• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi23
Bugün Toplam839
Toplam Ziyaret3104512

Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami


Beyoğlu Hüseyin Ağa Cami

20 Nisan 2021

Ramazan ayı vesilesiyle İslam üzerine, İslam edebiyatı, İslam tarihi, İslam düşünürleri, İslam felsefesi, camileri ve menkıbeleri üzerine yazacağımı ifade etmiş ve bu kapsamda da dün Bursa Ulu Cami’sini anlatmıştım... Bu yazımda da İstanbul Beyoğlu'nda yer alan ''Hüseyin Ağa Cami''sini anlatacağım... Bu cami halk arasında daha çok ‘’Ağa Cami’’ olarak tanınır, bilinir…

Ağa Cami'sini anlatmadan önce İstanbul camileri için yazılan şiirlerden kısaca bahsetmek istiyorum... Çünkü Türk şiirinde camiler büyük yer tutar. Özellikle İstanbul camileri. 

Türk şiirinde İstanbul camileri

Türk şiirinde İstanbul camilerinin önemli bir yeri vardır. Bunların en başında Yahya Kemal’in ''Süleymaniye'de Bayram Sabahı'' isimli şiiri gelir. Yahya Kemal şiirine şöyle başlardı:

‘’Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

 Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de’’

(Mehâbet: Büyüklük, ululuk, yücelik)

Mehmet Akif de ''Fatih Kürsüsü'nde'' şiiriyle Fatih Cami'nin ihtişamını, caminin cemaatini ve Osmanlının son halini anlatır. Şiirin sonlarında da Osmanlıyı diğer milletlerle mukayese eder. Âkif şiirinde diğer milletlerden şöyle bahseder:

‘’Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:

Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.’’

(Bedayii: Eşi ve benzeri olmıyan güzel, mükemmel ve yeni şeyler. Ulum; İlmin çoğulu)

Rıza Tevfik, Divan tarzında hece ile Üsküdar Mihrimah Sultan Cami için yazdığı ''Harap Mabet'' adlı kendisine seslendiği ve ‘’Vardım eşiğine yüzümü sürdüm’’ diye başladığı şiirini şöyle bitirirdi: ’’Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle…’’

Ve Nâzım Hikmet’in Beyoğlu’ndaki ‘’Ağa Cami’’ için yazdığı ve kimseciklerin pek bilmediği bir şiiri var. Zaten bu yazımın amacı da bu şiiri ve bu şiir vasıtasyla ''Ağa Cami''ni tanıtmaktı. Bu nedenle de bu noktaya gelmek için Türk şiirindeki İstanbul camilerinden bahsettim...

Bu nedenle de önce Nâzım Hikmet'in bu şiirin tamamını veriyorum... Ancak bahsettiğim diğer şiirleri de bulup okumanızı isterim...

Ağa Cami

Havsalam almıyordu bu hazîn halî önce

Ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce

Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım;

Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!

Böyle sokaklarda kî, anası can verîrken,

îşıklı kahvelerde kendî öz evladı var…

Böyle sokaklarda kî, çamurlu kaldırımlar,

En kîrlenmîş bayrağın taşıyor gölgesînî,

Üstünde orospular yükseltîyor sesînî.

Burda bütün gözlerî bîr sîyah el bağlıyor,

Yalnız senîn göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendî elemîm gîbî anlıyorum ben bunu,

Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu îmansız muhîtte öyle yalnızsın kî sen

Bîr tesellî bulurdun ruhumu görebîlsen!

Ey bu camînîn ruhu: Bîze mucîze göster

Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bîr gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,

Baştan başa tutuşsun göklerîn yangınıyla!

("İlk Şiirler", Yapı Kredi Yayınları, 8. Kitap, s. 117)

Bu şiiri Nâzım Hikmet 1921'de Mütareke yıllarında, Mütarekenin ve İstanbul’un işgalinin verdiği hüzünle yazar.  Şiir ilk kez, 21 Mart 1921'de "Anadolu'da Yeni Gün" adlı yayında çıkar.

