• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam448
Toplam Ziyaret2912479

Yürüyün!


Yürüyün!

28 Ekim 2018

Dünkü yazımı şöyle bitirmiştim: ‘’ ‘’Şimdi nerede ve hangi vakitte olursanız olun... Gece demeyin, gündüz demeyin, hava yağmurlu, soğuk, rüzgârlı demeyin, çıkın dışarıya, atın kendinizi kaldırımlara ve yürüyün!...’’

Ve yazımı da ‘’Yürüyün!’’ diye bitirince, aklıma yıllaaaaar yıllar önce tanıdığım, beni ben yapan en yakın dostum, sırdaşım, arkadaşım, sanki bana en yakın akrabam Şehriyâr geldi… Ve Şehriyâr’ın bir sohbetinde aldığım notlarım aklıma geldi…

Yine böyle bir zamandı Şehriyâr ile olan sohbetimiz… Her zaman olduğu gibi sohbet değildi aslında, Şehriyâr anlatır ben dinlerdim. Suskun birisiydim zaten. Bazen o anlatırken, bazen da onun anlatışından sonra not alırdım anlattıklarını… İyi ki o zaman (neredeyse kırk yıl önce) bu notlarımı almışım diye düşünüyorum. Şimdi o notlarımı tekrar tekrar okuyorum… İşte bu güz aylarında o zamanki notlarımı tekrar tekrar okudum. Tekrar tekrar anlamaya çalıştım...

Düzensiz olarak aldığım notları aşağıda olduğu gibi aktarıyorum. Kimi cümlelerde Şehriyâr’ın anlattıklarından anladıklarım var, kimi cümlelerde ise tamamen Şehriyâr’ın kendi sözleri.

Şehriyâr'ın anlattıklarının merkezinde hep insan ve doğa ilişkisi vardı. İnsanın doğa ile uyum içinde yaşamasını öğütlerdi Şehriyâr. İnsan doğayla bütünleştiği oranda doğru davranır derdi. Doğada varlıklar, süreçler ve biçimler kendiliğinden oluşur, doğada her şey kendiliğinden gelişir, insan doğanın yasasına göre yaşarsa yaşamı barış, denge ve çevreyle uyum içinde geçer, insanın başına doğanın düzenine uymadığı için felaketler, kötülükler gelir derdi.

''Doğa; ağaçlarıyla, dallarıyla, yapraklarıyla, otlarıyla, bitkileriye, taşı ile toprağı ile insanı gözetler. Doğa bu gözetlemesi yoluyla da insana verdiği frekansla insanla rezonansa girer ve bu şekilde de doğa insanın ruhunu doyurur'' derdi Şehriyâr. 

''Doğa ayrıca insana alçakgönüllüğü öğretir'' derdi Şehriyâr. ''Sadelik çok önemli bir özelliktir, sade insan; kurnaz değildir, yaptığı işin kârını düşünmez, bencil değildir, haris değildir, hırslarıyla dengesini yitirmemiştir, varlığı sevdiği için ona saygılıdır, bu davranışlar sükûnet getirir, yaşamı aydınlatır, tarafsız yapar, birbirlerine böyle davranan insanlar kavga etmezler, iyi yardımsever ve aydınlık olurlar'' derdi Şehriyâr.

Ben hep ama hep sorardım Şehriyâr’a… Yine sordum; ‘’doğa ve sadelik diyorsunuz ama bu nasıl olacak?’’ demiştim…

O simsiyah ve derin gözleriyle gülümsemişti bana… Zaten Şehriyâr güldüğünde sadece ve sadece gözleri gülerdi…

Her cevabında olduğu gibi usul usul ve sakince cevap vermişti bana: ‘’Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirdiğinde hem doğa ile uyumlu hale gelirsin hem sadeliğe kavuşursun hem de huzur ve şifa bulursun!’’

Bu cevap da bana bulmaca gibi gelmişti; ‘’Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirmek’’… Aval aval baktığımdan anlamadığımı anlamış olacak ki bir generalmiş de tek bir kelime ile emir veriyormuş gibi kısa ve öz konuşmuştu cevap olarak: ‘’Yürüyeceksin!’’

Ben yine anlamamıştım... Bakışlarımdan yine de anlamadığımı anlamıştı Şehriyâr:

‘’Bak, bana bak’’ dedi bana... ‘’Yıllardır beraberiz... Hiç mi gözlemlemiyorsun beni? Ben yılardır ne yapıyorum?’’ diye sordu bana Şehriyâr…  İşte bu soru üzerine fark etmiştim; Şehriyâr hep ama hep yürüyordu… Çoklukla da ben de refakat etmiştim kendisine… Tempolu, koşmaya yakın ve hızlı yürürdü Şehriyâr… Tam olarak Şehriyâr’ın bir parçasıydı yürüyüş… Rüzgâr tabanlı adamdı o. Zaman zaman da kendi de ‘’sadece bir yayayım ben, başka bir şey değil’’ derdi hep… Tanıdığım, beraber olduğum süre boyunca hep yürümüştü Şehriyâr… O muazzam mesafeleri çok hızlı, hem de hiç yorgunluk hissetmeden yürürdü Şehriyâr…

Sabahları da hep erken, gün doğmadan kalkardı Şehriyâr… Hep güneşin doğuşunu bir tepe üzerinde seyrederdi.  Bunun nedenini sorduğumda da; ‘’Sağlık, kendini sabahlara duyulan sevgide belli eder’’ derdi...

Tane tane bana; ‘’Yürüyen kişi toprağın evladıdır. Yürüyen kişi kraldır, dünya da onun krallığıdır. Yürümek insanın ruhunu dinlendirir… Yürümek durmadan faniliğimizi hatırlatır bize. Yürümek; kiri pası ovulmuş, safrası atılmış, sosyal becerilerden kurtulmuş, kofluklardan ve maskelerden sıyrılmış bir hayat yaşamaktır. Ayrıca yürüyüşte bir onur vardır: Dik dururuz. Yürümek kusursuz bir sadeliktir. Yürümek öfkeyi söküp alır, insanı arındırır.’’ demişti…

Ve anlatmıştı bana yürüyüşü Şehriyâr:

‘’Yürümek spor değildir. Yürümek için iki bacağınızın olması yeterlidir. Gerisi fasa fisodur.  Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. Yürümek öncelikle erteleme özgürlüğü sunar. Şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile endişelerin ağırlığını hafifletmeyi, işleri bir süreliğine unutmayı sağlar. Yürürken dikkat edeceğimiz tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürüyüşçüyü çağıran ve evinde hissettiren de budur: Manzaralar, ovalar, tepeler, renkler, bitkiler, ağaçlar... Tepelerin arasında kıvrılan patikanın büyüsü, sonbaharda lâl ve altın rengi örtülere bürünmüş üzüm bağlarının güzelliği, meşe yapraklarının bulutsuz yaz göğünün altındaki gümüşi pırıltısı… Görkemli manzaralar, onu yürüyerek fetheden kişiyi hem yere serer hem de muzafferane bir kuvvetle doldurur. Bir yandan zafer çığlığı atmak, bir yandan yere kapanıp ağlamak ister yürüyen kişi. Bakışlarıyla hükmettiği dağın görüntüsü onu ezip geçer. Maddi olan şey aldatıcıdır, değişken ve görecelidir, beden bir kılıftır, hakikatse ruhta, fikirde ve zihinde gizlidir. Doğadan, güneşten, rüzgârdan, topraktan ve gökyüzünden daha hakiki bir şey yoktur; onların hakikati de sonsuz enerjilerinde saklıdır.’’

Bu noktada durup derin derin uzaklara bakmıştı Şehriyâr… Sonra da sanki yanında ben yokmuşum gibi kendi kendisine mırıldanmıştı; ‘’Aşktan, paradan, şöhretten ziyade hakikati verin bana… Hakiki yaşamı verin bana… Ve hakikate sağlam bir kayaya tutunur gibi sıkıca tutunmak gerekir.’’

Şehriyâr anlatırken o zaman Celâlâbâd’da çığlık çığlığa, bağıra bağıra bir sonbahar daha geçiyordu. O beyaz bulutlar çekip çekip evlerine gidiyor, yerine, Hindikuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar geliyordu... Yavaş yavaş pastel bir renk alıyordu uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler. Sarı, kahverengi, kırmızı ve soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakıyordu ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına. Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuş, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa Şehriyâr bana anlatırken.

Yine sakin sakin ‘’yürüyüş’’ü anlatmaya devam etmişti Şehriyâr:

‘’Yürümek her zaman bir başına öylesine dolanmak, amaçsızca takılmak anlamına gelmez… Ciddi ciddi yürümekle şöyle bir gezintiye çıkmak arasındaki fark vardır. Kalabalıkta yürümek de değildir benim kastettiğim. Benim kastettiğim yürüyüş sizlerin kalabalık caddelerde, şehirlerde yürüyüşünüz de değildir. Kalabalıkta herkes iki şekilde sıkışmıştır: Hem hızlı olması gerekir hem de sürekli engellenir. Aceleyle gidip gelen kişinin bedeni hızlandıkça, zihnin verimi azalır. Kalabalık içinde olmak, tüketiliyor olma intibaı uyandırır: Bedeni kısıtlayan hareketler, bedeni sarsan ani krizler. Sokaklar, bulvarlar tarafından tüketilir insan. Tabelalar ve vitrinler yalnızca meta değiş tokuşunu ve dolaşımını güçlendirmek için vardır.’’

Yine susmuştu Şehriyâr… Sanki anlattığı her bir konu için benim not almama imkân tanımak için ara verirdi konuşmasına… Bu sırada da muhtemel ki ben not alırken o da anlatacaklarını düşünürdü…

Yine devam etmişti Şehriyâr:

‘’Yürüyüşte doğaya dalıp gitmek insanın dikkatini dağıtır. Her şey ve her şeyin seninle konuştuğunu, seni selamladığını, senden ilgi istediğini görürsün… Ağaçlar, çiçekler, yollar, rüzgârın iniltisi, dağların gümbürtüsü, böceklerin vızıltısı, derelerin çağıltısı, adımlarının sesi... Hepsi seni gözetleyen ve varlığına yanıt veren mırıltılardır. Yağmur da öyle. İnce, yumuşak bir yağmur; rengini, ahengini, seslerini dinlediğin şaşmaz bir refakatçidirler sana… Tefekkürün mutlak kavrayışıyla burada sana sunulan onca şeye şahitlik ederken yalnız kalmak mümkün değildi aslında. Bir gayretle bir tepeye tırmandıktan sonra oturup manzarayı seyre daldığında yaşadığın sarhoşluk, o araziler, o ovalar, o ağaçlar, o kayalar, o dağlar, ormanlar, patikalar; hepsi senindir, senin içindir. Dağlara, tepelere tırmanarak onların efendisi kılan kendine, geriye bu hâkimiyetin tadını çıkarmak kalır sadece. Dünyaya sahip olunca kim yalnız hissedebilirdi ki kendini, değil mi? Görmek, egemen olmak, bakmak sahip olmak demektir. Hem de mülkiyetin külfetleri olmadan… Burada gördüğün, görebildiğin her şey sana aittir. Ne kadar uzağı görüyorsan, o kadar çoğuna sahipsin. Yalnız değilsin buralarda: Dünya burada sana aittir; dünya burada senin için ve seninle vardır…’’

Yürümenin başka anlamları ve işlevleri de vardı Şehriyâr için. Düşünmek için bağımsız bir bakış açısına, belli bir mesafede bulunmaya ve temiz hava almaya ihtiyaç olduğunu düşünürdü. ‘’Daha incelikli düşünmek serbestlik ister’’ derdi. Yürürken düşünmek, düşünürken yürümek; sonra da yazmayı kısa kısa bir mola anına indirgemek onun yaşam biçimiydi… ‘’Sadece elimizle yazarız evet, ama sadece ayağımızla daha iyi yazarız’’ derdi…

‘’Yazma’’ konusuna gelince de göz göze gelmiştik Şehriyâr ile… Çünkü ‘’yazma’’ konusu benim en zayıf olduğum alandı… Gözlerimi yere indirdim… Çünkü bu konuda vukuatlı idim... Tekrar eski derslere gittim… Şehriyâr’dan aldığım ilk dersler ‘’yazma’’ üzerine idi…

Bu derslerde, ‘’İnsan etten ve kemikten yapılmıştır derler ama bana göre insan sadece kelimelerden yapılmıştır’’ derdi bana. Şehriyâr, bana yaşamayı hak eden kelimelerin yalnızca sessizlikten daha iyi kelimeler olduğunu öğretmişti. ‘’Şu arkasında silgisi olan eski kalemlerle yazar gibi yazmak lazım, çünkü ucundan çok arkasıyla yazılır kalemin, yani ekleyerek değil; silerek’’ derdi bana. Ve devam ederdi; ‘’aynı metni bir, iki, üç, beş, yirmi farklı şekilde yaz, her seferinde daha kısa, daha yoğun, düzeltilmiş ve küçültülmüş son halini çıkar ortaya.’’ Zaten konuşurken bile sessizlikten daha değerli olduğuna inanmadığı bir sözü asla söylemezdi. Hayatın öznesi olduğumuzu hatırlatırdı bana.

Ama heyhat! Ben yazıyı kısa tutmayı bir türlü öğrenemedim gitti... Görüyorsunuz ya halimi! Ben bir durumu, bir duyguyu ya da bir düşünceyi önce gözlerimi kapatıp göremiyorsam eğer onu aktarma yeteneğinden de yoksun kalıyorum hep. Bu görüntüyü aktarma gücüne sahip, görüntünün görkemine yaraşır sözcükleri bulmak da bana her zaman pahalıya patlıyor. Ya bunun için çok zaman harcıyorum ya da uzun çok uzun yazıyorum. Bu konuda çoook azarlar işitmiş, çooook fırçalar yemiştim Şehriyâr’dan. ‘’Uzun yazıyorsun, kısalt’’’ derdi bana hep… O vakitler Türkiye’deki çok sevdiğim bir arkadaşıma buradan hep mektuplar yazardım ‘’Türkiye Mektupları’’ diye… Sonra da numaralandırırdım bu mektupları. Kimi 20 sayfa olurdu kimisi de 30 sayfa... Birisinde de tam 40 sayfa bir mektup yazmıştım… Beğeneceği umuduyla Şehriyâr’a da göstermiştim… Dikkatlice okuduktan sonra da beğenmediğini belli edecek şekilde yüzünü buruşturarak ‘’topu topu iki - üç sayfalık bir düşünceyi kırk sayfaya dağıtmışsın, berbat olmuş’’ demişti… Çoook sonraları Türkiye’ye döndüğümde bu arkadaşımın bu mektuplarımı biriktirerek birkaç klasörde muhafaza ettiğini görmüştüm.

Bir vakitler bir camı didikleyen bir tavuk görmüştüm… Sonra fark ettim ki tavuk kendi görüntüsünü öpüyordu. Yazmanın da böyle bir şey olduğunu fark ettim zamanla. İnsan bir iletişim ve diğerleriyle buluşma ihtiyacından dolayı yazıyordu, kendisine acı vereni açıklamak ve mutluluk vereni paylaşmak için yazıyordu, insan kendi yalnızlığına ve başkalarının yalnızlığına karşı yazıyordu… Kendi görüntüsünü didikleyen tavuk gibiydi aslında yazan insan…

Benim bu kısa dalgınlığım ve kendisinin de kısa bir duraklamasından sonra da ağır ağır şöyle konuşmuştu Şehriyâr: ‘’Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli. Önyargıların hepsi bağırsaklardan gelir. Kutsal Tin’e karşı işlenen en büyük günah yerinden kıpırdamamaktır.’’

Edebi ve felsefi eserler hakkında da şunları söylemişti: ‘’Duvarların arasına hapsolmuş, sandalyelerine çakılıp kalmış yazarların kitapları hazmedilmeyecek kadar ağırdır. Onlar masada duran kitapların derlemelerinden doğarlar. Bu kitaplar semiz kazlara benzer: Alıntılarla beslenmiş, referanslarla doldurulmuş, dipnotlarla oldukları yere çökmüşlerdir. Gülle gibidirler, obezdirler, sıkıcıdırlar ve güçlükle, yavaş yavaş okunurlar. Oysa eserini yürürken yaratan yazarın böyle prangaları yoktur; düşüncesi başka ciltlerin kölesi değildir, doğrulamalarla ve başkalarının düşünceleriyle hantallaşmamıştır. Kütüphanelerde doğan kitaplarsa ağır ve sığdır, birer kopya seviyesinde kalırlar ancak.’’

Sonra da kendisinden örnek vermişti: ‘’Kıpırdamadan oturduğumda düşüncelerim uykuya yatıyor; tahayyülüm bacaklarımla daha iyi ilerliyor.’’

Gerçekten öyleydi; sanki Şehriyâr bacaklarını felsefenin hizmetine sunan bir kişiydi... İlk tanıştığımızda çalışma odasını sormuştum. O zaman önümüzde uzanan uçsuz bucaksız vadiyi göstererek; ‘’işte çalışma odam!’’ demişti. Ve eklemişti: ‘’Yaşamak için ayağa kalkmışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.’’

Şehriyâr anlatırken bazen dalıp giderdim… Her zaman dikkatimi toplayamazdım anlattıklarına... Bu zamanlarda da ya konuyu değiştirir ya da sesini yükseltirdi…

Yine öyle olmuştu… Konu değişmişti… Ben elde kalemim ne yazacağımı düşünürken o anlatmaya başlamıştı:

‘’Tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır. Yalnızlıklar nasıl muhtelifse, sessizlikler de muhteliftir. Aslında bizi yalnızlığa sürükleyen de çoğunlukla başkasıyla karşılaşmaktır. Sohbet kendinden ve farklıklarından bahsetmeye götürür kişiyi. Ve bu başkası da bizi, tarihimiz ve kimliğimiz içindeki, bencil ve yalanlar söyleyen özümüze taşır yavaş yavaş... Sanki hep öyleymişiz gibi...  Sessizlik, çoğunlukla, karşılaştığım insanlardan daha fazla şey öğretiyordu bana...’’

Benim düşünceli halim Şehriyâr’ı etkilemişti ki hemen tekrar konuya dönmüştü;

‘’Başlangıçtaki sorun üzerine ben sana ne demiştim?’’ dedi… Ne demişti ki? Notlarımı karıştırırken; ‘’sen arama yazdıklarını, bulamazsın şimdi, söyleyeyim sana ne dediğimi’’ diyerek cevap vermişti; '’Sana demiştim ki ‘Evrenin titreşimi ile bedenin titreşimini uyumlu hale getirdiğinde hem doğa ile uyumlu hale gelirsin hem sadeliğe kavuşursun hem de huzur ve şifa bulursun!’ ’’

Ve konuyu sonlandırmak istercesine bir ses tonuyla anlatmıştı:

‘’Bedeni hareketlendirerek zihni yeniden etkinleştirmek için yürüyün. Yürümenin; doğayla birlik kurmayı, bedeni tatmin etmeyi, manzara karşısında tefekküre dalmayı sağlayan şiirsel bir eylem olduğunu idrak edersiniz. Buradaki işleyiş bir tetiklenmedir, etkinleştirmek için yürümek. Bunun ötesinde yürüyüş, düzenliliğiyle öyle bir salınım sağlar ki adeta şiir yazarsınız; ritme girer, vezninizi bulursunuz, evrenin titreşimini yakalarsınız. Burada mevzubahis olan; dünyayı yürüyerek parçalamak değil, dünyanın mevcudiyetini hissedilir kılmak ve onunla aynı ritmi tutturmaktır.'' 

Anlatacakları bitmişti Şehriyâr’ın… Bu, onun uzaklara dalgın dalgın bakışından belliydi… Bir süre öylesine kalmıştı… Ayağa kalkarken o simsiyah ve derin mi derin gözlerini gözlerime dikerek şöyle anlatmıştı bana:

''Ancaaakk, dünyanın mevcudiyetini hissedilir kılmak sadece yürümekle mümkün değildir... Yürümek tek başına bir hiçtir... Algıda da seçicilik lazım; bir kedinin hırıltısını, bir kadının mırıltısını, böceklerin vızıltısını, yapraklarının hışırtısını, suların şırıltısını, gece gökyüzünün ışıltısını, yağmurun tıpırtısını, rüzgârın uğultusunu, dağların, ormanların gümbürtüsünü, bir müziğin ahengini ve güneşin doğuşunu ve batışını görmek, duymak ve hissetmek insanın ruhi açlığını doyurur ve insanın evrenin titreşimi ile rezonansa girmesini sağlar... İşte anlattığım yürümek ise bunların tamamlayıcısı ve pekiştiricisidir. Bir kere keşfettin ve yakaladın mı evrenin titreşimini ve onunla girdin mi rezonansa kolayca huzur ve şifa bulursun artık. Bundan sonraki zorluk bu titreşimi ve rezonansı kaybetmek olacaktır. Ruhunu doyurmayan insanın huzur ve şifa bulma imkân ve ihtimali yoktur....''

Notlarım burada sona ermişti...

Ancak Şehriyâr'ın son cümlesi takılmış bir plak gibi beynimde, zihnimde, aklımda günlerce, aylarca, yıllarca dönüüüüp durmuştu işte: ''Ruhunu doyurmayan insanın huzur ve şifa bulma imkân ve ihtimali yoktur....''

Şimdi başa dönüyorum ve ilk cümlemi tekrar ediyorum: ‘’Şimdi nerede ve hangi vakitte olursanız olun... Gece demeyin, gündüz demeyin, hava yağmurlu, soğuk, rüzgârlı demeyin, çıkın dışarıya, atın kendinizi kaldırımlara ve yürüyün!...’’

Sizler de sükûn, huzur ve şifa bulmak istiyorsanız eğer sonbaharın bu son en güzel günlerinde, hem de pazar gününde oturmayın evinizde, kırlara, bayırlara, parklara, bahçelere, sokaklara atın kendinizi ve oralarda sararan, solan, dökülen, lâl olan yapraklar içinde yürüyün!

Yürüyün, yürüyün, yürüyün!!!.. Yürüyebiliyorken yürüyün!... Yağmurdu, rüzgârdı, soğuktu demeden, bahaneler bulmadan yürüyün. Zaten bir Alman atasözü şöyle söylüyor: ‘’Es gibt kein schlechtes Wetter, es gibt nur ungeeignete Kleidung!’’ (Kötü hava yoktur, sadece uygun olmayan giysi vardır) Zaten bir süre sonra yürüyemez hale geleceksiniz!

Sizlere sağlıklı, mutlu, sıhhatli ve bol yürüyüşlü güzel bir Pazar günü dilerim.

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz