• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam225
Toplam Ziyaret3181551

Bir zorunlu açıklama ve bir dilek!


Bir zorunlu açıklama ve bir dilek!

13 Temmuz 2020

Kızlarım ilkokula Almanya’da başladılar… Tabii merakımdan ders kitaplarını da inceliyorum… Daha ilkokul 1. Sınıf ders kitabı ve karşımda Bertolt Brecht’in şiiri. Bizim komünist diye bellediğimiz Bertolt Brecht’in şiiri… Dünyanın en kapitalist ülkesinin çocuklarına bir komünistin şiirlerini öğretiyorlar… Öğrettiklerine bakın! Komünist diye şairlerini dışlamıyorlar. Oscar Wilde de İngiliz edebiyatının en önemli simalarındandır. Ancak kimse Oscar Wilde eşcinsel diye dışlamıyor.

Özgürlük; ‘’önyargılardan kurtulmaktır’’ diye bilirim… Edebiyatın, tarihin ve sanatın ideolojisi olmaz diye bilirim… Bu nedenle de sizlerle şiirler paylaşırken kimi zaman Nazım’dan, kimi zaman Âkif’ten, kimi zaman Cemal Süreyya’dan, Can Yücel’den, kimi zaman Sezai Kararakoç’tan, Abdurrahim Karakoç’tan, Arif Nihat Asya’dan alıntılar yaptım… En azından görüyorsunuz, okuyorsunuz… Çünkü bu coğrafya bizim, bu tarih bizim, bu toprak bizim, bu ürünler, bu mahsul bizim, bu edebiyat, bu şiirler bizim, bu şarkılar, bu türküler bizim… Nazım’ın söylediği gibi; ‘’Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.’’ Bu memleket, bu şairler bizim… Bu kader bizim, bu cennet, bu cehennem bizim…

Bu sayfalarda geçmişe gittim günlerce Fatih’i anlattım… II. Abdülhamit’i anlattım… Yavuz’u anlattım… İsmini sayamayacağın onlarca tarihi kişiliği anlattım… Yakın bir zamanda bizim öncemiz olan, bu topraklarda yaşayan Lidya’yı, Likya’yı, Karya’ı anlattım… Bu toprakların evladı Herodot’u, Krezüs’ü, Artemis’leri anlattım… Justinianus’u anlattım… NesimÎ’leri anlattım, Akşemseddin’i anlattım, El Memûn’u anlattım, Abdurehim Heyit ‘i anlattım, Şehriyar’ı anlattım… Nice şairleri, nice ozanları anlattım… Bu sayfada bine yakın makalem var… Hep onları anlattım… Sevelim, sevmeyelim ama hepsi bizim, hepsi bu coğrafyanın ürünü…

Ahmet Arif’in bir şiiri vardı:

‘’Beşikler vermişim Nuh'a

Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?’’

Biz Anadolu’ysak, bunlar da bizim! Tanıyalım istedim…

Daha önceleri de yazmıştım… Toplum olarak en büyük yanlışımız; önyargı ve duygularımızın bizi besliyor oluşudur, araştırma, analiz etme, mukayese ve muhakeme etme ve neticede ‘’anlama’’ gibi zihni melekelerimizin engellenmiş oluşudur, hamasetten bilgi seviyesine gelememiş oluşumuzdur, rasyonel, metodik ve analitik düşünce eksikliğimizin oluşudur… Bu yanlışlarımız ve eksikliklerimiz bir değirmenin taşları gibi arasına alıp öğütüyor bizi… Ne yazık ki farkında değiliz…

Bu kadar uzun bir girişten sonra gelelim sadede:

