• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam175
Toplam Ziyaret3119560

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey ve Mehmet Rauf


Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey ve Mehmet Rauf

02 Eylül 2016


Dünkü yazımda Mehmet Rauf’u ve onun şaheseri ‘’Eylül’’ü anlatırken Edebiyatçı Selim İleri’nin yazar Mehmet Rauf’u anlattığı, yazarın ''Eylül'', ''Kimsesizliklerim'' ve ''Siyah İnciler'' isimli eserleri üzerine seksenli yıllarda yazdığı ''Aşk Vurgunu Bir Yazar'' adındaki bir yazısından da alıntılar yapmıştım. Selim İleri bu yazısında Mehmet Rauf'u Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’i mukayese ediyordu. 

Düşündüm ki Mehmet Rauf’u daha iyi tanımak için Selim İleri’nin bu yazısının tamamını vermesem olmazdı. Ancak Selim İleri’nin bu yazısını anlayabilmek için kısaca Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’den bahsetmem gerekiyor. 

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey

Ali Rıza Bey (1842-1928) uzun yıllar Balıkhane Nâzırlığı yapmasından dolayı Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey diye bilinir. Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey hakkında isminden ve memuriyetinden başka bir bilgi pek bulunmaz.


Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey hakkında pek bir bilgi pek bulunmaz ancak Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey ömrünün dördüncü çeyrek asrı başlarında yazdığı iki tefrika yazısıyla 19. yy. İstanbul’una ve Osmanlının devlet adamlarına ait iki mükemmel kaynak eser bırakır.

Ali Rıza Bey, Mütareke dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında muhtelif gazete ve mecmualarda eski İstanbul hayatı hakkında yazılar yazar. Bu yazılar daha sonra çeşitli araştırmacılar tarafından kitaplaştırılır.

Geçen Asırda Devlet Adamlarımız


Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in 17 Kasım 1919-25 Nisan 1921 tarihleri arasında "Onüçüncü Asr-ı Hicrî'de Osmanlı Ricali" genel başlıklı yazıları başta Peyâm-ı Sabâh olmak üzere pek çok gazete ve dergilerde yayınlanır.  Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in Mehmed Galib'in teşviki ve katkısıyla yazdığı 38 tefrikalık bu yazıları Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'e kadar gelen devrenin (1839-1909) ünlü devlet adamları hakkında, başka kaynaklarda bulunmayan bilgileri içerir. Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in Peyâm-ı Sabâh başta olmak üzere pek çok gazete ve dergilerde yayınlanan bu yazılarının bir kısmı Fahri Çetin Derin tarafından sadeleştirilerek ‘’Geçen Asırda Devlet Adamlarımız’’ (Tercüman 1001 Temel Eser, 1977) adıyla kitaplaştırılır.

Bir Zamanlar İstanbul


Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey, belki de ilk yazısının gördüğü ilginin verdiği cesaretle yeni bir tefrikasını kaleme alır. Ali Rıza Bey'in sadece kendi imzasını taşıyan tefrikası ise "Onüçüncü Asr-ı Hicrî'de İstanbul Hayatı" adını taşır. Bu eser ilkinden daha kapsamlıdır. Bu yazının ilk beş tefrikası Alemdar'da (8-12 Şubat 1921) çıktıktan sonra diğer kısımları Peyâm-ı Sabah'ta neşredilir. Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey, bu tefrikasında; doğum törenlerinden eğlencelere, meraklarından esrarkeşlere, tulumbacılardan gezinti yerlerine, tarikatlardan ticaret hayatına, Ramazan âdetlerinden balıklara kadar eski İstanbul hayatını bütün yönleri anlatılır. Tefrikanın ilk yazılarında Ali Rıza Bey, çocukluğunda İstanbul'un sokaklarında oynadığı oyunları ve ilk tahsil hayatı ile Maarif Nezareti tarafından ilk açılan mektepleri anlatır.

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in İstanbul hakkında yazdığı bu tefrika Niyazi Ahmet Banoğlu tarafından yine sadeleştirilerek ‘’Bir Zamanlar İstanbul’’ (Tercüman 1001 Temel Eser, 1973) adıyla basılır.

‘’Bir Zamanlar İstanbul’’ kitabından iki bölüm


Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in ‘’Bir Zamanlar İstanbul’’ kitabından iki bölüm aktarmak istiyorum.

Birincisi Rus Donamasının Çeşme baskını ile ilgili. Rus donanmasının, teee Kuzey Denizinden kalkıp Baltık'ı, Kanal'ı, Cebelitarık'ı, Akdeniz'i dolaşarak Osmanlının burnunun dibine kadar gelip de Osmanlının tüm donanmasını imha ettiği Çeşme Baskınını (5-7 Temmuz 1770) Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey kitabında şöyle anlatır:

"Devletlerarası anlaşmalarda murahhaslarımız cahil oldukları ve bu yüzden zararlara uğradığımız tarihlerde yazılıdır. Rusların Akdeniz’e donanma göndereceklerine dair Fransızlar tarafından verilen haber üzerine, Baltık Denizi’nden donanmanın gelebileceğine akıl erdiremeyen devlet erkânı Rus donanması uçup mu Akdeniz’e gelecek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra akılları başlarına gelerek hayret etmişlerdi." (Bir Zamanlar İstanbul, s. 20)

İkinci bölüm ise Osmanlı devler ricalinin hali ile ilgili. Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey kitabında, şimdi bazı tarih bilmez Osmanlı sevdalısı aklı evvellerin pek de hayran oldukları Osmanlı devlet ricalinin halini de anlatır:

"1826 muharebesi yenilgisinden sonra Edirne’ye gönderilen murahhaslarımıza Rusya murahhaslarının harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin edememeleri ve meselenin Bab-ı Alice hal edilememesi üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine başvurulmuş, bu murahhasların tazminat konusunda ileri sürdükleri bir milyonu, bir yük, yani yüzbin sanarak kabul etmişler, aradaki korkunç farkı anladıkları zaman da şaşırmışlardı. Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu bilmezlerdi." (Bir Zamanlar İstanbul, s. 20, 21)

Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı


Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in eski İstanbul hayatı ile ilgili yazdığı bu yazılar ayrıca Ali Şükrü Çoruk tarafından da hiçbir müdahalede bulunulmadan yeni yazıya aktarılarak ‘’Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı’’ (Kitapevi, 2007) adıyla da kitap hâline getirilir.

Ali Şükrü Çoruk tarafından hazırlanan ‘’Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı’’ adlı kitapta Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey eski İstanbul’u şöyle anlatır:

"Bir çocuk üç yaşına geldiğinde validesini, altı yaşına geldiğinde pederini sevmeye başlar. On yaşında tatil günlerini, on altı yaşında güzel elbise sever. Yirmi yaşında mahbubeye meyleder. Yirmi beş yaşı tecavüz ettikte zevce tedarikine teşebbüs eder. Kırk yaşında evladına kesb-i muhabbet, altmış yaşına vasıl olduğunda muhabbetini kendisine tahsis eyler."

‘’Çocuklar mahalle aralarında, cami avlularında, mezarlık tarlalarında; körebe, esir almaca, topaç çevirme, pilav pişti, çaylak yavrum kapamazsın, uzun eşek, adım atlama, varan bir, aşık atma, ceviz açma oynarlar...’’

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey eski İstanbul’u işte böyle anlatır. Ancak Yeni İstanbul’u yaratanlar çocukların çocukluklarını çalar.

Prof. Dr. Ali Birinci, ‘’İstanbul Araştırmaları’’ dergisinin ‘’Bahar 1997’’ sayısında yazdığı "İstanbul Muharriri Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey" başlıklı yazısında Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in hayatını anlatır.

Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey çevresince muhabbet ehli, neşeli, gamsız ve nüktedan mizacıyla bilinir. Bu mizacı kitaplarına da yansır.

Şimdi gelelim Selim İleri’nin gamlı, hüzünlü Mehmet Rauf ile muhabbet ehli, neşeli Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’i mukayese ettiği bahsettiğim yazısına:

Aşk Vurgunu Bir Yazar

Mehmet Rauf ‘'Kimsesizliklerim'’ düzyazı şiirinde yeryüzü küskünlerinden olduğunu ilan eder. Onun bütün günleri, sevdiklerimizi kaybettiğimiz ölüm günlerinin melaliyle örülüdür. ''Siyah İnciler'' şairi yapayalnızlığından vahşi zevkler duymaktadır.


Öte yandan hüzün ve melankoli Balıkhane Nâzırı Ali Rıza Bey’in eteklerine hiç mi hiç dolanmamıştır. 1922’de anılarını tefrika ettiren Ali Rıza Bey bir uçtan bir uca İstanbul’un altını üstüne getirir. Zil takıp oynanmış mutlu günlerdir bunlar. Eğlenceler, çarşı-pazar alışverişi, iftar sofraları, bayramlar, gezintiler birbirini kovalar.

Balıkhane Nâzırı Bentler’i sayıklamaktadır. Büyükdere yolundaki çayır safalarını unutmamıştır. Çayırın kıyı boyundaki geniş sette tıka basa yemek yenir. Zümrüt gibi çimenlerde sarı, mor, pembe çiçekler açmıştır. Çoluk çocuk çayırda zıplayıp sıçrar. Derken ahali orman yoluna sapacaktır. Gökleri kuşatan ağaçların taze yaprakları arasında, daldan dala konan bülbüller uzun demler çekip nağmelerle herkesleri kendinden geçirmektedir. Tekrar yenilmiş içilmiş, gülünmüş oynanmış, keyifler çatılmıştır. Ali Rıza Bey ilkyaz günlerinin kaybolup gidişine pek yerinir. Şimdilerde yaşı dolayısıyla ilerlemişse de geçmişin güzel zamanlarını hikâye etmeyi, ömrün gamlı günlerini anmaktan üstün tutmaktadır.

Acaba? Mehmet Rauf kahra uğramış, perişan sürüklendiği, emelleri hasta yaşamına bir düşman gibi öç gülücükleri ile bakar, kimin intikamını kimden almak istediğini bir türlü çözemez. Oysa gamlı günleri yaşanmamış saymak gerek, Balıkhane Nâzırı şenlikli yaşantılarını savunmaktan geri kalmaz. Hayata muhabbetle bağlanabilmenin tek sırrı budur.

İhtiyarların uzun ömür hakkındaki arzularında bir başkalık vardır. Mesela şu fani dünyadan nasibini almış, hayatın lezzetinden zevk alacak en güzel günleri tükenmiş olduğu halde yine de hayata muhabbetle bağlanırlar. Böyleleri takatları kesilmiş olduğu için vakit olur ki, dünyadan bezmiş görünürler. Fakat gerçek böyle değildir. İhtiyarlığın bin türlü zahmetine katlanırlar da illa yaşamak isterler. Hatta, insanların ömrünün yüz yirmi yıl olduğu hakkındaki söylentilerle teselli bulurlar.

Kuşakdaşı Mehmet Rauf Bey, Balıkhane Nâzırı’nın ebedi gençlik safsatasıyla hiç ilgilenmemiştir. O, kederler demetini devşirmek uğruna bütün hayatını harcamış, çabasını har vurup harman savurmuş, söylenip söylenip tıkanıvermiştir. Mızmız yeryüzü küskünleri hafakan bastırırlar.

İşte Mehmet Rauf Bey her Eylül renklerin son bir kez canlandığını iniltili inildeyişli bir sesle söylüyor. Bu canlanışta matem neşidelerinin gizli çığlığını duymaktadır. Kıpkırmızı yapraklar birden sararacak, dökülüşüp çamurlarda çürüyecek, son güneşlerde kaskatı kesilecektir. Yalnız yaprak dökümü mü, itiraf edelim ki Eylül ayrılıkların ayıdır. 

Herkesin kısa boyundan dolayı cüce sandığı romancımız -Siyah İnciler şairi - üzüntüyle başını sallar. Zira hangi ayrılık yürek yakmaz! Necip’le Suad’ı karşısına almış, ille ayrılmaları gerektiğini belirtmektedir. Bu sahne Eylül’de geçer. Necip, Suad’dan yana yana son bir lütuf daha istirham eder: Onu gözlerinden bir kere, son bir kere öpmek istemektedir. 
- Madem ki ayrılıyoruz...

Bu nihayetsiz saadet rüyasından geriye dönüş pek zalim, pek yırtıcı bir şeydir. Dört bir yanda Ekim ayının -çünkü Eylül de geç gelmiştir- ürpertici rüzgârları esmektedir. Dört bir yanda doğa kışların zalim uykusuna yatar. Suad zehir dolu, mahveden bir yara gibi yanmaya başlamış yeni hayatının eşiğinde herhalde ağlamaya, hıçkırmaya koyulacaktır. 

Anlıyor musunuz? Eylül romancısı için hayat karanlık ‘’mağmum’’, boş, çorak bir çölden ayırt edilemez. Aşk uğruna her şey feda edilir, kimselere yaranılmaz, derken sonsuz bir pişmanlıkla ezilip kalır insan.

Osman AYDOĞAN

Bir not: Daha gençken yazıda bahsi geçen ‘’Tercüman 1001 Temel Eser’’ serisinin bir kısmını almıştım. Şimdi bu seri kitap kütüphanemin bir köşesinde zaman zaman göz attığım bir hazine olarak durur. ‘’Tercüman 1001 Temel Eser’’ serisinin bir kısmı kütüphanemin bir köşesinde durur da ben de neden şimdilerde hiçbir yerde bulamadığım ‘’Tercüman 1001 Temel Eser’'in tamamını almadım diye her daim hayıflanıp dururum. 

 


Yorumlar - Yorum Yaz