• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam143
Toplam Ziyaret3133997

Turgut Özakman ile yaptığımız söyleşi


Turgut Özakman ile yaptığımız söyleşi

31 Ağustos 2020


Turgut Özakman, 50 yıla yakın bir süre emek verdiği Türk Kurtuluş Savaşı'nı romansı bir dille anlatan ‘’Şu Çılgın Türkler’’ (Bilgi Yayınevi) adlı belgesel-romanını, 2005 yılında yayınlanıyor. Bu kitap haftalarca çok satanlar listelerinde ilk sırada kalarak Cumhuriyet tarihinin en çok satan kitabı oluyor, Eğer şimdiye kadar okunmamışsa bu günlerde okunması, okunmuşsa da tekrar okunması gereken bir eser olarak değerlendiriyorum…

1982 yılında kurulan TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’ için Mehmetçik Vakfı Basın Uzmanı Medine Sarıoğlu ile beraber, gününü hatırlamamakla beraber 2012 yılı başında Turgut Özakman ile bir söyleşi yapıyoruz…

Söyleşiyi, Turgut Özakman’ın isteği üzerine Ankara Çankaya’daki evinde ve Turgut Özakman rahatsız olduğu için şimdiki gibi yüzlerimizde maskelerle yapıyoruz. Turgut Özakman bu söyleşiden bir yıl sonra 28 Eylül 2013 tarihinde vefat ediyor. Öyle zannediyorum ki bu söyleşi Turgut Özakman’ın yaptığı son söyleşi oluyor. Allah rahmet eylesin...

Ben buraya bu söyleşinin bir kısmını alıyorum.

Sözü Turgut Özakman’a bırakıyorum.

Turgut Özakman anlatıyor

Birinci Dünya Savaşından İstanbul’a dönen Mehmetçikler

İstiklal Savaşı öncesinden bahsedecek olursak, o dönem savaşlardan gazi olarak dönen Mehmetçikler ile İstanbul hükümeti nasıl ilgileniyordu? İstanbul yönetiminin ne olduğunu çok kısa bir örnekle anlatayım size. Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale’de, Suriye’de, İngilizlere esir düşmüş olan askerlerimizi, bir süre sonra götürüldükleri yerlerden toplayıp İstanbul’a getiriyorlardı. Bunların büyük bir çoğunluğu sakattı, hastalıklıydı. Bu insanlara o zamanki İstanbul Hükümeti, sanki bu zavallı Mehmetçik başka bir devlet için savaşmış gibi arkasını döndü. Hiçbir şefkat ve ilgi göstermedi. Bu insanlar, ev ev dolaşıp dilendiler. Asıl benim canımı yakan olayı söyleyeyim. Bu gazileri Rumlar ve Ermeniler ara sokaklarda kıstırıp dövüyorlardı. İstanbul Hükümetinin kılı kıpırdamamıştır. İstanbul Hükümeti nasıl bir hükümetti derseniz ben bu örneği vermekle yetinirim. Bu milletin hükümeti değildi. O, işgalcilerin hükümeti idi ve tarihin çöplüğüne devrilip gitti. Peki, bu Mehmetçikler dilendiler, arada sakatlıklarından ötürü Ermenilerden Rumlardan sokak aralarında çaresiz kalıp dayak yediler. Daha sonra hepsi bir gün çalışıp çabalayıp Anadolu’ya geldiklerinde köylerinde mi kaldılar? Hayır, Milli Mücadeleyi yapan Mehmetçik oldular. Ne milletlerinden soğudular, ne devletlerinden uzaklaştılar. Tam tersine yeni bir devlet kurdular, yeni bir milletin ilk nesli oldular.


Cumhuriyet nasıl bir miras devraldı?

