• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam162
Toplam Ziyaret3497552

Weimar Cumhuriyeti


Weimar Cumhuriyeti

15 Temmuz 2019


Ah tarih ah!

Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir.


Hep yazarım, söylerim ya; tarihi anlamaz isek günümüzü de anlamayız diye. Şu sözlerimi sanırım artık ezbere biliyorsunuzdur: ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır.’’ ‘’Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir.’’ ‘’Tarih sadece geçmişte ne olduğunu değil, aynı zamanda gelecekte de ne olacağını anlatır.’’ “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” (İbn-i Haldun) ‘’Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’’ (Mehmet Akif)

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyen Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin -ders alınmadığı için- tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ 

Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar, ders alınmadığı için tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir? Ah tarih ah!

Bizler genellikle Almanya’yı I. Dünya Savaşı ile ve II. Dünya Savaşı ile biliriz. Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında iki savaş arasındaki Almanya’yı pek bilmeyiz. Bana göre I. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya, dünya tarihi açısından dünyaya her iki savaştan daha fazla ders verir.

Almanya’da Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlar. Ancak bu zorlu bir süreçti ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilirler. Bu nedenle bu edebiyata, ”Exilliteratur” (Sürgün Edebiyatı) adı verilir. (Elias Canetti ve eseri ‘’Körleşme’’, Klaus Mann’ı ve eseri ‘’Mephisto’’ ve Exilliteratur’un en önemli temsilcisi Hannah Arendt ve eserleri bu kapsamda sayılabilir.) 

Bu Exilliteratur yazarları despot bir iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarmışlar, Trümmerliteratur (Yıkım Edebiyatı) yazarları da (Wolfgang Borchert, ‘’Kapıların Dışında’’) böylesi bir felaketin nelere mal olduğunu anlatmışlardı.

”Exilliteratur” ve ''Weimar Cumhuriyeti''nin günümüzü daha iyi anlamamızı sağlayacağını ve günümüze dair çok değerli ve önemli dersler vereceğine inanıyorum. 

Weimar Cumhuriyeti

Weimar Cumhuriyeti, İmparatorluk döneminin sonu (1918) ile Nazi Almanya’sının başlangıcı (1933) arasında Alman cumhuriyet rejimine verilen addır. 1920’lerin Almanya’sı ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ olarak tanımlanır.


11 Kasım 1918 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İmparator olan II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine yeni bir parlamenter demokrasiye dayanan cumhuriyet kurulur.

Bu dönemde “Deutsches Reich” (Alman İmparatorluğu) adı muhafaza edilir ancak bu dönemde bu ad (Deutsches Reich) neredeyse hiç kullanılmaz. Bu yeni kurulan cumhuriyet adını, Alman milli meclisinin 1919 yılında toplanarak yeni anayasa oluşturduğu Orta Almanya’da yer alan ‘’Weimar’’ şehrinden alır ancak başkenti Berlin’dir.

Eski siyah-kırmızı-altın (sarı) üç renk Weimar Cumhuriyeti’nin ulusal bayrağı olarak kullanılır. Bu bayrak, 1935 yılında Nazi Partisi'nin iktidarı ele geçirmesinin ardından kaldırılır. Yerine Nazi "Reichsadler" kullanılır. 1950 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti tarafından siyah-kırmızı-altın (sarı) üç renk bayrak olarak yeniden kabul edilir.

Weimar Cumhuriyeti, 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler’in Şansölye olarak görevlendirilerek hükümeti kurma yetkisinin verilmesine kadar yani Nazi rejiminin başlangıcına kadar devam eder.

1918 ve 1933 yılları arasındaki dönemi kapsayan ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ adını alan bu dönem içindeki; savaş, yenilgi, yabancı işgali, siyasi çalkantı, şiddet, devrim, karşı devrim, hiperenflasyon, işsizlik, ekonomik darlık, toplumun ekonomik, siyasal ve ahlaki çöküşü (*) yanında aynı dönem içinde sanat, kültür, edebiyat, bilim ve toplumsal ve sanatsal hareketlilikler karmaşık ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ döneminin karakterini oluşturur. (**) Bu karakteristik özelliklerin her birisi ayrı bir yazı konusudur. Bu dönemde yaşanan zorlukların çoğu, Hitler'in iktidara gelmesine zemin hazırlar.

Weimar Cumhuriyeti, Naziler tarafından Cumhuriyeti kötülemek amacıyla; "Sistem" (Das System) ya da "Sistem Zamanı" (Systemzeit) adıyla bir ihanet, yozlaşma ve yolsuzluk dönemi olarak propaganda edilir. Cumhuriyetin 1918'de kurulduğu aya atfen "Kasım suçluları" ya da "Kasım suçlularının rejimi" (November-Verbrecher) olarak da anılır. (***)

Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olayları

Weimar Cumhuriyetinin karakteristik olaylarını tarihsel sırayla çok kısa olarak şu şekilde anlatabilirim:


Ayaklanmalar

11 Kasım 1918’de sabah saat 05.00’te Almanya’da ateşkes imzalanır. Altı saat sonra bütün silahlar susar ve Almanya için I. Dünya Savaşı sona erer… Bir taraftan ateşkes imzalanırken, diğer taraftan çoktan 3 Kasım günü Kiel’deki bir deniz üssünden devrim kıvılcımı başlar. Devrim hızla Hamburg, Bremen ve Berlin’e sıçrar. Nisan 1919 tarihinde Bavyera'da komünist devrimi başarıya ulaşır. ‘’Münih Sovyet Cumhuriyeti’’ ilan edilir.


Sonrasında ayaklanmaların ardı kesilmez… Ocak 1919 ayaklanmasında Spartakistlerin önderleri olan Rosa Luxemburg ve Kurt Liebknecht, işçilere genel grev ve silahlı ayaklanma çağrısı yaparlar. Bunalımın giderek arttığını gören Şansölye Ebert, dönemin Genelkurmay Başkanı Groener’i ayaklanmayı bastırması için görevlendirir. Groener işçi ayaklanmalarını kanlı bir saldırı ile 10 Ocak’ta bastırır… Gösterilerde ele geçirilen ayaklanmacıların hepsi kurşuna dizilirler. Spartakist önderler olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner ayaklanma bastırılırken öldürülürler. Komünist ayaklanmaları bu şekilde başarısız olur.

Bismarck’ın neredeyse yarım yüzyıl önce var ettiği Hohenzollern İmparatorluğu son bulmuş, Kaiser çoktan tahttan indirilmiş, Alman tarihinde artık yeni bir sayfa açılmıştır.

Yeni Anayasa

Ülkedeki anarşi ortamının giderilmesi için 19 Ocak 1919 tarihinde anayasa meclisi seçimi sonucunda sol eğilimli SPD (Sozialdemokratische Partei Deutschlands) %38 oy alarak kazanır. 6 Şubat 1919 tarihinde bütün halkın söz sahibi olduğu bir kurucu meclis toplanır. 13 Şubat 1919 tarihinde ilk parlamenter hükümet kurulur. Kurucu meclis, Friedrich Ebert’i başkanlığa getirir. 24 Şubat-31 Temmuz tarihleri arasında hazırlanan Anayasa tasarısı, 11 Ağustos 1919 tarihinde kabul edilerek yürürlüğe girer. Yeni kabul edilen anayasa Yasama organı olarak İmparatorluk Meclisi (Reichstrat) ve Yasama Meclisi (Reichstag) adlı iki meclisten oluşur. Yeni kurulan sistemde devlet başkanı, başbakan ve bakanları seçmesinin yanı sıra yasaları onaylama ve silahlı kuvvetleri komuta etme gibi önemli yetkilerinden sahibidir. Yapılan seçimlerin ardından 9 Kasım 1919 tarihinde sosyal demokrat Friedrich Ebert devlet başkanlığına seçilir, Schidermann ise başbakanlığa atanır.


Kargaşa zamanı, iç savaş ve isyanlar

28 Haziran 1919 tarihinde Versay Antlaşması imzalanır. Versay Antlaşmasının ağır mali ve askerî yükü Almanya’nın siyasi otoritesini de kısa sürede yozlaştırır. Antlaşmanın içerdiği ağır hükümler, savaşın ülkede yarattığı yıkım ve ekonomik bunalım ile birlikte işsizlik ülkeyi sarar. 1920 ve 1923 yılları arasında bunalımlar hiç bitmez. Nisan 1920 tarihinde Ruhr bölgesinde iç savaş çıkar. Mart 1920 tarihinde Wolfgang Kapp Berlin'de darbe girişiminde bulunur.


6 Haziran 1920 tarihinde yapılan seçimlerde aşırı sağ partiler güçlenerek %15 oy alır. Bağımsızlar yüzünden oy kaybeden SPD güçten düşer.

Bu arada sürüp giden yüksek enflasyon karşısında Alman parası (Mark) inanılmaz derecede değer yitirir. Haziran 1923 tarihinde 4.2 trilyon Mark 1 ABD dolarına eşit haline gelir. Ekonomik sorunların devam etmesi ve Versay Antlaşması’nda belirtilen Alman halkının da savaş suçuyla yargılanması ülkenin Adolf Hitler’e daha da yakınlaşmasına neden olur.

1920-21 yılları arasında Polonya, yukarı Silezya'yı işgal etmeye çalışır. Temmuz 1921 tarihinde Adolf Hitler, NSDAP’ın (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei) başına geçer. 11 Ocak 1923 tarihinde Fransa, Ruhr bölgesini işgal eder. 100.000 civarında alman memur bölgeden sürülür. Almanya bu oldubittiye boyun eğmek zorunda kalır.

Adolf Hitler’in önderliğini yaptığı Nazi Partisi Yahudilerin ekonomiyi sömürdüğünü ileri sürerek alt ve orta tabaka halkın ayaklanmasına neden oldular. 24-25 Ekim 1923 tarihinde Hamburg’da komünist isyanı başlar ancak kısa sürede bastırılır. Kasım 1923 tarihinde Saksonya ve Thuringia'da sol koalisyonlar yönetime gelir. Bavyera ordusu, Ruhr olayları yüzünden isyan edip Berlin'e yürüme tehdidinde bulunur.

Hitler ve Birahane Darbesi

Siyasi şiddet, 1923 yılında Hitler'in ordu tarafından bastırılan ‘’Birahane Darbesi’’ (Bürgerbräukellerputsch ya da Hitler-Ludendorff-Putsch ya da Hitlerputsch) girişimiyle zirve yapar. 1923 yılında Bavyera'da üçlü bir diktatör yönetimi hâkimdir: Devlet komiseri Gustav von Kahr, Reichswehr komutanı General Otto von Lossow ve Devlet Polisi Başkanı Albay Hans von Seisser. 8 Kasım 1923 akşamı Münih ticaret örgütlerinin, Bürgerbräukeller isimli bir birahanede düzenlediği gecede konuşma yapmakta olan von Kahr ve orada bulunan yönetim ekibi, Adolf Hitler ve ona bağlı 600 silahlı adamının müdahalesiyle rehin alınırlar. Hitler bu üçlünün kendisiyle iş birliği yapmasını talep eder.


Hitler'in amacı burada bulunan silahlı Weimar Cumhuriyeti karşıtlarını kendi önderliği altında toplayarak, ordunun da (o zamanki adıyla Reichswehr) desteğiyle Bavyera hükümetini ele geçirip Berlin'e karşı yürüyüşe geçmek ve Weimar Cumhuriyeti'ni yıkmaktır. Ancak üçü de bu konuda isteksizdir. Bu aşamada Hitler'e Almanların I. Dünya Savaşı'ndaki efsanevi komutanı Erich Ludendorff yardımcı olur ve görünüşte Hitler ile uzlaşır.

Birahane çıkışında oluşan kargaşada bu üçlü Hitler'in elinden kurtularak görevlerinin başına dönerler. Hitler, Ludendorf'la baş başa kalır. 9 Kasım sabahı, Hitler ve Ludendorff bir hücum taburunun önünde Münih şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. Şehrin merkezine giden yolları kapatan polis taburlarıyla çıkan çatışma Hitler için başarısızlıkla sonuçlanır ve hücum taburu dağılır. Olayda 16 Nazi ve 3 polis ölür. Ludendorff olay yerinde tutuklanır. Adolf Hitler oradan kaçar ancak iki gün sonra o da yakalanır. 1 Nisan 1924 tarihinde Adolf Hitler 5 yıl hapis cezasına çarptırılır.

Ekonomik kriz ve Hitler’in yükselişi

Ekim 1924 tarihinde Dawes Planı uygulamaya konulur. Hükümetin Maliye Bakanı ve Reichbank’ın Müdürü olan Dr. Schacht, bu planı uygulayarak 1924-1929 yılları arasında bir dizi ekonomik çalışmalar hazırlayarak Almanya’nın kötü ekonomisini düzeltmeye çalışır. Yapılan çalışmalar sonucunda ekonomi canlanır, toplumsal düzen yeniden sağlanır.


Ancak siyasal sistemde ise sağcılar giderek güçlenmeye başlar. 20 Aralık 1924 tarihinde Adolf Hitler dokuz ay hapis yattıktan sonra serbest bırakılır. Hapisten çıkan Hitler Nasyonal Sosyalist Partinin başına geçer. 28 Şubat 1925 tarihinde SPD lideri ve Cumhurbaşkanı Friedrich Ebert ölür. 1925 yılında yapılan başkanlık seçimlerinde büyük saygınlığa sahip olan ve monarşiyi açıkça destekleyen Paul von Hindenburg devlet başkanlığına getirilir.

Mayıs 1928 tarihinde yapılan Reichstag seçimlerinde sol güçlenirken sağcı ve ılımlı partiler zayıflar. NSDAP mecliste 12 sandalye ile yer alır. Herman Müller SPD önderliğinde bir koalisyon kurar. Ekonomi seçimden sonra yeni bir yavaşlama dönemine girer. Adolf Hitler bu dönemlerde sağ kesimin geneli üzerinde söz sahibi olacak kadar güçlenmeye başlar.

1929 yılında Avrupa’da patlak veren ekonomik bunalım Almanya’ya da sıçrar. Ekonomik kriz sonucunda Alman ekonomisi %50 üretimini kaybeder ve 1931 yılında bankaların çoğu iflas eder. Ülkedeki ekonomik kriz ve işsizliğin milyonları bulmasıyla birlikte 1930 yılında yapılan seçimlerde işçiler komünist partiye yakınlaşırlar.

27 Mart 1930 tarihinde Müller kabinesi ekonomik sorunlar yüzünden istifa eder. Sonrasında Brünning yeni bir hükümet kurar fakat anayasayı ihlal ederek ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başlar. Ekonomik sorunlar klasik tasarruf önlemleri ve Versailles borçlarının ertelenmesi yoluyla aşılmaya çalışılır. Haziran 1930 tarihinde Brünning kabinesi güven oylaması sonucu düşer.

Bu çalkantılı ortamda Ekim 1930 tarihinde yenilenen seçimlerde liberaller tamamen yenilgiye uğrar; NSDAP mecliste 108 sandalyeyle girer. Devlet Başkanı Hindenburg’un başkanlığa atadığı Heinrich Brüning bir koalisyon hükümeti kurar.

4 Haziran 1932 tarihinde düzenlenen Başkanlık seçimleri sonucunda tekrar Hindenburg cumhurbaşkanlığına seçilir. Bu seçimlerde NSDAP %37 oy almıştır. 13 Ağustos 1932 tarihinde Adolf Hitler şansölyeliğe aday gösterilir fakat Hindenburg tarafından reddedilir. Franz von Papen şansölye olur… Ancak Reichstag dağıtılıp aşırı sağ politikalar uygulamaya konulur. Başta NSDAP ve KDP olmak üzere çeşitli partiler arasında sokak çatışmaları yaşanır. Ülkenin birçok yerinde anarşi başlar. Çatışmalar yaz boyu sürer ve arkasında yüzlerce ölü bırakır. 

1932 seçimlerinde oyların %37’lik kısmını almasına rağmen Nazi Partisi’nin lideri olan Adolf Hitler iktidara gelemez. 3 Aralık 1932 tarihinde Kurt von Schleicher şansölyeliğe atanır ancak Adolf Hitler kabinede yer almayı reddeder. 28 Ocak 1933 tarihinde Kurt von Schleicher istifa eder, Adolf Hitler şansölyeliğe atanarak Hindenburg tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilir.

Reichstag Yangını

27 Şubat 1933 tarihinde Reichstag kundaklanarak yakılır. 28 Şubat 1933 tarihinde yangın bahane edilerek Adolf Hitler’e olağanüstü yetkiler verilir. Bu sıralarda ilk toplama kampı Ornienburg'da kurulur. 5 Mart 1933 tarihinde Reichstag seçim yapılır. NSDAP ezici çoğunluğu ele geçirir. Sol kanat komünistler dâhil meclisten dışlanır.


8 Mart 1933 tarihinde Alman Sendikalar Federasyonu merkezi, başını Herman Göring ve Franz von Papen'in çektiği Naziler tarafından basılıp üyeleri pasifize edilir. Bu olaydan sonra sendikalar NSDAP ile bağlarını koparıp SPD'ye yaklaşır. 31 Mart 1933 tarihinde Alman eyaletleri otonomilerini kaybeder. 26 Nisan 1933 tarihinde GESTAPO kurulur. Mayıs 1933 tarihinde birçok sendika lideri tutuklanır, bağımsız sendikaların mallarına el konulur, Reich toprak mirası yasası çıkarılır, işçi kayyumlukları kurulur, KDP’nin mal varlıklarına el konulur. 22 Haziran 1933 tarihinde SPD kapatılır. (Bu bölümü bu başlık altında bu sitemde daha önce yayımladığım için kısa geçiyorum.) 

Uzun Bıçaklar Gecesi ve SA'ların ortadan kaldırılması

30 Haziran 1934 tarihinde Hitler’in kontrolden çıkan ve kendisine prestij kaybettirdiğini düşündüğü SA liderlerini ve iktidarı önünde engel olabileceğini düşündüğü devlet içinde etkili tüm rakiplerini bir toplantı duyurusuyla bir araya getirerek öldürtür. Hitler’in bahanesi bu grubun kendisine darbe yapacakları iddiasıdır. Olay toplam üç gün sürer. Olayda SA’nın başı Ernst Röhm ve yardımcıları Heinrich Himmler SS tarafından öldürülür. Bu olayda resmi kayıtlara göre 85, tahminlere 200 kişi kurşuna dizilir. Bu olaya Alman tarihinde ‘’die Nacht der langen Messer’’ (Uzun bıçaklar gecesi) olarak anılır. "Es wird eine Nacht der langen Messer geben" deyimi ‘’bazı kafaların uçacağı’’nı anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Bu şekilde SA önderleri öldürülerek SA bir gecede tasfiye edilir. Hitler SA’ları ortadan kaldırır, çünkü kendisine körü körüne bağlı 1.5 milyon kahverengi gömlekli ile Ernst Röhm, Hitler'den bile daha güçlü konuma gelmiştir.


Ernst Röhm; gece baskını sırasında tutuklanıp Münih’te cezaevine kapatılır. 1 Temmuz 1934 tarihinde Hitler'in kurmayları tarafından hapishanede kendini öldürmesi için, hücre masasına, SA’ların Hitler’e sözde darbe yapacağını haber veren bir gazete kupürü ile birlikte bırakılan silaha dokunmaz. Ancak 10 dakika sonra ellerinde birer silahla gelen iki askerin çıplak göğsüne açtıkları ateş sonucu öldürülür.

Bu olayda, Kurt von Schleicher ve Gustav Ritter von Kahr gibi SA üyesi olmayan birçok kişi de öldürülür. Bu kişilerin öldürülmelerin sebebi ise bu kişilerin 1923 yılında Hitler'in ’’Birahane Darbesi’’nin başarısız olmasını sağlamalarıdır. Hitler bu olayı unutmaz ve eline geçen ilk fırsatta onlardan intikamını alır.

Weimar Cumhuriyetinin sonu

08 Temmuz 1933 tarihinde yeni partilerin kurulması yasaklanır. 


2 Ağustos 1934 tarihinde Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölür. Adolf Hitler bir oldubittiyle Hindenburg’un yerine geçer ve bütün yasama yürütme ve yargı güçlerini elinde toplar. Hitler'in Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs) düzenlenir. Referandumun sonucunda %89.93 “evet” oyu çıkar. Bu referandumla Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik (Başbakanlık) görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verilir. 

Bu son damla da ‘’Weimar Cumhuriyeti’’nin sonunu getirir. Bundan sonra artık Almanya’da ‘’Nazi Rejimi’’ vardır.

Weimar Cumhuriyeti neyin tarihidir?

Weimar Cumhuriyeti; Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında kurulan taze bir demokrasinin ve genç bir cumhuriyetin; komünist, sosyalist, sosyal demokrat, demokratik sol ya da liberal ve muhafazakâr partiler ve kişilerin kendi aralarında bitmek dinmek bilmeyen egoları, kamplaşmaları, bölünmeleri, kavgaları, çatışmaları, yetersizlikleri ve düşmanlıkları (özellikle Alman sağının ve KDP -Kommunistische Partei Deutschlands- nin kendi hesapları ve SPD’yle olan mücadeleleri) (****) neticesinde Nazi Partisine ve Adolf Hitler’e adım adım bir nasıl teslim edildiğinin tarihidir. (Eduard Bernstein, bu mücadeleyi "sosyalistlerin sosyalistlere karşı mücadelesi’’ olarak adlandırır.)


Weimar Cumhuriyeti; cumhuriyete sahip çıkan cumhuriyetçilerle demokrasiye inanan birey ve kurumların eksikliğinin ve yetersizliklerinin nelere mal olduğunun tarihidir.

Weimar Cumhuriyeti; sahte iktidar yapılarının, demokrasi için değil de sanki demokrasiye karşı işlemek için kurulmuş olan ülkenin sözde demokratik kurumlarının, demokratik olmayan sosyal ve ekonomik yapıların nelere mal olduğunun tarihidir.

Weimar Cumhuryeti; ülkedeki demokratik kurumların sahtekârlığının ve iktidarsızlığının nelere mal olduğunun tarihidir.

Weimar Cumhuriyeti; sahipsiz bir cumhuriyetin, hükumet olan ancak yönetemeyen bir demokrasinin Nazi Rejimine ve Hitler’e bir nasıl kuluçka ve beşiklik görevi yaptığının tarihidir.

Weimar Cumhuriyeti; düşünen herkes için alınması gereken bir dersin tarihidir.

Osman AYDOĞAN

Kaynaklar

Ne yazık ki ülkemizde bu ‘’Weimar Cumhuriyeti’’ dönemi anlatan çok az kaynak vardır. Bunlardan birisi genç İngiliz tarihçilerden Dr. Colin Storer’in ‘’Weimar Cumhuriyeti'nin Kısa Tarihi’’ (İletişim Yayınları, 2015) adlı kitabıdır. Bu dönemi merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitaptır. Bir diğer kaynak ise 1933 yılında Hitler’den kaçarak Türkiye’ye sığınan ve Ankara ve İstanbul üniversitelerinde hocalık yapan Prof. Ernst E. Hirsch'in ''Anılarım Kayzer Dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk Ülkesi'' (TÜBİTAK Yayınları, 1997) adlı kitabıdır. Bir diğer kitap ise ABD’li tarihçi Benjamin Carter Hett’in ‘’Demokrasinin Ölümü; Hitler'in Yükselişi ve Weimar Cumhuriyeti'nin Çöküşü’’ (Profil Yayıncılık, 2019) adlı kitabıdır. Ayrıca İngiliz gazeteci William L. Shirer üç ciltlik ‘’Nazi İmparatorluğu Doğuşu - Yükselişi – Çöküşü’’ (İnkılap Kitabevi, 2003) adlı kitabında Weimar Cumhuriyeti’ne ayrı bir bölüm olarak yer verir.


Weimar Cumhuriyeti konusu Almanya’da çok detaylı işlenen bir konudur. Bunlara bir örnek verecek olursam Ocak 1919 ayaklanmasında öldürülen Spartakistlerin önderleri olan Rosa Lüxemburg, Karl Liebknecht ve Kurt Eisner hakkında Almanya’da sayısız kitap yayınlanır. Sadece Rosa Lüxenburg hakkında sayısız kitap vardır.

(*) Weimar Cumhuriyetinde 1918-1933 arasında 66 milyonluk bir ülkede toplamda 250 binden fazla kişi intihar eder. 1932 yılı için (daha Büyük Buhran yokken) ülkelere göre intihar oranları şu şekildedir (milyon kişi başına): İngiltere: 85, ABD: 133, Fransa: 155, Almanya: 260 (Moritz Föllmer / Rüdiger Graf, ‘’Die 'Krise' der Weimarer Republik: Zur Kritik eines Deutungsmusters’’, Campus Verlag, Frankfurt am Main,  2005)

(**) Weimar Cumhuriyeti’nin kültürel yapısı konusunda kısaca bahsetmek istiyorum:

Bu dönemde şehirler, taşradan iş aramaya gelen yeni insanlarla filizlenerek canlı bir kent hayatına zemin hazırlar. Berlin gibi kent merkezleri, Avrupa'nın sosyal açıdan en liberal yerlerinden biri hâline gelir. Berlin'de barlar ve kabarelerle dolu büyüyen bir gece hayatı vardır. Ancak bu durum muhafazakâr elitlerin fazlasıyla canını sıkar.

Kadın haklarında görülen önemli gelişmeler sağlanır. Weimar Anayasası, oy kullanma hakkını 1919 yılında, 20 yaş üzerindeki tüm erkek ve kadınları kapsayacak şekilde genişletir. Alman Yahudileri de artan sosyal ve ekonomik özgürlükler dönemi yaşar.

Bu dönem, kültürel açıdan önemli ve uzun soluklu sonuçlar doğurur. Tarihçi Peter Gay bu dönem için şöyle yazar: "Cumhuriyet çok az şey yarattı; o, önceden var olan şeyleri özgürleştirdi." Almanya’da ilk sanat filmleri bu dönemde çekilir. Weimar Cumhuriyeti; Franz Kafka, Vladimir Nabokov, W. H. Audaen, Virginia Woolf ve Graham Greene gibi ünlü yazarlara ev sahipliği yapar. Berthol Brecht'in oyunları Alman sahnelerinde bu dönem boy gösterir. Çağdaş Bauhaus hareketi, mimarînin çehresini değiştirir.

Weimar, ayrıca Theodor Adorno ve Herbert Marcuse gibi büyük düşünürler de yetiştirir. Aralarında ünlü fizikçi Albert Einstein'ın da bulunduğu Alman bilim insanları, 1918'den 1933'e kadar her yıl en az bir Nobel Ödülü kazanır.

(***) Weimar Cumhuriyeti dönemi aslında Almanya’nın en özgür dönemlerinden birisidir. Bu özgürlüğü kullanan Hitler şansölye seçilir ardından da faşizme geçer. Bu konuda Arif Nihat Asya, ‘’Kanatlarını Arayanlar’’ (Ötüken Neşriyat, 2017) adlı kitabında güzel bir uyarı yapar: "Diktatörlüğü istibdadı, demokrasiyi müsamahası yıkar."

(****) Bu noktada KDP’nin SPD ile nasıl mücadele ettikleri konusunu, konu dağılmasın diye buraya alıyorum. Meraklısı varsa kaçırmasın. Erıc Hobsbawm, kendi otobiyografisi olan ‘’Tuhaf Zamanlar, Bir 20. yüzyıl hayatı’’ (İletişim yayınları, 2014) adlı eserinde ‘’Kızıl ve Kahverengi’’ bölümünde (s. 89-107) bu mücadeleyi şöyle anlatıyor:

“Ne düşünüyorduk? Artık herkesin bildiği üzere Hitler’in iktidara yürüdüğü o yıllarda komintern çizgisini izleyen KDP’nin güttüğü siyaset sonu intiharla bitecek bir budalalıktı. Bu çizgi temelde şu kanıya dayanıyordu: Kapitalizmin yirmilerin ortasındaki geçici istikrarının çökmesiyle dünya, sınıf çatışması ve devrimlerle örülü yeni bir sürece gebeydi; işçi hareketlerinin komünist önderlik altında zaruri radikalleşmesi önündeki tek engel, bu hareketlere ılımlı sosyal demokratların hakim olmasıydı. Söz konusu fikirler kendi içinde inandırıcı olabilirdi. Gelgelelim, bilhassa da 1930 sonrası, bu gerekçeye dayanarak sosyal demokrasiyi, Hitler’in yükselişinden daha büyük bir tehlike olarak addeden daha doğrusu, onun “sosyal faşizm” olarak tanımlanabileceğini söyleyen bakış açısı, politik cinnetin sınırlarında geziyordu.

Aslına bakılırsa bu bakış açısı içgüdülere, sağduyuya aykırı olduğu kadar, sosyalist ve komünist işçilerin (ya da öğrencilerin) sosyalist geleneğiyle de çelişiyordu. Zira bu kesimler, birbirleriyle, Nazilerle olduğundan daha çok ortak noktaya sahip olduklarının pekâlâ bilincindeydi. Ayrıca Berlin’e geldiğim sırada Almanya’daki başlıca siyasî meselenin Hitler’in iktidara gelişini durdurmak olduğu açıktı. Aslında aşırı sekler parti çizgisinin bile, nafile yere de olsa, gerçekliğe teslim olduğu bir nokta vardı: klaplalarımızın üzerine orak çekiç değil “antifa” nişanı takıyorduk. Faşizme karşı ortak eylem çağrısı anlamına geliyordu bu. Ama kuşkusuz bu çağrı, sınıfa ihanet eden ve gücünü kötüye kullanan liderlere değil sadece işçilere yönelikti. Hem sosyalistler hem de komünistler, sırf İtalyan örneğinden aldıkları dersle bile faşist rejimin asıl hedefinin kendilerini yok etmek olduğunun bilincindeydi. Muhafazakârlar ve hatta merkezdeki öğelerse, Hitler’i hafife alarak denetleyebileceklerini varsayıp onu koalisyon hükümetine taşımayı düşünmüş olabilirlerdi. Sosyalistler ve komünistlerse nasyonal sosyalizmle bir arada var olmanın veya uzlaşmanın her iki taraf için de olanaksız olduğunu gayet iyi biliyordu. Bizlerin Nazi tehlikesini küçümseme tarzımız -tıpkı geri kalan tüm kesimler gibi biz de onu büyük oranda hafife almıştık- farklıydı. Aklımızca, şayet iktidara gelirlerse, KPD önderliğindeki radikalleşmiş işçi sınıfı -yani sayıları şimdiden üç dört bini bulan ordu tarafından çok geçmeden alaşağı edileceklerini sanıyorduk. Öyle ya, 1928'den itibaren Nazilerin oyları kadar komünistlerin oyları da artış kaydetmişti. 1932’nin son aylarında Nazi oylarında düşüş yaşanırken komünist oylar ani bir tırmanışa geçmemiş miydi? öte yandan, bu gerçekleşmezden önce faşist rejimin kurtlarının üzerimize salınacağını adımız gibi biliyorduk. Nitekim öyle de oldu: Üçüncü Reich’ın ilk toplama kampları asıl olarak komünistleri hapsetmek için tasarlanmıştı.

Her ne kadar komintern çizgisine karşı çıkan sosyalistler ve muhalif ya da susturulan komünistler vardıysa da çizginin akıldışılığı için kuşkusuz mazeretler bulmak zor değil. Aradan yetmiş küsur yıl geçtikten sonra ve bir tarihçinin mesleki yaklaşımıyla geçmişe bakınca insan, 1930’da nihayet oluşturulan bütün anti-faşistlerin birleşik gücüyle Hitler’in iktidara gelişini durdurma olasılığına daha az iyimser bakıyor. Her halükârda, 1932’ye gelindiğinde, merkez solun bir parlamenter çoğunluk sağlaması, komünistler parlamentoya katılmayı kabul etse bile (ki bu iki misli imkânsızdı) ve Katolik Merkez Partisi (CDU)nbir yana, sosyal demokratlar onları kabul etse bile artık imkânsızdı. Weimar Cumhuriyeti Brüning’le birlikle yok olmuştu. Aslında başkan, Reichswehr ve o sıralar yönelimi devralan muhtelif gericiler ve işadamları Hitler’i durdurabilirdi. Hiçbirinin gönlünde yatan 30 Ocak 1933’ten sonraki tablo değildi. Aslında Nazilerin 1932 yazındaki seçim zaferinden sonra, Hitler’in ve gamalı haçın yükseliş momentini durduran da yine onlardı. Hitler’i şansölyelik koltuğuna götüren olayların hiçbiri önüne geçilemeyecek cinsten değildi. Öte yandan bu saatten sonra sosyal demokratların ya da komünistlerin yapabileceği bir şey yoktu.

Bununla beraber, geçmişe baktığımızda komintern çizgisinin makul bir yanı yoktu. Herhangi bir açıdan ona eleştirel yaklaştığımız söylenebilir miydi? Neredeyse kati suretle bunun yanıtı olumsuz. İlk ve son kez gerçekleşecek bir kökten değişimdi bizim arzuladığımız. Naziler de, komünistler de genç kesimlerden oluşuyordu, çünkü politikayı olanaklı olanın sanatı olarak addedenlerin sahtekârca, ucuz uzlaşmalarıyla kirlenmemiş bir aşırılık, sadakat ve politik eylem anlayışı, gençlere itici gelmekten çok uzaktı (nasyonal sosyalizm kadınlara fazla kamusal saha bırakmıyordu ve bu aşamada, ezici çoğunluğu erkek olan komünist hareket de, kadın haklarına verdiği hararetli desteğe rağmen, istisnaî bir kadın azınlık dışında kalan kesime yazık ki hitap edemiyordu). Aslına bakılırsa, genç komünist birlikleri, partilerin genellikle gönülsüz yetişkin liderliklerini “sınıfa karşı sınıf’ tarzı siyasetin aşırılıklarına itmekte, militan komintern’in başlıca maşasıydı. Naziler şüphesiz sokaktaki düşmanlarımızdı ama polisler de öyle. 1929 Mayıs’ında otuz kişiyi öldüren Berlin polisinin amirleri de sosyal demokrattı. KPD bu olay nezdinde sosyal demokrasinin sınıfsal ihanetini mahkûm etmişti. Ayrıca asıl olarak imparatorluğa ait olan Weimar hukukî ve idari kurumlarına Kayser’in yokluğunda kimin saygı göstermesi beklenebilirdi?

Weimar cumhuriyetinin son aylarında yaşadıklarıma geri dönüp bakarken, zihnimi, bir tarihçi olarak sahip olduğum bilgilerden, siyasî düşüncelere vakfedilen bir ömrün sonunda sahip olduğum fikirlerden ve Alman solunun o tarihte yapması ve yapmaması gerekenlere dair yapılan tartışmalardan arındırmam ne kadar olası? Nazilerin 30 Temmuz 1932’deki seçim zaferiyle Hitler’in 30 ocak 1933’te Şansölyelik koltuğuna oturduğu süreç arasında olup bilenlere dair o zamanlar tek bildiğim, Vossische Zeitung gazetesinden okuduklarımdan ibaretti. Zaten, haberlere siyasî ya da eleştirel tepkiler vermekten ziyade, onları duygusal bir partizan ya da takım taraftarı gibi algılıyordum. 1932 Kasım ayının başlarında, Cumhuriyet’in son demokratik oylamasından kısa bir süre önce gerçekleşen Berlin ulaştırma sektöründeki grev o tarihte ve sonrasında da acımasız polemiklere kaynaklık edecekti. Bu, komünist RGO’nun (muhalif kızıl sendika) resmi (sosyal demokrat) sendikalara karşı düzenlediği başarılı bir grevdi. Nasyonal sosyalistler işçilerle bağlantıyı koparmayı istemedikleri için grevi Nazi sendikal örgütlenmesi de desteklemişti. Cumhuriyet’in son günlerinde kızıl ve kahverengi arasında kurulan bu geçici ortak cephe haliyle kötü eleştirilere maruz kaldı ve bu, Weimar komünistlerinin karşısına sonrasında da emsal olarak çıkarıldı. Hitler’in iktidara geleceğine dair beklentinin yakında gerçeğe dönüşeceğini bile bile, hâlâ esas düşman sosyal demokratlarmış gibi davranan bir partinin mantıksızlığına bu açık bir göstergedir. Bekleneceği üzere, grevin ortaya çıkardığı ilk sonuç, muhtemelen, 6 Kasım seçimlerinde komünistlerin oylarında gerçekleşen ani artış ve aynı seçimde Nazi oylarındaki çarpıcı düşmeydi ancak her ikisi de kısa sürede unutulmuştu. Buna karşın, grev esnasında konuyla ilgili ne kimseyle tartıştığımı ne de durumun beni endişelendirdiğini ne de buna kafa yorduğumu bile anımsamıyorum. O “bizim" grevimizdi. Dolayısıyla onu sahipleniyorduk. Nazilerin başlıca hedefi ve düşmanları olduğumuzun bilincindeydik. Yani Hitler’e yardım eli uzattığımız fikri saçmalıktan başka bir şey değildi. Öyleyse sorun neydi ki?

Gelgelelim bir sorun vardı. Dünya devriminin kaçınılmaz olduğuna inanan gençler olarak biz bile 1932'nin son aylarında bunun kısa vadede gerçekleşmeyeceğini biliyorduk ya da en azından bunu artık idrak etmiş olmalıydık. 1932’ye gelindiğinde enternasyonal komünist hareketin komintern’in kuruluşundan beri en zayıf noktasına gerilediğinin kesinlikle bilincinde değildik. Öte yandan kısa vadede bizi yenilginin beklediğini biliyorduk. Biz değil ama başkaları iktidar girişiminde bulunuyordu. Aslına bakılırsa, KPD’nin ne retoriği ne de pratikte güttüğü strateji yakın geleceğe dair iktidar beklentisine herhangi bir şekilde geçil vermiyordu. (Tam tersine, parti illegalite için ciddi hazırlık yürütüyordu, gerçi göründüğü kadarıyla hiçbir yerde bu yeterince ciddiyetle yürütülmüyordu, zira parti lideri Ernst Thâlmann yeni rejimin ilk aylarında yakalanmış ve yeni kurulan toplama kamplarından birine hapsedilmişti.) ayrıca Hitler iktidara geldikten sonra artık yanılsamalara yaşama hakkı kalmamıştı. Öyleyse benim gibi genç özenti militanların kafasından geçen ne olabilirdi ki?

Karşılaşmayı beklediğimiz olaylar dizisinde ayaklanmadan ziyade zulüm vardı. Bizi tehlikenin, yakalanmaların, işkencede direnişin, bozguna karşı meydan okumanın beklediğini düşünüyorduk- en azından ben bu kanıdaydım. Kafalarımızda kendimize biçtiğimiz idealize edilmiş rolü, gerçek hayatta, bir yıldan az bir süre içinde, Reichstag yangını davasında Göring’e meydan okuyan Georgi Dimitrov üstlenecekti. Ancak Marksizm ’den aldığımız güçle zaferimizin, geleceğin tarih kitaplarına çoktan yazıldığına emindik.

Hayallerden bu kadar bahsetmek kafi. Peki ya gerçeklere ne demeli? Hitler’in göreve gelişinin birkaç gün öncesine kadar SSB hücresinin toplantılarına gitmek dışında herhangi bir doğru düzgün komünist etkinlik üstlendiğimi anımsamıyorum. Şüphesiz, Nazilerin 6 Kasım seçimlerinde yaşadığı ani hüsran ve bizim etkileyici ilerlememiz karşısında hepimiz gibi benim de keyfim yerine gelmişti. Ancak kuşkusuz ne Papen hükümetinin düşmesinin, ne de Hitler’den önceki son şansölye olan general Schleiclier’in kısa ömürlü yeni hükümetinin etkinliklerinin anlamını kavrayabiliyordum ne de Miller kendisinden sonra gelen en önemli, ya da hiç değilse en yetkili parti üyesi Geoge Slrasser’i devreden çıkardığında Nazi Partisi’nin içinde patlak veren aralık krizinin anlamını çözebilmiştim.”

 

 


Yorumlar - Yorum Yaz