• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam288
Toplam Ziyaret2912319

Yaşayan bir organizma olarak Türkçe

Yaşayan bir organizma olarak Türkçe

04 Kasım 2018

Dün, önceki gün ve daha önceki gün üste üste Türkçemizde yer alan yabancı sözcüklere yer vermiştim. Türkçemizin aziz bir dil olduğunu söyleyip Türkçemizin başta Farsça ve Arapça olmak üzere Rumcadan, Fransızcadan, İngilizceden ve diğer dillerden oldukça etkilendiğini yazmıştım. Dünkü yazımda da bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de benim bu durumu bir zenginlik olarak değerlendirdiğimi yazmıştım. Yanlış da anlaşılmamak için konuyu biraz daha açmak istiyorum. Çünkü konu hassas, hassas olduğu kadar da çetrefilli bir konudur. 

Düşünüyor musunuz, yüzyıllar süren bir yolculukla, yüzyıllar süren konaklamalarla Türkistan'dan, Çin'den başlayıp Orta Avrupa'ya kadar geliyorsunuz. Bu yolculuk esnasında Moğol, Acem, Arap, Kürt, Rum, Laz, Çerkez, Çeçen, Gürcü, Ermeni, Abaza, Tatar, Arnavut, Boşnak, Rumen, Macar, Alman onlarca millet ile yüzyıllar sürecek bir ilişkiye giriyorsunuz... Şaman dininden gelip bu yolculuk esnasında Müslüman oluyorsunuz, Yahudi ile Hristiyan ile yüzyıllar boyu süren temaslarınız oluyor. Son yüzyıllarınız hep Batı ile kah kavgayla kah dostluklarla geçiyor. Böylesi bir süreçte bu kültürlerle harman oluyorsunuz.

Bazıları bunu bir zafiyet olarak görse de ben işte bu şekilde oluşan farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görüyorum. Kültürümüzün ve dilimizin yaşadığı bu süreçi doğal ve güzel bir süreçtir diye değerlendiriyorum. Nazım Hikmet, ‘’Dörtnala gelip Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim’’ derken iki dizede işte bu süreci anlatıyordu. 

Aslında son zamanlardaki sıkıntılarımızın kaynağını da bu farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmeyen, gerek kültürel, gerek etnik ve gerekse de mezhep olarak tek tip insanı topluma dayatan zihniyetlerden, ideolojilerden, politikalardan kaynaklandığını değerlendiriyorum.

Neyse, esas konumuz bu değil... Esas konumuz ‘’dil’’ ve dilin de bu süreçten nasıl etkilendiği… Ve bu etkileşimin de hiç de basit olmadığı. Dilimiz bu süreçten öylesine etkilenmiş ki Türkçe bildiğimiz nice sözcüklerin bir nasıl yabancı kökenli olduğunu üç gündür örnekleriyle yazıyorum.

Konuyu ve meramımı daha iyi anlatabilmem için yine başka örnekler de vermem gerekiyor…

Örnek olarak ‘’Şampiyon Fenerbahçe’’ dediğimizde bir tane bile Türkçe kelime kullanmıyoruz… Çünkü ‘’Şampiyon’’; Fransızca, ‘’Fener’’; Rumca, ‘’Bahçe’’ ise Farsça kökenlidir… Şimdi yabancı sözcük diye örneğin ‘’Bahçe’’yi, ''Fener''i Türkçeden attınız mı Türk edebiyatı düşer, yok olur… Öyle değil mi?

Türkçe diye bildiğimiz ve sadece ‘’a’’ harfi ile başlayanlardan örnek verirsem; akasya, alçı, amblem, Anadolu, anahtar, anarşi, analiz, angarya, anonim, aritmetik, arşiv, asfalt, atlas, atlet, avlu kelimeleri Türkçede yer alan Rumca kökenli kelimelerdir… Arapçadan ve Farsçada, Fransızcadan, İtalyancadan geçenleri saymaya kalksam bu sayfa değil, bu sitem yetmez. Gelin isterseniz Rumca kökenli diye akasya, Anadolu, anahtar, atlas, atlet, avlu vb. kelimelerini Türkçeden atalım!... Ortada Türkçe mi kalır?

Gelin isterseniz şöyle basit bir cümle kuralım: ‘’Bakkaldan aldığım somun içine peynir koyup sandviç yaptım balkonda oturup hanımın getirdiği çay ve su beraberinde afiyetle yedim.’’ Bu cümle içerisinde sadece ‘’sandviç’’ yabancı sözcük gibi gözüküyor değil mi? Ancak kelimelerin kökeni incelendiğinde: Bakkal: Arapça, somun: Rumca, peynir: Farsça, Sandviç: İngilizce, balkon: Fransızca, hanım: Moğolca, çay: Çince, su: Çince, afiyet: Arapça, beraber: Farsça, yedim: Türkçe. Görüldüğü gibi bu basit cümlede sadece ‘’yedim’’ sözcüğü Türkçe… Şimdi bu sözcükleri yabancı kökenli diye atalım mı? Yani hanım ile balkonda oturup, çay içip, sandviç de yemeyelim mi?

Bir başka örnek; ‘’Birinci Dünya Harbindeki Çanakkale Muharebelerindeki Arıburnu Mücadelesi’’ dediğimizde üç boyuttan bahsediyoruz; Harp, muharebe ve mücadele… Ancak bir kısım pek aziz muhteremler Arapçadan arındırıp Türkçeleştireceğiz diye ‘’Harp’’in karşılığını ‘’savaş’’ yapıp bu cümleyi şöyle kuruyorlar: ‘’Birinci Dünya Savaşındaki Çanakkale Savaşlarındaki Arıburnu Savaşı’’. O zaman da bu üç boyut kayboluyor ve üç boyutu tek boyuta indirgiyoruz, boyut kaybediyoruz, anlam daraltıyoruz. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliğe Hitabesi’’ ilk hali ile okunduğunda verdiği anlamla Türkçeleştirilmiş hali ile okunduğunda verdiği anlam bir değildir. ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’’ ifadesindeki anlamı, ‘’Gereksinim duyduğun güç damarlarındaki soylu kanda bulunmaktadır’’ ifadesi vermemektedir.

Demek ki dilimize yerleşmiş ve artık Türkçeleşmiş yabancı sözcükler değiştirilmeye zorlanmamalıydı, onun yerine yeni özellikle teknik yabancı sözcüklerin (televizyon, telefon, faks, internet, otomobil vb.) yerine Türkçe sözcük konulmalıydı… 

Eski diye Türkçemizden sözcükleri atıp da yerine yenilerini koymazsak ne olur biliyor musunuz? Yine size örnekler vereyim:

19. yüzyılda hazırlanmış bir Osmanlıca - İngilizce sözlük (‘’Redhouse – Osmanlıca İngilizce Sözlük ve Gramer Kitabı’’; Osmanlıca – İngilizce sözlük niteliğinde Osmanlıcadan İngilizceye yapılan ilk ve kapsamlı lügattir.  1890’da 12 cild halinde yayımlanır. Sir James W. Redhouse’ın el yazması olan eserinin orijinal bu gün  British Museum’da dır.) 150.000 kelime içerirken, şimdi en babayiğit Türkçe - İngilizce sözlük en fazla 30.000 kelime içermektedir. Kaybettiğimiz 120.000 kelime ne idiler? Kaybettiklerimiz sadece kelimeler değildiler ki! Kaybettiklerimiz; sanatımızdı, edebiyatımızdı, felsefemizdi, tarihimizdi, kültürümüzdüler, ufkumuz, âfâkımız, düşünme kapasitemiz, muhakeme yeteneğimizdiler, nezaketimizdiler, letafetimizdiler, sevgi ifademizdiler! Bizi bırakıp da gittiler...

Türkçe o kadar yoksullaştırılmış ki; yabancı dilden Almanca, İngilizce, Fransızca veya Arapça bir sözlük alın, rastgele herhangi bir yabancı sözcük seçin ve Türkçe anlamına bakın. Bu yabancı sözcüğün Türkçe anlamı olarak muhakkak ki birden fazla, hatta sekiz on Türkçe sözcük bulacaksınızdır. Çünkü tam karşılığı bir Türkçe sözcük olmadığı için açıklama için birden fazla sözcük kullanılmaktadır. Dünyanın en zengin ve en güzel dilinin geldiği hale bakın.

Yapılan bir araştırmaya göre; ilköğretimini bitirdiğinde bir öğrenci ABD’inde 71.000, Almanya’da 60.000 civarında sözcük ile karşılaşmış oluyor. Bu miktar Suudi Arabistan’da ise 12.000 civarındadır. Bizde ise öğrenci ilköğretimini bitirdiğinde 6.000 civarında sözcükle karşılaşmış oluyor. Bu mukayese Türkçedeki sözcük hazinesinin ne kadar yoksullaştığını ve yoksunlaştığını gösteriyor. Bizim çocuğumuz ilköğretimini bitirdiğinde  6.000 sözcükle karşılaşırken el âlemin çocuğu bunun on misli ile karşılaşıyor... Böyle bir nesil ile neyin rekabetini yapacaksınız ki? 

Dil konusunda yetkin bir düşünür olan Avusturyalı Ludwig Josef Johann Wittgenstein (1889-1951) kişinin ve toplumun düşünce ufkunun dilin sınırları ile belirlediğini iddia ederek “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” derdi...

Tabii ki bu kadar dar, bu kadar az, bu kadar sığ kelimelerle ne sanat üretebilirsiniz ne edebiyat yapabilirsiniz ne de felsefi düşünebilirsiniz... Tabii ki bu kadar dar, bu kadar az, bu kadar sığ kelimelerle olsa olsa ''stratejik sığ'' bir politika izleyebilirsiniz, birbirinizle kavga edersiniz, mahalle kahvesindeki gibi politika yaparsınız, olmadı birbirinizi yersiniz... Zaten de yaptığımız farklı bir şey mi ki? Değil mi?

Konu uzun, anlatmak istediklerim de çok uzun... Burada yazımı bitireyim istiyorum. Dil konusundaki düşüncelerimi ''Dil Bayramı'mızı kutlarken!...'' diye daha önce yazmıştım. Bu makalemin de bağlantısını yazımın sonunda veriyorum... Bu konuya ilginiz ve zamanınız (!) da varsa ayrıca bu bağlantıdaki yazımı okumanızı öneririm. 

Özetle; Türkçemiz aziz bir dil… Her dilden etkilenmiştir. Ve ben bu etkilenmenin bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. Dün Farsçadan Türkçeye geçen sözcüklerden örnekler vermiştim ya. Bu şekilde sadece Farsçadan Türkçeye geçmiş üç bin civarında sözcük var. Sadeleştirme adı altında hangisini atacaksınız dilimizden? Eğer yabancı diye verdiğim örneklerdeki sözcükleri atarsak Türkçemizden ortada ne Türkçe kalır, ne Türk edebiyatı ne de Türk tarihi…

Bugünkü nesil ne ''mâverâ''yı bilir ne ''mâsivâ''yı, ne ''zillet''i bilir ne ''illet''i, ne ''mihnet''i bilir ne ''muhannet''i... Anlıyor musunuz? 

Bir şiirinde şöyle derdi Yahya Kemal Beyatlı:

"Çok insan anlayamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

Şiirde geçen ''musikimizden'' sözcüğünü ''kelimelerimizden'' olarak değiştirerek bir daha okuyun... Öyledir, anladığınız gibi düşünüyorum...

Sizlere güzel mi güzel, sıcak mı sıcak, prpıl pırıl bir Türkçe, pardon, Pazar günü diliyorum...

Osman AYDOĞAN

Dil konusundaki düşüncelerimi anlatan yazım: ''Dil Bayramı'mızı kutlarken!...'' Dedim ya eğer ilginiz ve zamanınız (!) varsa eğer:

http://www.sehriyar.info/?pnum=755

 


Yorumlar - Yorum Yaz