Cumhuriyet kurulduğu zaman halkının yüzde 80’i köylerde yaşayan, sanayiden yoksun bir köylü devleti idi. Öyle bir devlet, öyle bir millet devraldık biz... 42 bin köy vardı ve bunların hiçbirinde ilkokul yoktu. Devletin kadrosunda 337 tane doktor vardı, 200 kadar ebe vardı. 4 bin kilometre demiryolu vardı ama bunun bir kilometresi bile bizim değildi. Bebek ölüm oranı yüzde 60’ın üzerindeydi. Nüfusumuzun dörtte biri trahomdu. Nüfusun yüzde 90’ı sıtmalıydı, bir bölümü frengiliydi, veremdi. Türk doktorları o dönemde öyle müthiş bir sağlık mücadelesi verdiler ki. Türk sağlık mücadelesi, dünyadaki en büyük sağlık mücadelesidir. Sonunda bütün bu salgın hastalıkları bitirdiler. Ne trahom kaldı, ne frengi kaldı geride. Sıtma savaşı biraz daha uzun sürdü, onunla ilgili bir küçücük not vereyim. Sıtma savaş grupları var çeşitli yerlerde. Bunların başında tecrübeli bir doktor bulunuyor. Bu doktorun maaşı, o zamanki Sağlık Bakanının dört katı idi. Bu kanunu teklif eden 141 de o zamanki Sağlık Bakanı Refik Saydam’dı. Bugün bu olur mu? Herhalde olmaz.


O zamanki Devletin öğretmenine bakışı

Devlet aynı bakış açısını diğer memurlara da yansıtıyor muydu? O dönemde doktorun, öğretmenin, subayın, mühendisin çok büyük değeri vardı. Bizim devlet büyüklerimiz bir yere gidince önce öğretmenler lokalini ziyaret ederlerdi. Öğretmenler protokolde mutlaka en önde yer alırlardı. Eğer bir valiyle, bir kaymakamla öğretmen arasında ihtilaf çıkmışsa, vali ya da kaymakam yer değiştirirdi, öğretmen değil. Öğretmeni böyle güçlendirdiler. İşte Türk halkının çağa uyanması o öğretmenler sayesinde oldu.


Ordu, çok büyük bir okuldur. Ordu, pek çok insana yalnız okuma yazma öğretmedi, pratik hayata alıştıracak bilgileri de verdi. İyi yetişmiş onbaşılardan, çavuşlardan eğitmenler yollandı. Bu Atatürk’ün buluşudur köy eğitmenleri… İşte onu da biraz daha geliştirerek köy enstitüsü yaptık.

Atatürk’ün değerini anlamak ve Atatürk’ü saymak! Bu giderse Türkiye de gider.

Tabii şartlar değişince kurallar, ilkeler adetler bile değişiyor. Ama Türkiye için değişmeyecek bir şey var: Atatürk’ün değerini anlamak ve Atatürk’ü saymak! Bu giderse Türkiye de gider. Bunu kaldırırsanız, geriye Osmanlı İmparatorluğunun son zamanı gelir, o ölüm demektir. Biraz tarih bilen anlar ne demek istediğimi.


Askerlik mesleği

Askerlik ölüme adanmış bir meslektir. Bu bakımdan başka hiçbir meslekle mukayese edilemez. Tarihinde savaş görmüş ciddi devletler, kadir bilir ve vefalı milletler askerlerine çok özel bir değer, onlara çok özel bir yer verirler.


Millî Eğitim Bakanlığımız, millî değildir zaten

‘’Millî Mücadeleyi gerektiği gibi anlatamıyoruz. Bu yüzden sadece gençler değil orta yaşlılar da Millî Mücadeleyi iyi bilmiyor. O görkemli olayı eski soluk fotoğraflara benzettik” demiştiniz. Fotoğraf sizce hala soluk mu?

Netleştiğini düşünüyorum. “Şu Çılgın Türkler” 390 küsur baskı oldu, bu kendi türünde dünya rekoru. Bu rekorun benimle ilgisi yok. Okuyanlar adına söylüyorum bunu. Kitabı okutan öğretmenler, subaylar adına söylüyorum. Yakın tarihimize, bugünkü Türkiye Cumhuriyetimizin kuruluşuna bilgi olarak ne kadar açmışız? Demek ki Millî Eğitim, çocuklarımıza yakın tarihimiz, Cumhuriyetimizin kuruluşu bakımından doyurucu bilgi vermemiş. Zaten bana sorarsanız otuz yıldır bizim Millî Eğitim Bakanlığımız, millî değildir zaten. Millî Eğitim, Atatürk ve İnönü zamanından itibaren millîlik vasfını kaybetti. Şu anda hemen hemen hiçbir mililîk vasfı kalmadı.


Niye Cumhuriyeti ilan ettik, niye yüzümüzü çağdaşlığa döndük? Neler yaptık? Atatürk döneminin ilk on beş yılında -hakikaten Batılılar Türkiye’nin o dönemine ‘’Türk mucizesi’’ der- neler başardık? Bunları çocuklarımıza çok iyi anlatmalıyız. Üniversitede ders verirken, birkaç ders sonrasında öğrencilere “kapitülasyonlar nedir” diye soruyordum, son birkaç yıl içerisinde bilen öğrenci çıkmamıştı. Liseden üniversiteye neredeyse sıfıra yakın bir bilgiyle geliyorlar. Biz giderek ilkelleşen bir toplumuz. Atatürk dönemindeki o ileri bakan gururlu insanın yerini bugünkü ilkelleşmiş insan aldı. Bunun birinci temel nedeni halkevlerinin kapatılmış olmasıdır. Biz dört beş nesildir kitle eğitiminden yoksun yetişen bir nesiliz. Onun yerini hiçbir şey tamamlayamadı. Derken köy enstitüleri kapatıldı. Yani sanki halkın yetişmesini istemiyorlar gibi.

Tarihimizi doğru anlatmak namus borcumuz

Bunları alt alta koyduğunuzda bir sonuca varmanız kabil. Ama biz çocuklarımıza ne bu bilgiyi veriyoruz ne de toplayıp sonuca ulaşacakları bilinci veriyoruz. Tarihimizi doğru anlatmak namus borcumuz Çocuklarımıza tarihimizi doğru anlatmak bizim namus borcumuz. Biz, yeminli tanıklar gibiyiz. Biz doğruyu lehimize ya da aleyhimize değiştiremeyiz. Ne ise öyle anlatmak zorundayız. Öyle sağdan soldan zorlayarak, çarpıtarak, değişik bir gerçek haline getirerek; özellikle gençlerimize, milletimize, tarihini öğrenmek isteyen insanlarımıza çok büyük haksızlık yapıyoruz. Hakikate ihanet ediyoruz. Onun için Eğitim Bakanlığının liseden mezun olmuş çocuklarımızın kültür seviyesini bir kere daha düşünerek bu eğitim yöntemlerimizi gözden geçirmesini dilemek istiyorum. Bu program ve bu yöntemle çocuklarımızın tarihi öğrenmesi hemen hemen imkânsız. Tarih dersinden nefret ediyorlar, neden, bu program ve bu yöntem yüzünden. Tarihi insansız anlatıyoruz.


Gençlere hangi mesajları vermek istersiniz?

Gençler mutlaka bir sanatla ilgilensinler. Sanat insan ruhunu inceltir, daha insan yapar. İkincisi yakın tarihimizi, dürüst, objektif yazmış olan insanların kitaplarından okuyarak öğrensinler. Bir de sahte, uydurma tarih kitapları var. Bunlar niçin yapılır, gençlerin kafasını karıştırmak için. Türkiye’nin doğudan gelip batıya yürüyüşü var. Bunu durdurmak istiyorlar. Atatürk sevgisini, saygısını, cumhuriyete olan bağlılığı, devrimlerin önem vermeyi engellemek için yapıyorlar. Dünyada hiçbir memlekette kendi yakın tarihini bu denli sulandıran çarpıtan, tersine yazan hiçbir ülke yok. Bu bizim ayıbımız. Onun için gençlere yakın tarihimizi dürüst tarihçilerimizin kitaplarından okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Bir iki isim vereyim, Prof. Dr. Şerafettin Turan, Prof. Dr. Sina Akşin, Şevket Süreyya Aydemir… Bu isimleri okurlarsa tarihimizi çok doğru öğrenmiş olurlar. Tarihimizi bilmeyen yurttaş olmaz. Türkiye’nin yurttaşı olabilmek için herhalde tarihimizi doğru bilmemiz lazım. Bunun dışında da spora da önem vermelerini tavsiye ederim.


Bu söyleşi üzerine bugünlerde daha fazla düşünmemiz gerekiyor…

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

Söyleşinin tamamı TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’nde 144, 145 ve 146. sayfalarında yer alıyor. Söyleşinin tamamını okumak isteyen okuyucular için albümün bağlantısını veriyorum.

TSK Mehmetçik Vakfının ‘’30 Yıl Albümü’’:
https://www.mehmetcik.org.tr/uploads/galeri/30-yil-ozel-yayini.pdf


Yorumlar - Yorum Yaz