Toplum olarak her şeye ‘’siyah’’ ve ‘’beyaz’’ olarak bakıyoruz. Bir şiir paylaşıyorum, itiraz geliyor; ‘’Şairi şöyle…’’ Bir kitap tanıtıyorum, itiraz geliyor: ‘’Yazarı böyle…’’ Bir tarihi şahsiyeti anlatıyorum, itiraz geliyor: ‘’Adam öyle…’’  Hukukta avukatlar mahkemede katili değil, insanı savunurlar… Sanatçının sanatı ayrıdır, kişiliği ayrıdır… Kitabın yazarı ayrıdır, yazdığı ayrıdır… Beni ilgilendiren de sanatçının sanatıdır… Yazarın kitabıdır… Beni eleştirebilirsiniz ele aldığım şiirler, edebi metinler, tarihi konular üzerinden… Konu bazında ‘’ne kadar da banal ve zevksiz olduğumu’’ söyleyebilirsiniz. Bu eleştirilerinize hak da veririm, teşekkür de ederim… Ancak neden bu şairin şiirine yer veriyorsun, neden bu yazarın kitabını ele alıyorsun, neden bu adamı, bu tarihi şahsiyeti tanıtıyorsun diye eleştirirseniz inanın en basit ifadeyle bana haksızlık yapmış olursunuz… Daha yenilerde yazmıştım, anlatmıştım ‘’hain’’ diye bilinen 150’likler içinde olan Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’i, namı diğer ‘’Feylozof Rıza’’yı... Şimdi ben ‘’hain’’ diye bilinen bu tarihi şahsiyeti yazmayayım mı?

Eşşeğin heybesinden düşmüş acem karpuzu gibi ikiye, üçe, beşe bölünmüş, yıllardır bilinçli bir şekilde yürütülen kin ve nefret söylemleri sonucu kutuplara ayrılmış insanlarımız istiyorlar ki bir mevziiye yerleşeyim, oradan karşı mevziiye kurşun sıkayım, bomba atayım, karşı mevziiye en ağır top, füze uçak mermilerini yönlendireyim, yaylım ateşe başlayıp en ağır salvoları atayım… Yine insanlarımız istiyorlar ki dünyayı ‘’siyah’’ veya ‘’beyaz’’ olarak göreyim, kafalarındaki tasarladıkları kalıba, kıstasa, ölçüye gireyim... O zaman benden iyisi yok… Eğer II. Abdülhamit’i anlatacaksam ya ‘’Kızıl Sultan’’ diye anlatayım ya da ‘’Ulu Hakan’’ diye… Osmanlıyı anlatacaksam ya övgüler dizeyim ya da yergiler sıralayayım… Eğer ben o kalıba girmezsem, ben o kalıba sığmazsam o zaman da her iki taraftan da bu salvoları ben yiyeyim… Söylerdi zaten Seyyid Nesimî; ‘’Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam!’’

Tekrar buraya dönmek üzere yine kısa bir tarih / edebiyat turu yapayım...

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel

İster Kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Bu rubaiyi okuyunca hemen aklımıza Mevlâna gelir değil mi? Bu rubai hemen herkes tarafından Mevlâna'nın diye bilinir. Ancak bu rubai Mevlâna’ya ait değildir. Bu rubai Orta Asyalı ünlü sufi Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a aittir. (Bu rubai, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'ın "Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani" adlı eserinde 7 numara ile "Baba Efdal"'in rubasi olarak yer alır. Yakup Şafak, Mevlana'ya Atfedilen Yine Gel Rubaisine Dair, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2009)

İlber Ortaylı da Mevlâna'nın hiçbir kitabında bu dizelerin bulunmadığını, bu şiirin Mevlâna'dan sonra ona isnad edildiğini ifade eder. Mevlâna’nın beyitlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir nüshalarında bu dizeler başlangıçta yer almışsa da daha sonraki baskılarında hata fark edilerek çıkarılmıştır. Mevlâna’nın  ‘’Mesnevi’’si altı cilt olup, bu rubai Mevlâna’ya ait olmayıp ona atfedilen Mesnevi’nin yedinci cildinde geçmektedir.

Aslında önemli olan bu rubainin Mevlâna'ya ya da Ebu Said-i Ebu’l-Hayr'a ait olup olmaması değildir. Önemli olan birliğin, beraberliğin, hoşgörünün, Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinin dörtlük haline getirilmiş olmasıdır.

Mevlâna’ya ait olan bu anlama yakın gerçek rubai ise şu şekildedir:

''Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,

Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...''

Görüldüğü gibi Mevlâna’ya ait diye bildiğimiz “Gel, gel, ne olursan ol yine gel’’ diye başlayan rubainin Mevlâna’ya ait olmaması onun büyüklüğünden, onun insan sevgisinden, onun Allah’ın yarattığı farklılıklara hoşgörüsünden bir şey eksiltmez.

Nam-ı diğer ‘’Şark Bülbülü’’ (ki bu lakabı ona Atatürk vermişti), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses’in ‘’Yaş Destanı’’ isimli türküsünün son iki dizesi şöyle idi:

"Beni ağlatma ki sen de gülesin,

Hem murada, hem maksuda eresin!.."

Bu sözler Anadolu’nun bin yıllık feryâdı idi, bu sözler Anadolu’nun bin yıllık figânı idi. Hayatın özü de bu sözlerde gizli idi: Beni ağlatma ki sen de gülesin, hem murada, hem maksuda eresin!..

Şeyh Edebali de Osman Gazi’ye söylemez miydi: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”  Ayet de, Mevlâna da, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da, Şeyh Edebali de aynı şeyleri söylüyor aslında: sevgi, sevgi, sevgi, illaki sevgi...

Tarihçi Cemal Kutay bir TV programında anlatmış; sadrazamın biri padişaha "Kan döneminin bittiğini bu millete inandırmamız lazım" demiş.

Sadrazamın dediği gibi ülkemizde de kan, kin ve nefret döneminin biteceğini, artık bitmesi gerektiğini birilerinin bu millete inandırması lazım... 

Nasıl mı?

Cevabı; Mevlâna'da gizli, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr da gizli, Hacı Bektaşî Veli'de gizli, Akşemseddin'de gizli, Yunus Emre'de gizli. Cevabı; bu coğrafyanın yetiştirdiği sevgi dolu gönüllerde gizli... Cevabı; Şeyh Edebali'nin Osman Gazi’ye söylediğinde gizli... Cevabı; insanları güldürüp, hem murada, hem maksuda ermede, erdirmede gizli... Cevabı; tarihi, bir kin ve nefret kaynağı olarak değil de ders alınacak ortak bir geçmiş olarak görmede gizli… Cevabı; yaratılanı yaratandan ötürü, her türlü mezhepten, etnisiteden, kamplaşmaktan, kutuplaşmaktan uzak; kapsamada, kucaklamada, sevmede, hoşgörüde, olduğu gibi kabul etmede gizli... Cevabı; Allah’ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinde gizli... Cevabı; Hakk'ta, hakta, hukukta ve adalette gizli... Cevabı; sevgi de gizli, sevgide... Cevabı; insana saygıda, insana sevgide gizli... 

Eğer biz bu cevabı bulamazsak birbirimizi çiğ çiğ yiyeceğimiz, pusuda bekleyen akbabalara yem olacağımız gizli değil ayan beyan açıktır... Zaman; karşılıklı mevzilenerek birbirimize salvolar atma zamanı değildir…

Önceki gün I. Artemis’i konu alan ‘’300: Bir İmparatorluğun Yükselişi’’ filmini anlatırken yazmıştım: Atinalı General Themistocles, Perslerle olan savaşı kazanmak için eski rakipleriyle bir araya gelmek zorundadır. Bu rakipler de Spartalı savaşçılardan başkaları değildir. Ve film şu evrensel mesajı verirdi: ‘’Büyük güçlere karşı birleşerek savaşmak ve organize olmak, özgürlük için vazgeçilmezdir.’’ Bunun için de filmin bir sahnesinde, Themistokles, otoriter yönetime sahip Sparta'nın kraliçesine birlik olmanın önemini anlatırdı.

Zaman çok kötü bir zamandır. Ve zaman ''Birlik'' zamanıdır. Zaman armudun sapı ile üzümün çöpü ile uğraşma zamanı değildir. Zaman Hakk'tan, haktan, hukuktan, adaletten ve demokrasiden yana olanların birlik zamanıdır...

Gelin canlar bir olalım!

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz