• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam448
Toplam Ziyaret2912479

Arsız Ölüm (2)


Arsız Ölüm (2)

04 Mart 2019

MÖ 95 - MÖ 55 yılları arasında yaşamış  Lukretius (Titus Lucretius Carus) isminde bir  Romalı şair ve filozof vardı. Ve Lukretius’un da bir sözü vardı:  ‘’Doğanlar, hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar. Böylece ölüm, yeniden doğar.’’

Ben Lukretius’un bu sözünü çok severim. Bu söz bana biraz Hegel’i çağrıştırır. Hegel’e göre de, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açardı, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekirdi. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem bir ortadan kaldırma, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş…

Ben de sonsuzluğa doğru akıp giden, uçsuz, bucaksız ve sonsuz hayatı da böyle bir süreç içerisinde değerlendiririm. Hayat da; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve veren, bir diğeri ise kuruyan, yok olan ve her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısı gibiydi… Tıpkı bir kâinat gibiydi hayat; kâinatta da yeni doğan evrenler, gelişen, büyüyen evrenler, artık yaşlanıp da kendi üzerine çöken, yok olan evrenler olduğu gibi...

Geçen senelerde bir arkadaşımın babasının cenaze töreni için bir büyüğümle beraber yoldaydık… Yolda o büyüğümün torununun doğum haberi geldi… Tıpkı Lukretius’un söylediği gibi, tıpkı Hegel’in söylediği gibi… Tıpkı böğürtlen çalısı gibi… İşte hayat böyle bir şeydi...

Uzattığımın farkındayım... Çünkü konuya girmekte zorlanıyorum… Bu ortamda tam bir yıl önce, 08 Şubat 2018 tarihinde kaybettiğimiz kayınpederimin vefat haberini ‘’Arsız Ölüm’’ başlığı altında  vermiştim. Şimdiki yazımın başlığı ise ne yazık ki aynı: ‘’Arsız Ölüm 2’’

Bir süredir kayınvalidem yanımızdaydı… Rahatsızlıkları vardı… Bir süre bir kaç kez hastaneye gittikten sonra, son olarak 24 Şubat Pazar günü hastaneye yatırdık… Gün be gün iyileşiyordu… 28 Şubat Perşembe günü sabaha karşı durumu ağırlaşıyor, hastane kalbinde damar tıkanıklığından şüphelenerek kendilerinin daha donanımlı bir başka hastanelerine ambulansla sevk ediyorlar… Eşim ve kayınbiraderlerle oraya koşturuyoruz… Doktorlar acil anjiyo diyorlar… Zor bir karar… Bir büyüğüm riskleri için uyarıyor. Doktorlar kalp krizi riski varlığı nedeniyle anjiyo olmasında ısrar ediyorlar. Anjiyoya ailecek onay veriyoruz. Sonuçta iki kalp damarının tıkalı olduğu gözüküyor. Ardından bu iki damara stend takılıyor. Doktor, ‘’operasyon başarılı geçti, yarın hastanızı taburcu ederiz’’ diyor. Kayınvalidem stend takıldıktan sonra gayet iyi gözüküyor.

İki saat sonra hastane ‘’mavi kod’’ alarmı veriyor... Tüm doktorlar kroner yoğun bakıma koşturuyor… Sonuçta hastamızı solunum cihazına bağlayarak genel yoğun bakıma kaldırıyorlar… 02 Mart Cumartesi sabahı da kayınvalidemi kaybediyoruz…

03 Mart Pazar günü de Kayseri’de Hunat Camii’nde öğle namazından sonra kılınan cenaze namazını müteakip kayınvalidemin memleketi olan Pınarbaşı’nın Eğrisöğüt Köyü mezarlığına defnediyoruz... Allah rahmet eylesin...

Bembeyaz kar örtüsü altındaki köy mezarlığında defin esnasında eşim hıçkırıklarla ağlarken, hocanın duası esnasında göğe bakan elleri Ahmet Muhip Dranas’ın ‘’Ağıt’’ isimli şiirinin bir kıtasını söyler gibiydi:

‘’Benim varımdı o, benim tadım, benim ereğim; 

Direğimdi, kırıldı da çöktüm, bir oldum yerle. 
Çığrış canım, kuşlarla, böceklerle, bitkilerle; 
Gel sevdiğim, gel güzelim, gel gülüm, gel direğim!’’

Kadın olsun, erkek olsun fark etmez, annenin kaybı herkese çok zordur… Ancak kız çocuklarına annenin kaybı daha bir zordur. Atlatılacak gibi değildir annenin kaybı onlara...

Eşimin, o günden beridir ''artık telefonum 'annem' diye çalmayacak, yok artık annem benim'' diye sessiz sessiz içe akan feryâdı, figânı esnasında usul usul, sessiz sessiz akan gözyaşları ise Cahit Külebi’nin, Ceyhun Atıf Kansu’nun ölümünden bir hafta sonra şaire yazdığı ağıtını dile getirir gibiydi:  

''Ceyhun kardeş sen bu elden gideli

Dağlarım yıkıldı, çöllerim bomboş.
Söğütlü dereler, iğdeli beller,
Kuraktan çatlamış göllerim bomboş.

Turhal yöresinden, Yıldızeli’nden

Çocuktan, büyükten, kızdan, gelinden,
Kurtarmıştın sayrılığın elinden,
Şimdi sayrı kaldım, ellerim bomboş.

Her sevdiğin şeye sen gülüm derdin,

İnsanları bebe gibi severdin,
En sonunda kendi yüreğin verdin,
Kırıldı dallarım, güllerim bomboş.

Külebi der ölüm gelir yavaştan,

Ben de bıktım bu anlamsız savaştan,
Dağdaki geyikten, gökteki kuştan
Beter oldum, telim teleğim bomboş.''

İşte hayat da; bir sürgünü çiçeğe dururken, diğeri meyve veren, bir diğeri ise kuruyan, yok olan ve her budağından sürgün atan salkım saçak bir böğürtlen çalısı gibiydi… Tıpkı bir kâinat gibiydi hayat; kâinatta da yeni doğan evrenler, gelişen, büyüyen evrenler, artık yaşlanıp da kendi üzerine çöken, yok olan evrenler olduğu gibi...

02 Mart Cumartesi günü büyük kızımın, çok önceden planlı, ancak bu nedenle ertelediğimiz iki aile arasında yapılacak olan nişan töreni vardı… Tıpkı Lukretius’un söylediği gibi, tıpkı Hegel’in söylediği gibi… Tıpkı böğürtlen çalısı gibi…

İşte hayat böyle bir şeydi...

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz