• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam658
Toplam Ziyaret2917784

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!


Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan! 

08 Ocak 2020

03 Ocak 2020 tarihinde bütün ajanslar Irak'ın başkenti Bağdat'ta ABD’nin düzenlediği hava saldırısında İran Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile İran yanlısı Haşdi Şabi örgütünün Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el Mühendis'inin hava saldırısıyla öldürüldüğünü, Pentagon’nun da bu saldırının ABD Başkanı Donald Trump'ın talimatı ile yapıldığını açıkladığını bildirdi.

Ancak bu haber hiç de sürpriz bir haber değildi.

Son yıllarda neredeyse tüm haberler ABD – İran çatışmasıyla ilgiliydi. Ancak bu haberler sıklığından o kadar vukuatı adiyeden olmuştu ki böyle bir suikastın gelmekte olduğunu çoğu yorumcular gözlerden kaçırmıştı.

Son iki seneye bakacak olursak ard arda şu haberler sıralanıyor:

Mayıs 2018: ABD, İran ile yapılan ‘’Nükleer Anlaşma’’dan çekiliyor.

Ağustos 2018: ABD, İran’a karşı yeniden yaptırımlara başlıyor.

Kasım 2018: ABD, yaptırımlarına petrolü de dâhil ediyor.

Nisan 2019: ABD, İran Devrim Muhafızlarını terör listesine alıyor.

Mayıs 2019: ABD, Körfez’e yığınak yapıyor. ABD, Körfez’e uçak gemisi ve 120 bin asker gönderiyor. ABD F-35’leri İran sınırında devriye uçuşu yapıyor.  ABD’nin İran’a karşı gönderdiği ‘’Uçan Kale’’ lakaplı B-52 bombardıman uçakları Katar’da üsleniyor. İran, ABD'nin Devrim Muhafızlarını terör listesine alma kararına destek veren Suudi Arabistan ve Bahreyn'i terörü desteklemekle suçluyor. Birleşik Arap Emirlikleri'nde Hürmüz Boğazı yakınlarında dört petrol tankerine hasar verilmesi konusunda ABD, gemilerin sabote edilmesinden İran'ı sorumlu tutuyor. Buna karşın İran’ın olayın arkasında "İsrail'in olabileceğini" iddia ediyor. İran’ın karşı tehditlerde bulunuyor.

Haziran 2019: İran, ABD’ye ait bir İHA düşürüyor. Bu olaydan bir gün sonra Trump, İran’a saldırı emrini verdiği ancak uygulamadan 10 dakika önce emrini geri aldığını söylüyor.

Temmuz 2019: İran petrolünü taşıyan bir tanker, Cebelitarık'ta İngiltere tarafından durdurularak alıkonuluyor.

Ağustos 2019: ABD yönetimi, dini lider Ali Hamaney adına hareket ettiği gerekçesiyle İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'i yaptırım listesine alıyor.

Eylül 2019: Dünyanın en büyük petrol üretim tesisi Saudi Aramco'ya insansız hava araçlarıyla saldırı düzenleniyor. Saldırıyı Yemen'deki savaşın taraflarından İran destekli Husiler üstlenirken, ABD Dışişleri Bakanı İran yönetimini suçluyor: İran ise ABD'nin suçlamalarını reddediyor.

Aralık 2019: ABD uçakları, ABD'li bir sözleşmeli personelin Irak'ta öldürülmesinin ardından Suriye ve Irak'ta İran destekli Hizbullah Tugayları isimli örgüte ait beş hedefe saldırı düzenliyor. Saldırıda 25 militan hayatını kaybediyor.

31 Aralık 2019: Yüzlerce Iraklı Şii militan ve destekçiler, Bağdat'taki ABD Büyükelçiliği'ni basarak, kampüsün bir kısmını ateşe veriyor.

Ve son olarak 03 Ocak 2020: İran Devrim Güçleri Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin içinde bulunduğu araç, ABD'ye at bir İHA tarafından Bağdat Havalimanı yakınlarında vuruluyor.

Olayları böylesine kronolojik olarak sıralayınca bu son haberin hiç de sürpriz olmadığı görülüyor.

Olaylar bu listenin bundan sonra da daha da artarak ve şiddetlenerek uzayacağını gösteriyor.

Aslında bu haberler buzdağının görünen yüzü. Buzdağının altında ise bu haberlerde yer almayan bir başka ülke yatıyor.

Bu listeyi ve bu görünmeyen ülkeyi şimdilik burada bırakarak gelin sizi biraz geriye, eskiye, her zaman olduğu gibi sizi tarihe götüreyim.

Birinci Dünya Savaşı'nın arefesindeki şartlardayız

Son yıllarda bütün Batılı düşünürler Avrupa'nın 5'inci yüzyılda girdiği Orta Çağ gibi Ortadoğu'nun da bu yüzyılda kendi Orta Çağına girdiklerini iddia ederek 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve temelinde bir Protestan-Katolik mücadelesi yatan mezhep savaşları dizisi gibi Ortadoğu'nun da bir otuz yıl sürecek mezhep savaşlarına (Şii - Sünni) girmekte olduğunu yazıyorlar.

Bütün Batılı gazeteler ayrıca Ortadoğu'nun da 1914 Birinci Dünya Harbi öncesi şartları yaşadığını yazıyorlar. Tabii ki yüzde yüzlük bir benzeme değil. O dönem dünyanın süper gücü Britanya’nın yerini bugün ABD alıyor. Almanya ve Rusya Birinci Dünya Savaşı arifesinde aynı bugün olduğu gibi yükselen devletler olarak ortaya çıkıyor. Osmanlı’nın yerini Türkiye Cumhuriyeti alıyor. Ancak bugün bir de fazladan göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir Çin faktörü bulunuyor.

Ancak o dönem muharebe sahası Avrupa kıtası iken bugün muharebe sahası olarak (mamur Avrupa mahvolmasın diye) Ortadoğu seçiliyor. Bu muharebe sahasında ise; filler (ABD, AB, Rusya ve Çin) inlerinde, vekil muharip güçler (Suudi Arabistan, İran) tetikte, çiğnenen çimenler (Irak, Suriye, Yemen, Lübnan, Filistin) yerlerde sürünüyor. 

Bu noktada bir kitaba yer vermek istiyorum.

Uyurgezerler

Cambridge Üniversitesi Tarih Profesörü Christopher Clark’ın “Uyurgezerler” (Pegasus Yayınları, 2017) isimli bir kitabı bulunuyor. Yazar kitabında I. Dünya Savaşı’na yol açan krizin nasıl meydana geldiğini anlatıyor. 28 Haziran 1914 Pazar günü̈ Arşidük Franz Ferdinand ve karısı Sophie Chotek, Saraybosna tren garına geldiğinde Avrupa barış içinde bulunuyor. Otuz yedi gün sonra ise tüm Avrupa birbiriyle savaşıyor. Bu savaş 15 milyondan fazla insanın ölümü̈, üç imparatorluğun yıkılması ve Dünya tarihinin kalıcı olarak değişmesiyle sonuçlanıyor. Kitaba göre o dönem Avrupalı güçler, yükselen milliyetçilik ve savaş tehdidini göremeyen “Uyurgezerler” gibiymiş. O dönem Rusya modernleşme, Almanya sanayileşme çabası içerisinde, İngiltere şu an ABD’nin olduğu konumda ve en güçlü devlet, Amerika ise kendi iç dünyasında bulunuyor. Osmanlı, Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya- Macaristan, Rusya; hiçbirisinde savaş belirtisi bulunmuyor. Kamuoylarının, entelektüellerin, devletlerin de inancı artık savaşların olmayacağı, sonsuz bir barışa kavuştukları doğrultusunda bulunuyor. Ancak Franz Ferdinand suikastı ile savaş birdenbire tüm dünyayı sarıyor.

İşte anlattığım gibi şimdi de bazı tarihçiler, içinde bulunduğumuz dönemi Birinci Dünya Savaşı arifesine benzeterek dünya güçlerinin ve kamuoyunun ve entelektüellerin de benzer bir ‘’aymazlık’’ içinde olduğu görüşünü savunuyorlar.

Günümüz dünyasında da tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi yükselen popülist milliyetçilik, ırkçılık, ABD’de yeni Trump politikası, Avrupa’nın iç kavgaları, Rusya’nın yükselen imparatorluğu bulunuyor. Bir de Birinci Dünya Savaşında olmayan bir Çin faktörü yer alıyor.

Günümüz Ortadoğu’sunda ise; mezhep ve vekâlet savaşları, Irak, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Suriye, İŞİD, YPG, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler, Ilımlı İslam, Lübnan, İsrail, Filistin ve Yemen gibi çok karmaşık sorunları bulunuyor.

Ortadoğu’nun hali böyle.

Şimdi gelelim ABD – İran ilişkilerindeki görünmeyen ülkeye; Suudi Arabistan’a.

Suudi Arabistan ve Prens Muhammed Bin Salman (MbS)

Yukarıda bahsettiğim bu sorunlar devam ederken geçen senelerden itibaren haberlerde hep Suudi Arabistan yer almaya başlıyor: Suudi Arabistan Kralı Kral Salman’ın 33 yaşındaki genç veliahttı Prens Muhammed Bin Salman’ın (Kısaca kendisine MbS deniyor) iç ve dış politikadaki fütursuz hareketleri yer alıyor.

Yemen’deki savaş nedeniyle Prens Muhammed Bin Salman, İran’ı suçluyor. Filistin yönetimi başkanı Abbas, muhtemelen Hamas’ın İran ile yeniden gelişmeye başlayan ilişkileri nedeniyle MbS tarafından suçlanıyor.

Bu noktada biraz geriye gitmek istiyorum.

Suudi Arabistan veliaht prensi, savunma bakanı ve Kral Salman'ın oğlu Prens Muhammed Bin Salman ayrıca Suudi Kraliyet Mahkemesi başkanı ve Ekonomik İşler ve Kalkınma Konseyi başkanıdır. Ülkesinde babası Kral Salman'ın tahtının arkasındaki güç olarak tanımlanıyor. Haziran 2017'de kraliyet kararnamesi ile Veliaht Prens Muhammed bin Nayif'in yerine atanarak tahtın vârisi ilan ediliyor ve Başbakan Yardımcılığı görevine getiriliyor. Prens Muhammed Bin Salman'ın genç, deneyimsiz, hırslı ve agresif bir kişilik sahibi olduğu söyleniyor.

Prens Muhammed Bin Salman yönetime gelir gelmez iki konu üzerinde çalışıyor. Birinci konu; ülke ekonomisinin petrole bağımlılığını azaltarak ülkesini bir uluslararası finans ve teknoloji merkezi olarak yeniden şekillendirmek, diğer ikinci konu ise; Ortadoğu’da, İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak.

Birinci konu, Prens Muhammed Bin Salman’ın ekonomiyi yeniden şekillendirme projesi petrol fiyatlarının düşmesi ve giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşüyor.

İkinci konu olan, Suudi rejiminin İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesi ise tamamen fiyasko ile sonuçlanıyor. Bu uğurda Suudi rejimi; Yemen’de savaşa giriyor iflas ediyor, Suriye’de asileri destekliyor, iflas ediyor, Katar politikası geri teperek iflas ediyor, Körfez İşbirliği Konseyi’ni ise işlemez hale getirerek iflas ediyor, Lübnan’da Hizbullah karşıtı hamleler yaparak hükümet krizine neden oluyor, iflas ediyor. 

Şimdi biraz daha geriye gidelim.

Suudi rejimin meşruiyetinin ve siyasi gücünün dayandığı iki temel dayanağı vardı. Bu dayanaklardan birincisi dinci Vahhabi yapılanmasının başından beri Suudi ailesine verdiği destekti. İkinci dayanak ise Suudi klanının üç büyük ailesi arasında, kararların alınmasına, devlet kurumlarının ve kaynaklarının paylaşılmasına ilişkin kurulmuş ''mutabakat'' ve ''meşveret'' geleneği idi.

Ancak bu iki dayanak da genç Prens Muhammed Bin Salman’ın deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği nedeniyle zayıflamaya başlıyor.

İşte sorun da burada başlıyor.

Bu iki dayanağın sökülmeye başlaması ve Prens Muhammed Bin Salman’ın İran ve bölgede yükselen Şii dalgasını frenlemek için Sünni Arap rejimleri üzerinde bir Suudi hegemonyası kurmak projesindeki fiyasko ve iflaslar ülke içinde rejime karşı şiddetli bir karşı tepki ve toplumsal kargaşa olasılığını güçlendiriyor.

Prens Muhammed Bin Salman’ın dış politikasındaki bu fiyaskoları, ekonomiyi yeniden şekillendirme projesinin de giderek daralan kaynaklar nedeniyle belirsizliğe düşmesi ve içerideki bu muhalefet ise Prens Muhammed Bin Salman’ı daha önce hiç olmadığı kadar ABD’ne yaklaştırıyor.

Suudi Arabistan ve ABD

Bu dönem ABD de Suudilere geçmişte hiç olmadığı kadar ihtiyacı duyuyor. Prens Muhammed Bin Salman, İsrail ile birlikte ABD’nin Ortadoğu projelerinin merkezinde yer alıyor. Prens Muhammed Bin Salman da Ortadoğu’daki İran karşıtı cephenin liderliğine oynuyor. Bu arada Suudi Arabistan, Amerikan savunma endüstrisinin en büyük alıcılarından birisi haline geliyor. İsrail’in güvenliği, Rusya’nın ve Çin’in bölgede frenlenmesi, enerji kaynaklarının kontrolü ve Suriye, Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Katar konularında ve Türkiye’nin son yıllarındaki tutumu nedeniyle ABD Suudi Arabistan’a daha önce hiç olmadığı kadar muhtaç haline geliyor.

Mayıs 2017’de ABD Başkanı Trump’ın yaptığı Riyad ziyaretinde, Suudi Arabistan ile 100 milyar dolarlık silah antlaşmasını imzalıyor. Bu anlaşmaya göre Suudi Arabistan’a satılacak silah tutarı önümüzdeki 10 yılda 350 milyar dolara ulaşıyor. Bu anlaşmayı İsrail de destekliyor. Bu silahların hedefinin İran ve bölgedeki ABD karşı cephesi olduğu tabii ki şüphesizdir.

Sanılanın ve söylenenlerin aksine 2 Ekim 2018 günü yaşanan Kaşıkçı olayı ise; deneyimsiz, hırslı ve agresif kişiliği ile Prens Muhammed Bin Salman’ın yönetimindeki Suudi Arabistan'ı, dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'yi İran'a karşı olan politikalarında birbirlerine daha çok yaklaştırıyor.

Burada vahim olan olasılık ortaya çıkıyor. O da; içerideki muhalefeti bu şekilde fütursuzca bastırarak yok eden ancak politik hırsları ile devlet kapasitesi arasında uçurum olan genç, tecrübesiz, hırslı ve agresif Prens Muhammed Bin Salman’ın krallıkta birlik sağlayarak gücünü pekişmek için yakınlaştığı dengesiz, hırslı, kinci ve intikamcı kişiliği ile Trump yönetimindeki ABD'nin de desteğiyle doğrudan İran ile  bir savaşı göze alması durumunda tüm Ortadoğu’yu yutacak bir ateşin içine atabilecek olmasıdır.

Sünni - Şii çatışması

Ancak bu sefer, günümüzde yaşadığımız gibi bir vekâlet savaşı değil, tüm Ortadoğu’yu kapsayacak, arkasında ABD, İsrail ve Mısır’ın bulunduğu Suudi Arabistan ile arkasında Rusya, Çin ve Suriye’nin bulunduğu İran’ın yer alacağı bir Sünni – Şii savaşının yaşanması pek mümkün görünüyor… Böylesi bir savaşın Türkiye'yi de en ağır biçimde etkilemesi de kaçınılmaz gözüküyor.

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!

Montaigne bir denemesinde; ‘’Adamın biri, zaten karanlıktan korkarmış. Bir gün büyük bir hangarda elindeki mumla tek başına kalmış. O an o kadar korkmuş ki elindeki mumu üfleyivermiş’’ derdi.

Elde kalan son mumu da üfleyerek tüm Ortadoğu’nun kopkoyu bir karanlığa gömülmesini sağlayacak iki delinin (Trump & MbS) hevesle bekledikleri görülüyor. 

Hal böyleyken, görevi; etrafı gözetmek, buna göre tedbir almak, içeride ve dışarıda barışı tesis etmek, dost kazanmak, ülkede birliği, bütünlüğü ve dirliği sağlamak iken; tüm enerjisini yıllardır kine, nefrete ,illete, zillete, seçimlere, ata, Üsküdar'a, havaalanına, Kanal İstanbul’a, Suriye’ye, İdlib'e, Libya’ya, Rabia’ya ve tarikatlara odaklayan bir yönetim elindeki ülkenin ve insanlarının Allah yâr ve yardımcısı olsun!

Kasım Süleymani suikastı yaklaşmakta olan bir büyük felaketin alarm zilleridir.

“Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan!" (*)

Osman AYDOĞAN 

(*) “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan" dizesi İsmet Özel'in ‘’Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’ isimli şiirinden alınmıştır. İsmet Özel “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan’’ diyerek, Necm Süresi’nin 57. ayetini (Yaklaşmakta olan –kıyamet- yaklaştı) anımsatır. 


Yorumlar - Yorum Yaz