. Bu konuda Prof. Dr. Oktay Uygun, ‘’Federal Devlet’’ (İtalik Yayınları, 1999) adlı kitabında üniter devlet, federasyon, konfederasyon ve özerklik kavramlarını çok iyi şekilde anlatıyor. ‘’Her şey tanımla başlar, araçlarla devam eder’’ diye hep söylüyorum ya. Eğer tanım yanlış konursa çok farklı sonuçlara yelken alınıyor. Tıpkı tıpta yanlış teşhis koyup yanlış tedavi ile hastanın ölümüne yol açıldığı gibi.

- Günümüzde emperyalizmin en kolay avı ''tam bağımsız olmayan'' ve ''parlamenter demokrasinin aşındırıldığı, erozyona uğratıldığı ve rafa kaldırıldığı’’ devletler oluyor. Bu maksatla emperyalizm önce devletin tam bağımsızlığını yok etmekte, sonra ülkedeki müttefiklerini kullanarak demokratik kurumlarını tasfiye etmekte, ulus devletin demokratik ve hukuk devleti özelliği yok edilmekte sonra da sıra ulus devletin kendisinin yok edilmesine gelmektedir. Gerçek bekâ sorunu işte tam da burada başlamaktadır. Günümüzde yok edilen Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Libya'da tam bağımsızlık mı vardı, parlamenter demokrasi mi vardı, hukuk mu vardı?

- Şimdiki sayısı 22’ye ulaşan Arap devletleri Arap milliyetinden bağımsız ve demokrat bir Arap ulus devletine dönüşemedikleri için emperyalist güçlerin ayakları altında sömürülüyor ve eziliyor. Nasır’ın, Saddam’ın, Esad’ın ve Kaddafi’nin bir Arap Bismark’ı olma hayalleri hep bu nedenle serapa dönüşüyor.

- Bir ulus devletin ayakta kalmasının, gelişip büyümesi ve güçlenmesinin olmazsa olmaz koşulu; içerisindeki etnik, dini ve mezhebi farklılıklarını reddetmesinde değil bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüp özümsemesinde yatıyor (asimile etmesinde değil). Bu durumu 20. yüzyılın en büyük şairlerinden biri olan Fransız şair, yazar ve düşünürdür Paul Valry şöyle formüle ediyor: ''Yüksek seviyede olan hiçbir kültür 'saf' değildir. Medeni milletlerin istisnasız hepsi başka milletlerin kültürlerinden istifade etmişlerdir. Arslanın vücudu yediği ve sindirdiği hayvanlardan oluşur.''

Avrupa’nın çifte standardı

Yazımın girişinde bahsettiğim gibi Fransız ulusu; Alsaslılar, Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar gibi elliye yakın etnik gruptan oluşuyor. Ama bir Fransız’a etnik kökenini asla soramazsınız. Bunların tamamı ‘’Ben Fransız’ım’’ (Je suis Français) diyor. Almanya’daki öğrenimim esnasında Alsas Loren’li, kökeni Alman, ana lisanı da Almanca olan Fransız vatandaşı bir hocamız vardı. Bu hocamız her daim Fransız olmakla övünüyor. Kendisine bir türlü ‘’ben Almanım’’ dedirtememiştim…

Aynı şekilde Alman ulusu da başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar olan etnik gruptan oluşuyor. Rein – Koblenz bölgesinde konuşulan Almancayı diğer Almanlar anlayamıyor. Keza Schwäbische diyalektiğini konuşanları da diğer Almanlar hiç mi hiç anlayamıyor. Ama hangi etnik kökenden olursa olsun bunlara kimliğini sorduğunuzda ‘’Ben Alman’ım’’ (Ich bin Deutsch) diyor. Bir Alman’a da asla etnik kökenini söyletemezsiniz…

Keza Avusturya da durum aynı oluyor. Avusturyalılar da Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Sloven, Çek, İtalyan ve Rumen etnik gruplardan oluşmasına rağmen bir Avusturyalıya hangi etnik gruba ait olduklarını, kim olduklarını sorun alacağınız cevap yine aynı oluyor: ‘’Ben Avusturyalıyım’’ (Ich bin Österreicher).

Bu örnekleri İngilizler, İtalyanlar ve diğerleri için de vermek mümkün oluyor.

Ancak Avrupa’da konu Türk’e gelince çifte standartlık başlıyor. Avrupalı ‘’Türk’’ demekten imtina ediyor, ısrarla etik köken arıyor. ‘’Ben Türk’üm’’ dediğinizde ısrarla kökeninizi soruyor. Kürt müsün? Çerkez misin? Arap mısın? Arnavut musun? Laz mısın? Boşnak mısın? Hatırlarsanız Nobel Ödülü'nü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türk olduğunu Avrupa bir türlü kabul etmiyor ve ısrarla Kürt olduğunu, Arap olduğunu iddia ediyorlardı. Bir röportajında Nobel'i almasının ardından kendisini arayan BBC muhabirinin ilk sorusunun "Kürt müsünüz, Arap mısınız?" diye sormasını saygısızlık olarak niteleyen Aziz Sancar, "Kızıyorum ona, çünkü bunlar Allah’ın gâvuru, orayı karıştırdılar yüz yıl önce, hâlâ karıştırıyorlar. İngiltere’de kaç çeşit etnik grup var, ben sana soruyor muyum?" diye konuşuyor. Gazeteler, 18 Ekim 2015)

Tabii ki Avrupa’nın bu politikası sıradan bir politika olarak yer almıyor. 1990’lı yıllardaki Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher’in şu sözü hala bu gök kubbede sinsi sinsi yankılanıyor: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’

Tarih bilinci

Aydın olmak için ‘’tarih bilmek’’ yetmiyor, ayrıca ‘’tarih bilinci’’ gerekiyor. Türkiye’de sözde aydınlar, 50 etnik temelden oluşan gruba; Fransız, 30 etnik temelden oluşan gruba; Alman diyor da aynı sözde aydınlar sıra Türk’e gelince dili varmıyor, ‘’Türkiyeli’’ diyor. Daha yenilerde yaşıyoruz: AB’nin fonlarıyla beslenen ve doğal olarak da sahibinin sesi olan bir medya grubu haberleri verirken ‘’zehirlenen Rus muhalif Navalny’’ diye bahsediyor, ‘’kazada yaralanan Alman sporcu Jasha Sütterlin’’ diye bahsediyor, ardından da ‘’bir Türkiyeli voleybolcu daha’’ diye haber yapıyor. Bu haber grubunun Türk demeye dili varmıyor. Bu ifadeler hiç de masum ifadeler olmuyor. Bu ifadeler sehven verilmiyor, bu ifadeler Türkiye’nin birliğine, dirliğine hizmet etmiyor.

Keza aynı şekilde “Fransız Edebiyatı”, “Alman Edebiyatı”, “İngiliz edebiyatı”, ‘’İtalyan Edebiyatı’’, ‘’Rus Edebiyatı’’ diye sıralayıp sıra “Türk Edebiyatı”na gelince “Türkiye Edebiyatı” veya ‘’Türkçe Edebiyat’’ demek de Türkiye’nin birliğine, dirliğine hizmet etmiyor. Anayasa'dan ‘’Türk’’ tanımını çıkartmaya çalışmak ile "Türk Edebiyatı" ifadesinden rahatsız olmak aynı ideolojik zeminden besleniyor.

Türkiye Cumhuriyetine yönelik yedi büyük tehlike, tehdit

Bugün için Türkiye Cumhuriyetine karşı yedi büyük tehlikeden ve tehditten bahsedebiliriz:

Birinci tehlike; TBMM’nin işlevsizleştirilmesi

Kurtuluş Savaşı’nı ve Cumhuriyet devrimlerini yürüten, Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandıran, Türkiye Cumhuriyetinin temeli, belkemiği, ana direği ve çatısı olan TBMM’nin ve parlamenter demokrasinin; işlevini, önemini ve ağırlığını yitirerek aşındırılması, erozyona uğratılması ve rafa kaldırılması birinci tehlike oluyor. Böyle bir tehlikenin varlığını ve sonuçlarını yazım içerisinde İtalya ve Almanya örneği ile anlattım. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve TBMM’nin önündeki en büyük tehdit ve tehlike bu oluyor.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu; Yunanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildiğinde, bu işgale karşı yapılan bağımsızlık savaşı, Kurtuluş Savaşı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ve Türk milletinin iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi tarafından yapılıyor. Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan devrimler de yine bu meclis çatışı altında yapılıyor. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet, yine bu Meclis çatısı altında ilan ediliyor. Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanması yine bu Meclis çatısı altında oluyor.  

TBMM, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık sebebi, temeli, ana direği, bel kemiği ve çatısı oluyor. Zira yukarıda anlattığım gibi güçlü bir parlamenter demokrasi ile taçlanmayan ulus devletler zaman içinde etnik veya dini veya her ikisinin karışımı bir faşizme kayma tehlikesi gösteriyor.

‘’Ulus devlet’’ ilkesine karşı olanların Türkiye Cumhuriyeti’ne dönük eleştirilerinin kaynağı da ‘’ulus devlet’’ değil, ülkedeki demokrasi eksikliği oluyor. Ne yazık ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ideali olan ‘’demokrasi’’, kendisinden sonraki hükumetlerce geliştirilmiyor, Cumhuriyet demokrasi ile taçlandırılmıyor, gerek eskinin özlemi içerisindeki yeteneksiz hükumetlerce ve bunu gerekçelendiren askerî darbelerle ve gerekse de ideolojik olarak koşullanmış hükumetlerce Türkiye dünya demokrasi liginde hep küme düşürülüyor. İsveç merkezli V-Dem Enstitüsü’nün yayınladığı ‘’2021 Demokrasi Raporu’'nda Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu sırada yer alıyor. Adını bile bilmediğimiz çoğu Afrika ülkesi demokrasi sıralamasında Türkiye’yi geride bırakıyor. Uluslararası Demokrasi ve Seçim Destek Kurumu'nun (IDEA) hazırladığı “Demokrasinin Küresel Durumu-2019” raporuna göre Türkiye ve Haiti dünyada temel hakların düşük seviyede olduğu iki ülke olarak yer alıyor. Bu raporda Türkiye’nin demokrasisi “kırılgan ve çok zayıf” olarak nitelendiriliyor.

İkinci tehlike; ortak siyasi kimliğimiz olan “Türk” ifadesinin etnik kimlik düzeyine indirgenmesidir. Bu tehlike ülkenin parçalanmasının zeminini hazırlar.

Üçüncü tehlike; Ulus devlet içindeki etnik ve dini farklılıkların bir zenginlik olarak görülmeyip dışlanmasıdır. Bu tehlike faşizme yol açar...

Dördüncü tehlike; Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıktan uzaklaşmasıdır. Bu tehlike sömürgeleşmeye yol açar. 

Beşinci tehlike; Türkiye’nin laik yönetim sisteminden uzaklaşmasıdır. Bu tehlike Türkiye’yi Ortaçağ’ın karanlığına gömer.

Altıncı tehlike; Türkiye’nin hukuk devleti ilkesinden uzaklaşmasıdır. Bu tehlike Türkiye’yi faşizme ve monarşiye götürür.

Yedinci tehlike ise Türkiye’nin her yönden, eğitim, kültürel ve maddi açıdan zenginleşmeyip fakirleşmesidir. İngiliz devlet adamı Cecile Rhodes: ‘’İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız’’ diyor. Tabii ki bu alıntı söz ülkenin emperyalist olmasını kastetmiyor. Türkiye’nin her yönüyle, eğitim, kültür ve maddi yönden zenginleşmesidir içerisindeki kavgalarını önlemesinin en basit yolu oluyor. Ülke insanının refahını artırmazsanız eğer sonuç bir bahane ile iç savaş oluyor. Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra etnik kökenli iç savaşların Avrupa’nın en yoksul ülkesi Yugoslavya’da ve dinsel kökenli iç savaşların ise Asya’nın en yoksul ülkesi Afganistan’da yaşandığının unutulmaması gerekiyor.

Eğer bir bekâ sorunu aranacaksa bu yedi maddede aranması gerekiyor.

Sonuç

Yazımın girişinde de anlattığım gibi ‘’23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’nda ‘’çocuk’’ kavramı öne çıkarılıyor, 23 Nisan’ın Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ve Türk halkının ulusal egemenliğini ilân ettiği tarih olduğu unutuluyor, ''Ulusal egemenlik'' ve ‘’TBMM’'nin önemi'' anlatılmıyor, ''ulusal egemenlik'' ve ‘’TBMM’’ kavramı geri plana atılıyor.

‘’19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’’nda ise ‘’gençlik ve spor’’ öne çıkarılıyor, 19 Mayıs’ın Atatürk’ün emperyalizme karşı bir milli mücadeleyi başlattığı tarih olduğu unutuluyor, ‘’emperyalizme karşı mücadele’’ kavramı geri plana atılıyor.

‘’29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’’nda ise ‘’cumhuriyet’’ öne çıkarılıyor, Atatürk’ün cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırma ülküsü unutuluyor, ‘’demokrasi’’ kavramı geri plana atılıyor.

Geri plana atılan bu kavramlar hatırlanmasın, anımsanmasın, unutulsun diye sanki bilinçli olarak geri plana atılıyor, ''çocuk'', ''gençlik'' ve ''cumhuriyet'' gibi tali kavramlar öne çıkarılıyor. Bu nedenle milli bayramlarda o bayramın ana kavramları olan ''ulusal egemenlik'', ''TBMM', ''emperyalizmle mücadele'' ve ''demokrasi'' gibi kavramları öne çıkarılarak hakkıyla kutlanması gerekiyor.

Gülten Akın, ’İlk Yaz’’ şiirinde ‘’Ah kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’’ diyor. Günümüzde kimsenin vakti olmadığı için böylesi ince konuları anlatmak da bana kalıyor.

Arz ederim...

Osman AYDOĞAN


 


Yorumlar - Yorum Yaz