Mevlevî Nâzım Hikmet

Ağa Cami’ni anlatmadan önce Nâzım Hikmet’in böylesine bir şiiri nasıl yazdığını anlatmak istiyorum… Ama en önce de Nâzım’ın bir Mevlevî olduğunu söylemek istiyorum…

1902 yılında Selanik’te doğan Nâzım Hikmet’in babası Hikmet Bey ile Celile Hanımın evlilik hayatları uzun sürmez. Çift, Nâzım ve Samiye adında iki çocukları olduktan sonra ayrılırlar. Celile Hanım resim tahsil etmek için Paris’e gider. Çocuklar dedeleri Nâzım Paşa’nın evine sığınırlar. Nâzım Hikmet, hemen hemen bütün çocukluğunu Nâzım Paşa’nın evinde geçirir. Bu yüzden hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır.

Dede Nâzım Paşa şairdir ve şiirlerini aruz vezninde yazmaktadır. Ne var ki Nâzım Hikmet zamanın çocuğudur. Günün genç şairleri ise yalnız hece vezniyle şiir yazmaktadırlar. Ziya Gökalp’in 1910'da Selanik’te ‘’Genç Kalemler’’ ile açtığı akım bütün şair ve aydınları sarıvermiştir. Nâzım da bu akımdan etkilenerek ilk şiirlerini hece vezninde yazar.

Nâzım, kendisi için şöyle der: “ ...Şair bir büyük babanın torunuydum. Anam Fransızcayı çok iyi bilirdi, ama Osmanlıcayı bilmezdi. Benim gibi... Büyük babam, Mevlevî Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde şiir baş köşeydi...”

1920’ye kadar olan hayatında ‘’Milli Edebiyat’’ akımının tesirlerinde kalan ve tema olarak vatan, Mevlânâ, sevgi konularını işleyen Nâzım’ın gençliğinde yazdığı şiirleri pek fazla kişi bilmez.

Nâzım Hikmet Ran’ın yanında büyüdüğü dedesi Nâzım Paşa Mevlevî tarikatına bağlı dindar bir adamdır. Konya valiliğinde bulunduğu sıralarda Nâzım da orada yaşamaktadır. Paşa’nın evinde toplantılar düzenlenir, Mesnevi okunur, tasavvufi sohbetler yapılır. Nâzım da bu toplantılarda bulunur, gördükleri ve duydukları ona çok tesir eder. 

Çocuk Nâzım, özellikle Mevlevîhane’ye gidip Mevlevîlerin zikir ve mukabele-i şeriflerini seyretmeye bayılır. Başlarında uzun külahları, sırtlarında tennureleri ile semazenlerin dönüşleri ve musiki çok etkileyicidir. Nâzım’ın bu ortamda Mevlevî tarikatından etkilenmemesi mümkün değildir. Nâzım’ın aşağıdaki şiiri bu etkiyi çok güzel gösterir:

‘’Sararken alnımı yokluğun tacı

Gönülden silindi neşeyle acı.
Kalbe muhabbette buldum ilacı,
Ben de müridinim işte, Mevlânâ.

Ebede set çeken zulmeti deldim

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim
Kalbten temizlendim, huzura geldim,
Ben de müridinim, işte Mevlânâ.’’

Bu şiirin hikâyesini ise Vâlâ Nureddin “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” (İlke Kitap, 2011) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde anlatır…

Nâzım Hikmet’in 1920 tarihine kadar yazdığı şiirlerde bu dini hassasiyet görülür. (*) İşte Beyoğlu’ndaki Ağa Cami şiiri de bunlara bir örnektir. 

Şimdi de gelelim Ağa Cami’ne…

Ağa Cami

Halen Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Ağa Cami, Galatasaray ağası olan Şeyhülharem Hüseyin Efendi tarafından 1594 (bazı kaynaklarda 1597 diye geçer) yılında yaptırılmıştır. Hadika’nın yazma nüshalarının birinde, adı Emin Bey Cami olarak da geçer. 1597 yılında yapılan ilk cami kubbeli imiş, günümüzde ise düz çatılıdır. Cami’nin mihrabı, duvarları ve minaresi ilk yapıdan kalmıştır. İçeride dört kalın kare prizma ayak, baskılı çatıyı tutar.

Kıble duvarında ve yan duvarlarda, dörderden iki sıra pencere yer alır. Kemerli pencereler renkli camlarla tezyin edilmiştir. Duvarlar yakın zamanlardaki onarımdan sonra belli bir yüksekliğe kadar Kütahya çinisiyle yenilenmiştir. İç avluları yeşil-mavi Kütahya çinileriyle süslüdür. Tavan ve tonozlar ise renkli kalem işleriyle bezenmiştir. Cami içindeki hatlar, son büyük hattatlarımızdan İsmail Hakkı Altunbezer’e aittir. Yapının minberi ve kürsüsü ahşaptandır. İstiklal Caddesi tarafından avluya girildiğinde sağ tarafta mihrap hizasında, çimenlerin arasında iki tane mezar taşı vardır. Bunlardan biri caminin banisi, Galatasaray'ın kapı ağalarından Hüseyin Ağa'ya, diğeri de Davut Ağa'a aittir…

Caminin avlusunda, Mimar Sinan’ın eseri olan bir şadırvan bulunur. Bu şadırvan Kasımpaşa Sinan Paşa Cami’nden buraya nakledilmiştir. Tek şerefeli minaresi caminin sağ tarafında yükselir. Dönemlerin Beyoğlu’sunda oturan İstanbul beyefendilerinin ve hanımefendilerinin uğrayabileceği Ağa Cami çok kez hasar görür. Daha önce avlu kapısı üzerinde duran tuğralı, sekiz satırlık kitabesinden, 1800’de, 1864’de ve daha sonraki yıllarda yapıda oluşan hasarların, bizzat Sultan II. Mahmut tarafından 1834 tarihinde tamir ettirildiği bilinmektedir. Son zamanlarda bir kez daha yanar ve Suzan Hanım isminde bir hayırseverin çabalarıyla tamir edilir… Uzun yıllar bakımsız kalan Ağa Cami, üçüncü ve son tamiratını 1938 yılında görür. Ancak o son tamirata kadar epey bir harap haldedir ki Nâzım Hikmet’in şiiri de zaten o haraplıktan yola çıkıyor.

Ancak Ağa Cami’nin bu harap vaziyeti bakımsızlığındandır. Aslında Ağa Cami yapıldığı gibi, aradan geçen dört yüzyıla, geçirdiği yangınlara rağmen sapasağlam, dimdik ayakta kalır... Ta ki birileri, 2008 yılında, Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar….

Bu noktada, Ağa Cami'nin başına gelenleri anlatmadan, bir ara verip yine Beyoğlu’ndaki şimdi olmayan bir başka camiden bahsedeyim...

Satılan Taksim Camisi

Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı yıllarında para bulabilmek için ülke içindeki kaynaklara yönelerek İstanbul’daki bazı gayrimenkulleri satışa çıkarır. (Tıpkı şimdi para bulmak için Araplara, Katar’a satılan vatan toprakları, milli şirketler gibi) Taksim Kışlası ve Talimhane Meydan’ı da satışa çıkarılan gayrimenkuller arasındadır. Talimhane ve Kışla, Şubat 1913 tarihinde 500 bin liraya Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılır. Ancak o Taksim Kışlası içinde Mehmetçiğin ibadeti için bir de cami vardır. 1913 yılındaki satış sözleşmesine kışlanın içindeki “bu caminin korunması” hükmü koydurulur. Sözleşmeye göre Taksim Camisi ibadete açık olacaktır.

Ancak çok geçmeden I. Dünya Savaşı çıkınca Taksim Kışlası’nı satın alan Fransız şirket İstanbul’u terk eder. I. Dünya Savaşı’ndan sonraki işgal sürecinde (Mütareke döneminde) Fransız şirket yetkilileri İstanbul’a geri dönerler. Ancak Fransız şirket bu sefer kışla içindeki Taksim Camisi’ni de satın almak ister. Daha önceki hükümetlerin ve Padişah Mehmet Reşat’ın özellikle satmadığı Taksim Camisi’ni Padişah Vahdettin, İstanbul Hükümeti’nin Maliye Nezareti Vekili Tevfik Bey imzasıyla Fransız şirkete 23 Ağustos 1922 tarihinde 7000 lira bedelle satılır. (Atilla Oral, ‘’Charles Harington, ‘Sömürge Valisi’nin Himayesinde Vahdettin’in İhanetleri ve İşgal İstanbul’u’ ‘’, Demkar Yayınevi, 2013, s. 352)

Beyoğlu Hüseyin Ağa Camisi’nin satışa çıkarılması

İşgal yıllarında İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki bu tarihi Ağa Cami’ni de arsası için Taksim Cami gibi satmaya kalkar. Ancak cami mütevellisinin muhalefeti yüzünden bu satış gerçekleşmez. (Oral, age, s. 354)

Bu sırada Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanması ve İstanbul’un, işbirlikçi İstanbul Hükümeti’nden ve işgalcilerden kurtarılması sayesinde Ağa Cami de satılıp yok edilmekten, muhtemel bir kilise olmaktan son anda kurtulur…

Ağa Cami; aradan geçen dört yüzyıla, işgal yıllarına, işgal yıllarında satılıp, yıkılıp, arsa olarak kullanılmaktan son anda kurtulmasına rağmen hep dimdik ayakta kalır. Ta ki, bahsettiğim gibi birileri, 2008 yılında, Ağa Cami’nin temelini, duvarlarını, taşlarını çatlatana kadar…

Ağa Cami'nin çatlayan temelleri, duvarları

Beyoğlu İstiklal Caddesinde Ağa Cami’nin tam karşısındaki bir alana, sahip olduğu medya grupları ile iktidarın başdestekçisi Demirören Grubuna bir AVM yapılmak üzere 2004 yılında 19 bin metrekare inşaat izni verilir. 1983 tarihli, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na göre oraya değil devasa bir bina yapmak çivi bile çakmak yasaktır aslında… Ancak Demirören AVM, 7 yılda 19 bin metrekare inşaat iznine karşın 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaşır. İstanbul BB Teftiş Kurulu raporuna göre bu AVM’nin hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktır. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız olarak ve yangın yönetmeliklerine aykırı olacak şekilde açılır.

Kaçak AVM’nin bu kısmının Ağa Cami ile ilgisi yoktur... Ancak 2008 yılında inşaat nedeniyle yerin 30 metre altına inen hafriyat, yanı başındaki bu yüzyılların eskitemediği, yüzyılların, işgal yıllarının bir taşını bile yerinden oynatamadığı 16. yüzyıldan kalma işte bu Ağa Cami’ni tahrip eder, duvarlarını çatlatır, taşlarını yerinden oynatır. Sonunda da Ağa Cami ibadete kapatılmak zorunda kalınır. Sadece Ağa cami etkilenmez bu hoyratlıktan, inşaatın yakınında birçok tarihi bina da hasar görür.

Tıpkı Üsküdar’da sahil şeridinde bulunan ve 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan ‘’Şemsi Ahmed Paşa Cami’’ (Kuşkonmaz Cami)’nin de 2017 yılında İBB tarafından sahile çakılan kazıklar nedeniyle temelinin ve duvarlarının çatlatılması gibi…

Bir onarım yüzsüzlüğü

İşte bu nedenle tahrip edilen, hasar gören Ağa Cami’nin, Demirören Holding desteğinde İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü kontrolünde, 20 Nisan 2012 tarihinde onarımına başlanır. Onarım iki yıl sürer…

Bu onarımın sürdüğü iki yıl süresince Ağa Cami’nin etrafına bir perde çekilir ve bu perdede kocaman kocaman harflerle bu onarımın ‘’Demirören Grubu’’ tarafından yapıldığı yazılır.

İşte bu yazı insanın yüreğini burkar, insanın içini sızlatır…

Caminin temelinin sarsılmasına, zedelenmesine, duvarlarının çatlamasına, taşlarının yerinden oynamasına, harap olmasına, yıkım tehlikesi geçirmesine ve bu nedenlerle de ibadete kapatılmasına neden olup, sonra da '’restore ediyoruz, onarıyoruz’' diye pankart asmak ancak bu devrin yandaşlarına mahsus bir yüzsüzlük olsa gerek…

20 Nisan 2012 tarihinde başlayan Ağa Cami’nin onarımı iki yıl sürer ve 14 Nisan 2014 tarihinde tamamlanır. Açılışı, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı olduğu o zamanki Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından yapılır. Bülent Arınç açılışta Nâzım Hikmet’in işte bu ‘’Ağa Cami’’ isimli şiirini okur. Ancak tören öncesinde Bülent Arınç'ın Nâzım Hikmet’in bu şiirinden haberi yoktur. Bülent Arınç, okuması için bu şiir eline tutuşturulduğunda şiirin Nâzım’a ait olduğuna inanmaz ve şiirin Nâzım’a ait olup olmadığını inceletir. Tüccar gibi dini siyasetlerine araç olarak kullanan bir zihniyetin ''Dertlî bîr çocuk gîbî îmanıma bağlandım; Allah’ımın îsmînî daha çok candan andım'' dizelerindeki samimiyeti ve içtenliği anlaması beklenemezdi zaten...

Tabii ki İstanbul’un her tarafına, daha cami mimarisini bilmeden, minare yüksekliği ile kubbe çapı oranı arasındaki ilişkiyi dahi anlamadan, her boş araziye hiçbir sanatsal ve mimari değeri olmayan ucube ucube beton yığını camiler yapıp -hem de devletin kesesinden adının dahi ne anlama geldiğini bilmeden ‘’Selatin Cami’’ diyerek-, gerçek birer sanat ve mimari şaheser olan tarihi camilerin siluetlerini kaba kaba beton yığınları ile kapatan, örten, yüzyılların yıpratamadığı tarihi camilerin temellerini, duvarlarını, taşlarını bir rant uğruna yerinden oynatan, sarsan, çatlatan, peşkeş çeken bir iktidarın mensubunun Nâzım’ın ‘’Ağa Cami’’ şirini bilecek ve anlayacak hali olmazdı zaten… Ki kendisine bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü nedeniyle bu caminin korunmasından sorumlu birisiyken tahrip edilmesini seyreden birisi olarak... Ki İstanbul Beyoğlu Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, temelleri Demirören AVM inşaatı nedeniyle tahrip edilen Ağa Cami’sine 200-300 m mesafede iken… Kendisinin böylesine bir sorumluluğu varken restorasyondan sonra açılışını yapıp, onarıma katkı sağladı diye tahrip edenlere teşekkür etmek, şilt vermek böylesi bir zihniyete ait bir yüzsüzlük olsa gerek...

Yapılan restorasyon da restorasyon olsa neyse! Ağa Cami’ye restorasyon adı altında yapılan çalışmada; Ağa Cami’ye; 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında yapılan tarihi belge niteliğindeki bütün eklemeler silinir, uyduruktan doğramalarıyla, saçaklarıyla, kafa penceresi dediğimiz üstteki pencereleriyle her şey tamamen orijininden farklı uygulamalar yapılır, Pimapen gibi pencereler takılır. Bu şekilde Ağa Cami’ye ait bütün tarihi izler silinir…

Demirören grubunun yaptığı inşaat nedeniyle hasar gören ve bu yüzden restore (!) edilen Ağa Cami’nin açılışında, Ağa Cami hiç de Gölcük depreminde zarar görmemişken, Beyoğlu Belediyesi'nin yaptığı; “Gölcük depremine hasar gören tarihi Hüseyin Ağa Cami, restorasyon çalışmalarıyla depreme dayanıklı hale getirildi” açıklaması ise bu yüzsüzlere mahsus bir başka yüzsüzlük olsa gerek...  


Dün Bursa Ulu Cami'sini anlatırken Ulu Cami içinde duvarda yer alan "İtteku'l- vâvât" (‘’vav'’lardan sakınınız) hadisinden bahsetmiştim. Bu hadiste Allah Rasûlü (s.a.v.) bizleri sorumluluğu olan şu yedi "vav'’dan sakının, çekinin buyuruyordu. Bunlar; vali olmak, veli olmak, varis olmak, vekil olmak, vezir olmak, vakıf malını değerlendirmek, vâllahi yemininde bulunmak… Manayı bilmeyenler, kendilerini ''elif'' sanıp da ''vav'' olamayanlar, sorumluluklarındaki Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü’nün 200-300 m mesafesinde yer alan, yüzyılların yıpratamadığı tarihi bir caminin temellerinin, duvarlarının, taşlarının bir rant uğruna yerinden oynamasına, sarsılmasına, çatlamasına engel olamayanlar, resterasyon adı altında Ağa Cami'nin bütün tarihi izlerinin silinmesine göz yumanlar, yani ‘’vav’’ olamayanlar, kameralar ve mikrofonlar önünde ‘’vay’’ diye feryâd ederek ‘’vaveyla’’ yaparlar... 

Bu nedenle Ağa Cami’nin her önünden geçişimde ''havsalam almıyordu bu hazîn halî önce, ah, ey zavallı camî, senî böyle görünce'' diye hazin hazin iç geçirir, sonra da sorarım kendi kendime ‘’Ağa Cami’’ mi yoksa ‘’Ağlayan Cami’’mi diye…

Son yıllardaki bütün araştırmalar, Türkiye’de ateizmin ve deizmin arttığını ve dindarlığın azaldığını gösteriyor… Devr-i iktidarlarında sadece dinin temelleri sarsılmıyor, görüldüğü gibi dinin yüzlerce yıllık mabetlerinin de temelleri sarsılıyor...

Bir rant uğruna ya Râb ne mâbetler yıkılıyor...

Osman AYDOĞAN

(*) Burada bir açıklama yapmam gerekiyor:

Nâzım Hikmet, bir dönem ‘’Ben de müridinim’’ dediği Hz. Mevlânâ ile de kavga eder! 1945 yılında Bursa Hapishanesi’nden Vâlâ Nureddin’e hitaben yazdığı mektupta bunu şöyle ifade ediyordu:

“Görüyorsunuz ya polemiği ve kavgayı Hazreti Mevlânâ’ya kadar götürmüşüm. ‘Sureti hemi zillest’ diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Benimkisi yüzlerce yıl sonra hazrete cevap:

'Bir gerçek alemdi gördüğün, ey Celâleddin, heyula filan değil,

Uçsuz bucaksız ve yaratılmadı ve ressamı illeti-ula filan değil,
Ve senin kızgın etinden kalan rübailerin en muhteşemi;
Sureti hemi zillest falan diye başlayan değil...' ’’

(Sureti hemi-zillest: Görünen her şey gölgedir. İlleti-ula: Birinci sebep, ilk sebep)

Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile geliyor. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür, o kadar. Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer, öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bu düstura Nâzım’ın bu dizleri ile verdiği bir cevaptır. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.



Yorumlar - Yorum Yaz