• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam297
Toplam Ziyaret2891171

La Genése


La Genése

08 Ağustos 2020  


Günlerdir şiir paylaşıyorum,  şiir anlatıyorum… Ne yapayım... Günler öylesine kasvetli ki!... Bu kasvetten uzaklaşmanın tek yolu da ‘’şiir’’…  Ne yapayım, ben de orada nefes alıyorum, orada huzur buluyorum… Ancak biraz daha şiir paylaşsam ve biraz daha şairler hakkında yazsam hem sizi bıktıracağım hem de gündemi kaçıracağım…

Gündem; ekonomi… Gündem; Dolar, Euro ve altının yükselişi… Sanılanın aksine bu yükselişin birinci sebebi ekonomi de değil diye düşünüyorum… Bu yükselişin birinci sebebi ülkede yerlerde sürünen hukuk, olmayan demokrasi, adaletsizlik, üretimsizlik, liyakatsizlik, meşveretsizlik, en üst perdeden seslendirilen ''biz ve onlar'' söylemi, parlamentonun devre dışı kalması, kisrâ alışkanlığı, saray düşkünlüğü, berbat dış ilişkiler, mezhepçi dış politika, ‘’fetih’’ ve ‘’Kızıllma’’ nidalarıyla yapılan Suriye ve Libya hârekatı, S-400 şovu… Ekonomi bunların bir sonucudur diye düşünüyorum…

Ancak tüm bunların da tek bir müsebbibi vardır... Bu müsebbip sanıldığı gibi siyasiler de değildir… ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız... Suçlu olan şairlerdir... Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi. Ben suçlu kapsamını daha da genişletip şairlerin yanına, sözde ‘’aydın’’ olan edebiyatçıları, yazarları, çizerleri ve bilim adamlarını da ekleyeceğim… Ama bunların liboş olanlarını, yandaş olanlarını, yalaka olanlarını, avanak, aptal, avantacı olanlarını, saf ve salak olanlarını ve kandırılanlarını ekleyeceğim… ABD’li şair Irwin Allen Gisberg’in söylediği gibi politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama aydının vardır…

Aydının görevi, iktidara yamanmak, ona yalakalık, yandaşlık ve yavşaklık yapmak değildir… Aydının görevi,  topluma siyasi önderlik yapmak da değildir...  Aydının görevi, toplumu aydınlatmaktır, toplumu bilinçlendirmektir.. Osmanlı aydını da bu hataya düştü, Cumhuriyet aydını da bu hataya düştü. Osmanlı aydını da Cumhuriyet aydını da asli görevlerini yapmadılar. Aydının aydınlatmadığı topluma, geçmişte ve şimdi olduğu gibi şarlatanlar, hokkabazlar, dibnâzlar ve yobazlar rehberlik etmeye çalıştılar... Aydının görevi doğruyu, bilimi, aydınlığı, barışı, sevgiyi ve esenliği esas alarak topluma, iktidarlara ve muktedirlere yol göstermektir, siyasi önderlik yapmak değildir...


Bu yalaka, yandaş ve yavşak sözde aydınların ülkemizde sayısı oldukça çoktur… Bu konuda ülkemiz çok mümbittir… Ben bugün bu sözde aydınlardan sadece ikisini örnek olarak anlatacağım… Bunlardan elvan türlüsünü neredeyse hemen her gün renkli ekranlarda mebzul miktarda görüyoruz zaten…

Ama sizi kasvete sokmadan önce size biraz müzikten bahsedeyim… Sakın ola ki bu giriş ile müziğin ne ilgisi var da demeyin! Sabredin!

Armand Amar

Peşinen söyleyeyim; Armand Amar ülkemizdeki kötü gidişten sorumlu gördüğüm sanatçılardan birisi değil! Tam tersi kendi ülkesinin ‘’varoluşu’’nu sanatıyla savunan bir sanatçıdır…


Armand Amar, film müzikleri yapımcısı olan bir bestecidir. 1953 Kudüs doğumlu, babası Fas asıllı bir Fransız,  annesi İsraillidir. Küçükken babasıyla birlikte Fas’a göçerler. Fas’ta yerel çalgılar olan tombak, konga ve tabla gibi vurmalı çalgı aleti çalarak müziğe başlar. Dansla ilgilenir... ‘’Bab’aziz’’, ‘’Home’’, ‘’Amen’’,  ‘’Va, vis et deviens’’, ''Human'', ''Mediterranée’’, ‘’Planet Ocean’’, ‘’La Terre vue du ciel’’ ve ‘’Le Concert’’ gibi onlarca filmin ve televizyon yapımının müziğini yaparak  César ödülünü alır... ‘’Leyla ve Mecnun’’ adında bir de oratoryo besteler.

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof Martin Heidegger (1889-1976) "Oturmadığın yer senin değildir" derdi. Benzer şekilde; ‘’yerel olmadan evrensel olamazsınız’’ derdi bilge kişiler. Armand Amar, tam da bu sözleri müziğinde teyit edercesine eserlerinde Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Ön Asya’nın etnik ve yerel müziğini Avrupa dokunuşuyla sunar. Armand Amar, eserlerinde mistik, dini, tarihi, mitolojik, duygusal her türlü yerel figürü, düdük sesinden uda, teften piyanoya her türlü çalgıyı, Moğol’dan Araba, Acem’den Berberi’ye her çeşit vokali kullanır. Sonunda evrensel nitelikte şahane erserler ortaya çıkarır.

Ancak Armand Amar’ın müziğinde hep naif bir hüzün vardır, feryâd vardır, figân vardır. Armand Amar’ın müziğindeki bu hüzün, bu feryâd, bu figân doğduğu topraklardan, yaşadığı coğrafyadan ileri gelir… .

Armand Amar’ın Fransa doğumlu Ermeni müzisyen Lévon Minassian ile 2006 yılında ortak çıkardıkları ‘’Songs from a world apart’’ isminde mükemmel bir albümü vardır.  Bu albümde yer alan ‘’Hovern'engan’’ isimli eser müthiş bir eserdir…

Armand Amar’ın bahsettiğim film müziklerini ve diğer eserlerini İnternetten bağlantısını bulup dinlemek size kalmış. Ama ben Armand Amar’ın ''La terre vue du ciel'' isimli albümünde yer alan bir eserinin bağlantısını yazımın sonunda paylaşacağım ki bu eser beş bin yıllık bir tarihi ve beş bin kilometrelik bir coğrafyayı beş dakikada anlatır: ‘’La Genèse’’

La Genèse

Genése (Genésis), "Eski Ahid'in yaratılış tarihini içeren ilk kitabının adıdır. Yani Tevrat'ın ilk bölümünü oluşturan Hz. Musa'nın beş kitabından ilkinin Fransızca adıdır. "Oluş" (yaratılış) anlamındadır. Osmanlıcası ‘’Tekvin’’ olarak adlandırılır... Dünyanın yaratılışını, Âdem ile Havvâ'yı, cennetten kovuluşu, Habil ve Kabil'i, Nuh Tûfânı’nı, Bâbil Kulesi'ni anlatır. İbrâhim'i, İshak’ı, Yâkub’u ve Yusuf peygamberleri anlatır. Kenan ülkesini anlatır. Yahudiliğin var oluş felsefesini anlatır…  Daha önce bu sayfalarda anlattığım Delilah (Dilayla) efsanesi de bu bölümde geçer...


Genése, müzikte sadece Armand Amar'ın eserinin adı değildir. Genése, Batı şarkılarında sık sık kullanılır. Bu sayfalarda daha önceleri Batı müziğinden örnekler verirken (Tom Jones Delilah, La Paloma vb.) de yazmıştım: El âlem basit bir şarkısında, müziğinde bile beş bin yıl geriye giderek bir tarihi derinlik sunuyor… Bu tarihi derinlikte de geçmişini, unutmuyor, unutturmuyor. Bizim günlük siyasal, toplumsal ve kültürel yaşayışımız ise tıpkı kendi pop şarkılarımızın sözlerinde olduğu gibi şıkıdım şıkıdım oynayarak lay lay lom geçip gidiyor…

Keşke bu konudaki şikâyetim bu kadar ve bu şekilde olsaydı… Anlattığım gibi elâlemin sanatçısı, aydını Armand Amar gibi kendi kuruluş ve var oluş felsefesini her fırsatta, hatta düdükle, tefle diri tutmaya çabalarlarken bizim girişte bahsettiğim sözde aydınlarımız ise kendi kuruluş felsefemizi, kendi hikâyemizi ve kanla, irfanla kurulmuş olan Cumhuriyetimizi her fırsatta çürütmeye çalışırlar... 

Sözde ‘’aydın’’

Yalçın Küçük, beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ (Tekin Yayınevi, 1990) isimli kitabında ‘’Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir’’ diye yazardı… O günden bugüne istisnalar hariç Türk aydını iktidarların güdümüne girerek muktedirlere yamanmıştır...


Ancak iktidar güdümünde, muktedirler yanında bir aydın olmak da zor zanaattır Türkiye’de… Böylesi bir aydın olmak oynaklık ister, kıvraklık ister, dansözlük ister, her daim döneklik ister…

Düşünüyor musunuz böyle bir aydın olmak için; iktidar AB yanlısı iken AB’ci, iktidar AB’den vazgeçtiğinde de anti AB’ci olacaksınız… İktidar lideri BOP’un eşbaşkanı iken ABD’ci, iktidar ABD ile ters düştüğünde de anti ABD’ci olacaksınız… İktidar FETÖ ile içli dışlı iken, iktidar, FETÖ ne isterse verirken FETÖ sever olacaksınız, FETÖ liderine övgüler düzeceksiniz, TSK’ya hakaretler yağdıracaksınız, hakaretler de kesmez, FETÖ, ahlaksızca, namussuzca, hayâsızca TSK’ya kumpas kurarken onlarla ortaklık yapacaksınız… İktidar ile FETÖ çıkar çatışmasına girince bu sefer de iktidar ile beraber FETÖ’ye söveceksiniz, küfredeceksiniz… İktidar sözde ‘’Çözüm Süreci’’ derken, PKK destekçisi olacaksınız, PKK’nın başına, Kandil’e övgüler yağdıracaksınız, gidip Kandil’e ziyaretçi olacaksınız, Oslo’ya methiyeler düzeceksiniz, megri megri diye halay çekeceksiniz… İktidar sözde ‘’Çözüm Süreci’’ni çöpe attığında da en katıksız HDP düşmanı siz olacaksınız, seçilmiş ancak hakkı gasp edilmiş belediye başkanlarını ziyaret etti diye bir başka belediye başkanını teröristlikle suçlayacaksınız…

Bu örnekler uzatılabilir… Ancak demem o ki iktidar güdümünde, muktedirler yanında aydın olmak zor zanaattır bu memlekette... Böylesi bir aydın olmak oynaklık ister, kıvraklık ister, dansözlük ister, her daim döneklik ister… Bakın renkli camlara, bunların elvan türlüsünü hemen hemen her akşam orada mebzul miktarda görürsünüz… Bu nedenle bu tür Türk aydını omurgasızdır, renksizdir, kişiliksizdir... 

Russel Gough, "Karakteriniz Kaderinizdir" (HYB Yayıncılık, 2002) adlı kitabında derdi ki: "Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır." Yani eğer karakter gelişmemişse tahsil işe yaramıyor. Tıpkı tahsil icra eylemiş ancak iktidara yamanmış bu tür aydınlar gibi… Roosevelt de derdi zaten: “Bir insanı ahlaken eğitmeden sadece zihnen eğitmek topluma bir bela kazandırmaktır.” İşte bizim bu sözde aydınlarımız da tahsil görüp de karakteri gelişmeyen, toplumun zihnen eğittiği ancak ahlâken eğitemediği toplumun başına bela kesilen kişilerdendir...

Şimdi işte bu sözde aydınlardan ikisinden bahsedeceğim…

Önce birincisi:

Bu sözde aydınımız bir sosyalist olarak Birikim Dergisinde çıktığı yolculuğunu Özel Harpçilerin, MİT Müsteşarının, Psikolojik Savaş uzmanlarının masasında bitirir. Emre Aköz, Mümtazer Türköne, Emre Uslu ve diğer niceleri gibi sahibinin sesi olur. Sosyalistliği de zaten Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmaktan ibarettir…  Sözde sosyalist idi özde ise hedonisttir.


William Faulkner, James Joyce, John Berger ve Karl Marx gibi isimleri dilimize çevirince kendisi Abdurrahman Çelebi zannedilir… ‘’Yetmez ama evet’’çidir… II. Cumhuriyetçidir. Bir vakitlerin sözde ''Barış Süreci''nin akil adamlarındandır. Liboştur, yandaştır… (Yanlış anlaşılmasın, liberallere saygım sonsuz, liboş çok faklı bir anlamdadır.)

2011 Türkiye genel seçimlerine yönelik o zamanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Artvin’in Hopa ilçesi mitingi öncesinde yaşanan eylemlerde polisin sıktığı tazyikli su ve biber gazı ile fenalaşarak kaldırıldığı hastanede yaşamını yitiren emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu ‘’adamın birisi ölmüş’’ diyerek Ergenekon safsatasıyla irtibatlandırmaya çalışır…

Taraf gazetesinde yazdığı yazılarla da ahlâksızca, şerefsizce, adice, kalleşce TSK düşmanlığı, Cumhuriyet düşmanlığı yapanların yanında yer alarak onlarla ortak saflarda buluşur…

Kendi ifadesi ile kandırılanlardandır. 2002'den beri bugünün Türkiye’sini yaratmak için aktif olarak canla başla çalışır, buna karşı duran, uyaran herkesi ahmak diye niteler, kandırıldığı kafasına dank edince de şimdi "bir cehennem" dediği bugünün Türkiye’sinden İngiltere’ye gitmeye karar verir…

Bu sözde aydınımız iş adamı ve Demokrat Parti'den milletvekilli olan Burhan Asaf Belge'nin oğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun yeğenidir. Macar asıllı Amerikalı aktris ve televizyon yıldızı Zsa Zsa Gabor, bu sözde aydının üvey annesidir. Halen Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesidir. Aynı zamanda çevirmendir. Sanatçı Hale Soygazi ile beraber yaşar. Asıl adı Mehmet Murat Kadri Belge olan bu sözde aydınımız 1943 doğumlu Murat Belge’dir.

Şimdi diyeceksiniz ki benim ''Genése'' adlı şarkıdan yola çıkarak şikâyet ettiğim konu ile bu adamın ne ilgisi var? Olmaz olur mu?...

Bu sözde aydınımızın kitaplarından birisini de adı tam da anlattığım konu ile aynıdır: ‘’Genesis’’ (İletişim Yayınları, 2009) Kitabın devam eden adı da ‘'Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni’’dir…

Kitap aslında yazarın Birikim dergisinde ‘’Edebiyatta Milliyetçilik’’ konusu üzerine yazdığı yazıların bir toplamıdır. (‘’Edebiyatta Ermeni Sorunu’’, Birikim, Şubat 2006, sayı 202, ‘’Attila Romanları’’, Birikim, Mart 2006, sayı 203, "İslami 'Genesis' ya da 'Tekvin'’, Birikim, Temmuz 2006, sayı 207)

Yazar, bu kitabında Türk edebiyatının tarihi romanlarında, Osmanlı kimliğini devam ettirmek amacıyla Türk kimliğini öne çıkarılarak, milliyetçi zihniyetin başka gibi gözüken politik eğilimler arasına sızarak bir milli tarih oluşturulduğunu iddia eder…

Yazar, bu iddiasını imparatorluğun çöküş sürecinde aydınların yaşadığı reaksiyoner ruh haline bağlar… Bu ruh halinin de 93 Harbi ile başlayan süreçte Bosna’nın kaybı, Trablusgarb, Balkan faciası ve Dünya Savaşı ve yenilgilerden beslendiğinden bahseder… Bu süreçte Osmanlı kimliğinin zımnî olarak tükenişi ile beraber hayatı bir şekilde devam ettirmenin bir yolu olarak Türk kimliğinin öne çıkartıldığını söyler. Yaşanılan “kaybı” telafi etmeye yönelik çabaların “millî bir tarih” ihtiyacını zorunlu kıldığını bahseder… Yazar, dönemin de ruhuna uygun olarak geçmişin popüler bir anlatı biçiminde “tarih” olarak yeniden ''icat'' ve ''inşa edildiği''ni iddia eder… Yani açıkça ve basitçe demek istiyor ki bu sözde aydın: ‘’Tarihte Türk milleti yoktu, sonradan uyduruldu!’’

Yazarın aslında bu kadar uzun bir kitap yazmasına gerek de yoktu. Aynı şeyleri zaten açık sözlü Türk düşmanı Alman Prof. Udo Steinbach da kısaca ve basitçe söylüyor... Steinbach da ‘’Türk yoktur, Türkler icad ve inşa edilmiş, yaratılmış, yapay bir millettir’’ diyordu. (Prof. Udo Steinbach, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Hamburg merkezli Alman Orient Enstitüsünün 1976 ve 2007 yılları arasında başkanlığını yapmış, yarbaylıktan emekli eski bir askerdir.  Almanya'da iken kendisiyle tanışmış, Almanya ve Avusturya’da konferanslarına katılmıştım.)

Yazarın hali, tipik Batı düşünce kodlarının dışına çıkamayan sözde Türk aydını tavrını anlatır...   

Yazar, bu kitabında Yavuz Bahadıroğlu, Peyami Safa, Kemal Tahir, Erol Toy, Tarık Buğra ve Nihal Atsız gibi yazarlara ve Kızıl Tuğ, Bozkurtların Ölümü, Devlet Ana, Osmancık, Amak-ı Hayal, Azap Ortakları ve Attila gibi eserlere de yer veriyor. Ancak bu eserlerin anlatımı hiç de bir akademisyene yakışmıyor, sanırsınız ki lise Edebiyat kolu öğrencileri ev ödevi olarak yazmış…

Yazarın uzmanlık alanı aslında başka konulardır!. Yazarın bu uzmanlık alanlarında iki kitabı var. Birincisi ‘’Tarih Boyunca Yemek Kültürü’’ (İletişim Yayınları, 2001) isimli kitabı, diğeri de ‘’Boğaziçi'nde Yalılar ve İnsanlar’’ (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabıdır… Keşke yazar hep bu uzmanlık alanında yazsaydı! 

İkinci sözde aydın, sözde şair:

Yine bu kandırılmış saf, salak ve sözde aydın, sözde şair olan birisi daha yenilerde itiraflarda bulunup özür dilemiş… Hatta kendisi gibi olanların da özür dilemesini istemiş… İnsanın ‘’günaydın’’ diyesi geliyor… Bade harab-ül Basra!…


Sözde şair bu maksatla geçenlerde şöyle bir beyanda bulunmuş (Gazeteler, 02 Ağustos 2020): “Akil insanlar, açılım toplantılarına katılanlar, bildirilere imza atanlar, ülkeyi AB’ye taşıyarak demokratikleştirecekler düşüncesiyle bu iktidarı destekleyenlerin, yazı yazanların, yani bu sürece bilerek ya da bilmeyerek katkı sağlayan herkesin özür dilemesi gerekiyor. Ben kendi adıma özür diliyorum; 2. Cumhuriyetçi, ‘yetmez ama evet’çi, liberal, özgürlükçü soldan pek çok insanın da özür dilemek istediğine inanıyorum.’’

Bahsettiğim bu sözde şair de Haydar Ergülen’dir…

Vebal…

Dedim ya bunlar omurgasız familyadandırlar… Bu insanların, akil insanların, ikinci cumhuriyetçilerin, açılımcıların, ‘’yetmez ama evet’’çilerin özürlerini kim kabul edecek? Yitip giden bir Cumhuriyetin, aydınlığın, Kurtuluş Savaşı’nın, karanlığa gömülen bir ülkenin, yoksullaşan bir halkın vebali vardır sırtlarında…


Bunların da elleri kana bulanmadı mı? Türk Ordusunun, Ergenekon ve Balyoz davalarında yitip giden onurlu Türk subaylarının, aydınlarının, Gezi'de öldürülen gençlerin, PKK’nın katlettiği askerlerimizin, ülkedeki terör saldırılarında ölen insanlarımızın, 15 Temmuz’un, 15 Temmuz’da hayatını kaybeden insanlarımızın kanları yok mu ellerinde?… Zindana atılan gerçek gazetecilerin, aydınların vebali, töhmeti yok mu üzerlerinde?… Hangi yüzle, kimden özür diliyorlar da onları kim affedecek? Onlarda azıcık şeref ve haysiyet varsa eğer… Neyse devamı yazmayayım… Japonlar bu işin en iyisini yapıyorlar… 

İnsanın sorası geliyor, diğer gözüken emareler neyse de; hukuku siyasal İslamcı bir iktidarın emrine veren, parlamentoyu askıya alan, ülkeyi tek adamlığa götüren bir anayasa oylamasına ‘’evet’’ diyecek kadar,  demokrasiyi gerektiğinde binilen, uygun zamanda inilen bir araç olarak gören siyasal İslamcı bir harekete inanıp peşinden gidecek kadar kullanışlı, aymaz, saf ve salak mıydınız be!

Şimdi kalmışlar da pişmanlık gösterip özür diliyorlar… Daha yenilerde Murathan Mungan’ı anlatırken onun bir sözüne yer vermiştim ya: "Türkiye'nin resmi dini ikiyüzlülüktür" diye... Murathan Mungan’ın kastettiği her halde bu sözde aydınlar olsa gerek… Bunların resmi dini ve karakteri ikiyüzlülüktür…

Yeniden ''La Genèse''

Şimdi Armand Amar’ın ''La Genèse'' eserini dinleme zamanıdır. ''La Genèse'' bahsettiğim gibi farklı şeyleri anlatıyor olsa da müzikteki bu feryâd, bu figân ve bu hüzün; aydın karanlığında alev alev yanan yalnız, güzel ve kadersiz ülkemin arş-ı âlâya yükselen sesi gibidir…

Ve son söz

Franz Kafka’nın güzel bir sözü vardı: ’’Güneşin batışı yavaş yavaş görünür. Eğer güneş birdenbire batsaydı korkunç olurdu.’’ (Man sieht die Sonne langsam untergehen und erschrickt doch, wenn es plötzlich dunkel ist.) Olan biteni korkunç görmeyişimiz ondandır…


Osman AYDOĞAN

Armand Amar: ''La Genèse'':
https://www.youtube.com/watch?v=kozqnPQuQ48



Yorumlar - Yorum Yaz