• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi12
Bugün Toplam534
Toplam Ziyaret2912565

Wolfgang Borchert ve Kapıların Dışında


Wolfgang Borchert ve Kapıların Dışında

30 Aralık 2019

”Exilliteratur” ve ‘’Trümmerliteratur’’

I. ve II. Dünya Savaşı arasındaki Almanya’da Hitler’in iktidara gelişini ve Hitler’in ülkedeki nasıl bir atmosfer içerisinde yükselişini sürdürdüğünü en iyi olarak, güçlü bir felsefi ve edebi geleneğe sahip Alman kültüründen yetişen Alman edebiyatçıları eserleriyle anlatırlar. Ancak bu zorlu bir süreçtir ve bu edebiyatçılar bu eserlerini ancak sürgünde iken verebilirler…


İşte bu sürgündeki Alman edebiyatçılar tarafından ”Exilliteratur” veya “Emigrantenliteratur’’ (Sürgün Edebiyatı) akımı oluşturulur... Tıpkı bizde de kumpaslarla Silivri zindanlarına atılan subayların eserlerinin oluşturduğu ‘’Silivri Edebiyatı’’ gibi… Almanya’da 1933 yılında Hitler iktidara geldiğinde 75 bin dolayında Alman aydını, yazarı, edebiyatçısı yurtlarını terk etmek zorunda kalırlar...

Elias Canetti, Hermann Broch, Alfred Döblin, Robert Musil, Klaus Mann ve Hannah Arendt bu yazarlardandır. Bu yazarların ortak özellikleri; ülkedeki aydın aymazlığını, körleşmelerini, despot bir iktidarın ülkede nasıl yükseldiğini anlatmaları ve bu despot iktidarın yaratacağı felaketleri öngörerek tüm dünyayı uyarıyor olmalarıdır… 


Almanya’da II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında da, şehirlerin bombalanması, yıkılması, ailelerin dağılması, babaların ölümü ve savaş travmaları ile ortaya çıkan bir edebiyat türü daha var: ''Trümmerliteratur'' (Yıkım Edebiyatı). Almanya’da iken, çocukken bu yıkımı bizzat yaşayan dostlarımdan bu yıkımdaki hatıralarını çok dinlemiştim... 

Bu Yıkım Edebiyatı’nın Heinrich Böll ile beraber en önemli temsilcilerinden birisi de sıra dışı bir şair, oyun ve öykü yazarı olan Wolfgang Borchert’dir

Wolfgang Borchert

Wolfgang Borchert 1921 yılında Almanya’nın Hamburg kentinde doğar. Henüz 15 yaşındayken şiirler yazmaya başlar, şiirleri ”Hamburger Anzeiger’’ gazetesinde yayımlanır… Ancak Borchert, Nasyonal Sosyalizmin ahlaki ve fiziksel kurbanlarından birisi olarak gençliğinin çoğunu hapiste geçirir…

Wolfgang Borchert, İkinci Dünya Savaşı sırasında askere alınarak gönderildiği Rusya Cephesi’nde (1941) ağır yaralanır. Cephede iken de Nasyonal Sosyalizme karşı olan görüşlerinden ötürü tutuklanır… Difteri ve sarılığa yakalanmış olmasına karşın sekiz ay Nürnberg’de cezaevinde tutulur... Daha sonra da iyileşti diye tekrar cepheye gönderilir. Bir daha tutuklanır ve bu kez dokuz ay Berlin’de hapis yatar... Sonra idama mahkûm edilir… Altı hafta idamını bekler… Savaşın sonu belli olunca affedilir…

Yıkım Edebiyatı'nın bir diğer temsilcisi Heinrich Böll, Wolfgang Borchert’i şöyle anlatır:

"...O sıralar yirmi yaşındaki asker Borchert'in mektupları devletin güvenliğini sarsıcı nitelikte görülmüş, bu yüzden yazarı ölüme mahkûm edilmiş, ama altı hafta kadar bir hücrede bekletildikten sonra hayatı bağışlanmıştır. Yirmi yaşında olmak, altı hafta bir hücrede pineklemek ve öleceğini, Hitler’le ve savaşla ilgili düşüncelerini açığa vurduğu birkaç mektup yüzünden öleceğini bilmek! Kitabı eline alan yirmi yaşındakiler, insana kendi fikirlerinin ne denli pahalıya patlayabileceğini, karşılığında ödemesi gereken bedelin ne denli yüksek olabileceğini göreceklerdir."

Wolfgang Borchert, hücresinde geçirdiği günlerini 1947 yılında yazdığı ‘’Die Hundeblume’’ (Karahindiba) oyununda şöyle anlatır:

“Az sonra sarı noktanın yanından geçerken elden geldiğince serinkanlı davranmaya çalıştım. Sarı noktanın bir çiçek olduğunu algılamıştım. Sarı bir çiçek, bir karahindibanın küçük sarıçiçeği. Avluda attığımız turların her sona erişinde, ondan zorlukla koparıp alabiliyordum kendimi. Ona sahip olabilmek için günlük ekmek istihkakımı ver deseler verirdim. Bu da az fedakârlık değildi doğrusu. Hücremde canlı yaşayan bir şey bulunsun istiyordum. İçimdeki özlem zamanla öylesine büyüyüp güçlendi ki, avludaki çiçek, o mahçup küçük hindiba çok geçmeden gözümde bir insan, gizli bir sevgili mertebesine yükseldi. Bundan böyle yukarda, dört duvar arasındaki hücremde onsuz yaşayamaz duruma gelmiştim.” 

Borchert, bir yandan hastalığı ve zorluklarla boğuşurken, aynı zamanda da hastalığının ve zorluklarının onun yaratıcı gücünü ortaya çıkardığını düşünür: "Yavaş yavaş tevekküle alıştım. Eğer hapse girmeseydim Hundeblume (Karahindiba)yı yazamamış olacaktım. Hasta olmasaydım, hiçbir kelime yazamayacaktım. Hayat balık gibi çift yanlı bir şey, bazen alt yüzü gümüş gibi pırıl pırıl parlar.”

Savaşın sonunda serbest kalınca Hamburg’a döner ve burada tiyatro oyunları yazar… Sağlığının giderek kötüleşmesi ve buradaki doktorların da bir çözüm bulamaması üzerine İsviçre’ye gönderilir… Ancak İsviçreli doktorlar karşılarında bir hasta değil, yaşayan bir ölü bulurlar… Çünkü savaş onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir...

Bu hastaneye ölmeye geldiğini de anlar Borchert. Ölmeden önce kaleme aldığı son şiir, insanları savaşa karşı hayır demeye çağıran manifestosu ‘’Dann gibt es nur eins!’’ ismindeki ‘’Sag NEIN!’’ (HAYIR de!) diye bilinen şiiri olur. Bu şiir aslında insanlığa vasiyetidir: “HAYIR de!…”  İsviçre’de yatırıldığı hastane, henüz 26 yaşındayken 20 Kasım 1947 günü onun ölümünü resmileştirir... 

"Anneciğim, beni çığlıklayıp attın ya işte içinden. Ve o gün bugündür her tıkırtı bir hayvandır gecede ve her gölge bir umacı..." diyen bir naif ruh o tarihten sonra ebedî huzura erer…

Wolfgang Borchert, ‘’Laterne, Nacht und Sterne’’ (‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’, Can Yayınları, 2017) adlı şiir kitabını 1946’da, ilk öykü kitabı ‘’Die Hundeblume’’ (Karahindiba)’yi ise 1947 yılında, ‘’Draußen vor der Tür‘’ (‘’Kapıların Dışında’’, Can Yayınları, 2018) adlı tek oyununu 1946 sonlarında Hamburg’da iken tamamlar. İkinci öykü kitabı ‘’An diesem Dienstag’’ (‘’Bu Salı’’, Afa Yayınları, 1994)’yı 1947 yılında hazırlar. ‘’Nachts schlafen die Ratten doch’’ (Ama Fareler Uyurlar Gece, Doğan Kitap, 2003) ve ‘‘Die traurigen Geranien’’ (‘’Üzgün Sardunyalar’’, Bağlam Yayınları, 1987) isimli kitaplarını ise 1945 yılı civarında tamamlar… Wolfgang Borchert’in bu bahsettiğim kitapları otuza yakın eseri içerisinden sadece Türkçeye çevrilen kitaplarıdır.

Wolfgang Borchert'in şairliği için, bu eserlerinin içinden ‘’Fener, Gece ve Yıldızlar’’ adlı şiir kitabında yer alan bir şiirine yer vermek istiyorum: 

‘’Ich möhte leuchtturm sein
in nacht und wind -
für dorsch und stint,
für jedes boot
und bin doch selbst
ein schiff in not!"

"Deniz feneri olsaydım
gecede, fırtınada
ışıktım balıklara
vapurlara, kayıklara-
ne yazık ki ben kendim
batmak üzre bir gemiyim!"

Dünyanın en büyük dramıdır herhalde ‘’Deniz Feneri’’ olmak isteyip de batmak üzere bir gemi olmak!…

Ne var ki, hem oyununun hem de bu kitabının basılması, yapıtlarının çeşitli dillere çevrilmesi ve rekorlar kırarak satması hep ölümünden sonra gerçekleşir... Yani Borchert, ününü ve şöhretini yaşarken göremez…

Kapıların Dışında

Borchert’in bu eserlerinden II. Dünya Savaşı döneminde yazdığı ve savaş sonunda Hamburg’da tamamladığı ‘’Kapıların Dışında’’ (Draussen vor der Tür) isimli oyunu ‘’Trümmerliteratur’’ (Yıkım Edebiyatı)’nın en önemli eseridir… İç karartıcı bir oyun olması nedeniyle kitabın başında ”Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği oyun” ibaresi yazılır…  ‘’Kapıların Dışında’’, yazarın tek oyunudur ve ölümünden bir gün sonra da sahnelenir…

Wolfgang Borchert, tek perde ve beş sahneden oluşan ‘’Kapıların Dışında’’ isimli oyunda, Rus cephesinden, o da Sibirya’dan esaretinden kurtulup memleketine (Hamburg) tek bacakla dönen Beckmann isimli bir askerin hikâyesini anlatır. Beckmann ölülerin diyarından tesadüfen geri dönmüştür. Beckmann, üç yılın ardından yurduna döndüğünde, uğruna savaştığı her şey artık bir hiçtir. Döndüğü yerde ne eşi ne evi ne de ülkesi bıraktığı gibidir. Ailesi ölmüş, evlerinde yabancılar oturmaktadır, karısı yabancı bir erkekle birliktedir.

Ayrıca iç dünyasında yaşadığı bir vicdan azabı da vardır ki onun sesini dindirmesi mümkün olmaz. Bir çarpışma anında sorumlu olduğu askerlerden on birini kaybettiğinden beri bu ses onu hiç rahat bırakmaz.

Savaş gözlüğü takıp kapı kapı dolaşır… Şimdi her yer enkaz, herkes kaypaktır… Kendini Elbe Nehri'nin kıyısında uzanmış bir şekilde bulur. Bu durum oyunda şöyle anlatılır:


“Almanya’ya dönen bir adamın, onlardan birinin hikâyesidir bu. Adam, onlardan biri; onlar yurtlarına dönerler, ama evleri barkları kalmamış ki yurtlarına kavuşsunlar. Artık onların yeri, kapıların dışıdır. Onların Almanya’sı dışarısıdır, gece vakti yağmurda sokak.”

Bu durum karşısında Beckmann nihilist bir tavırla ölümü arzular:

”Ölüyorum! Sonra adam, Almanya’ya gelen adam, falanca yerde sokak ortasına seriliyor ve ölüyor. Eskiden sokaklarda sigara izmaritleri, portakal kabukları, kâğıt parçaları olurdu; bugünse insanlar var, yerlere serilmiş, kimin umurunda!”

Aslında oyunda savaştan evine gelip onca yaşananlardan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark eden bir bireyin, savaş psikolojisinden çıkma çabası ve topluma adepte olma süreci anlatılır. Aynı zamanda oyunda; iktidarın ve savaş karşısında kayıtsız kalan halkın da eleştirisi yapılır:

‘’Bize ihanet ettiler. Korkunç bir ihanete uğradık. Daha biz küçükken savaşıyorlardı. Ve büyüdüğümüzde savaşı anlattılar bize. Coşkuyla. Hep hayrandılar. Sonra, biraz daha büyüdüğümüzde bizler için bir savaş tasarladılar. Ve bizi savaşa gönderdiler. Sevinç içindeydiler. Coşkundular. Ama kimse bize nereye gittiğimizi söylemedi. Kimse bize siz cehenneme gidiyorsunuz demedi. Hayır, hiç kimse! Şimdi bizi gönderenler sanki onlar değil. Hayır, onların hiçbiri değil. Şimdi hepsi de sıcak evlerinde oturuyorlar. Kapılarını da sıkıca kapatmışlar. Bizler de dışarıda kalmışız. Kürsülerinden ve koltuklarından parmakla gösteriyorlar bizi…”

Oyunun adı ‘’Kapıların Dışında’’ değil mi? Bu koskoca dünyada kim yaşamamıştır ki kapıların dışında kalma duygusunu, korkusunu, hissini? Bir ötekileştirilmişlik, bir itilmişlik, bir dışlanmışlık, bir görmezden gelinmiş olma korkusunu kim yaşamamıştır ki?... Oyunda zaten Beckmann hep bu ‘’öteki’’ ile konuşur…

Klasik söylemdir ya hoş bir faaliyetten sonra söylenen ‘’tadı damağımda kaldı’’ diye… İster bu kitabı okuyun, ister bu oyunu izleyin, damağınızda tad falan kalmaz… Sadece acıdan burnunuzun direği sızlar… "Acı, uzak iklimlerin kokusu gibidir..." derdi melankolik Fransız şair Charles Baudelaire.. Ama acı bize hiç de uzak iklimlerin kokusu gibi de değildir... Bir koklamaya görelim; acı bizim yanıbaşımızdadır, acı bizim  içimizdedir, acı bizimle beraberdir…

Tarih ders alınmak için varsa eğer, ''savaş, bir halk sağlığı sorunudur'' diye demeç verdiği için hekimlerine davalar açan, ''cihat'' ve ''Kızılelma'' söylemleriyle, asker postu giyerek kandan bahseden bakanlarıyla ''fetih'' naraları atan, yurt dışına asker göndermeyi yurt dışına işçi göndermek zanneden bir zihniyet için bu karamsar yapıt güzel bir örnektir aslında… 

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz