• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam448
Toplam Ziyaret2912479

ABD ile Kriz -IV

ABD ile Kriz -IV

14 Ağustos 2018

Güvenlik politikaları ile ilgili olarak 20’inci yüzyılın son yarısından bu yana yaşanan gelişmeler bu alandaki son 500 yıllık gelişmelerden daha fazla olarak jeopolitik düşünceyi ve uluslararası ilişkileri etkilemiştir. Westfalya Barışı’ndan (1648) beri diplomasi kendisini devletler arası ilişkilerin düzenlemesine ve kendi ülkesinin gücünün genişlemesine konsantre olmuştur. Bu anlamda “diplomasi”, “askerî güç” ve “coğrafya” bir bütünlük teşkil etmiş, müzakereleri temel alan diplomasinin sınırları “imkânların sanatı”na kadar uzanmış, “savaş” da “diplomasinin başka araçlarla devamı” olarak öngörülmüştür.

Klasik jeopolitik düşüncede jeopolitiğin ana faktörleri olan “coğrafya”, “mekân”, “ulus devlet” ve ”politika” ilişkisinde çatışma araçları da bu faktörler tarafından belirlenmiş, şekillenmiş ve “savaş” da politikanın başka araçlarla devamı olan bir “çatışma şekli” olarak görülmüştür.

Modern jeopolitik konseptte ise “savaş”, klasik jeopolitik konseptte olduğu gibi sadece “politikanın başka araçlarla devamı” olarak görülmemiş, araç olarak savaş yerine “ekonomi”, “kültür” ve “postmodern genel kurallar” yerleştirilmiş ve “küreselleşme” de bu araçların yasal zeminini, ‘’terörizm’’ ise görünmeyen yüzünü oluşturmuşlardır. Bu şekilde artık kriz ve çatışmaların önlenmesinde Clausewitz’in ifadesindeki “politikanın başka araçlarla devamı” şeklindeki bir zafer de artık söz konusu değildir. 21’inci yüzyıldaki çatışmalar; askerî harekâtla rakibin silahlı gücünü imha etmek yerine, bilakis istikrarsızlık, bölünme ve göç yoluyla hedef toplumu rahatsız etme amacını güden ve küçük guruplar tarafından icra edilen harekâtla karşımıza çıkmaktadırlar.  Böyle bir çatışmada hedef de rakibin silahlı kuvvetlerinin imhası olmayıp bilakis rakibin politik davranışının değiştirilmesi olmaktadır.

Günümüzde bariz bir şekilde stratejik önemli bölgelerde yeni pazarlar, ikmal yolları ve ham madde kaynaklarına giriş amacıyla büyük ekonomik bloklar, politik ağırlık merkezleri ve dünya çapında hareket eden devletsel ve devletsel olmayan aktörler arasında, içinde hem en modern silah teknolojilerinin ve askerî araçların hem de asimetrik unsurların kullanıldığı ekonomik kaynaklı rekabet ve çatışmalar yaşanmaktadır.   

Böylesi bir çatışmada bir devletin coğrafi alanına klasik anlamda bir taarruz artık günümüzde söz konusu değildir. Böyle bir bölgesel taarruz yerine devletin sistemine, toplumuna, kuruluşlarının işleyişine ve vatandaşlarının hakkına, hukukuna ve refahına yönelik bir taarruz söz konusu olmaktadır.  Böyle bir çatışmada “savaşanlar” ile  “savaşmayanlar” arasında fark kalmamakta, klasik anlamda “cephe” de bulunmamaktadır.

Son yıllarda yeni terörizmin niteliği de artmış, kullandığı güç ve şiddeti, planlama, organizasyon ve lojistik desteği normal bir harbi aratmamış ve terörizm ile mücadele bir “savaş” olarak tanımlanır hale gelmiştir. Yeni rolünde terörizm kendisine asıl amaç olarak da rakibini psikolojik olarak zayıflatmayı seçmiştir. Bundan dolayı çatışmaların ana hedefi ülke silahlı kuvvetleri değil, hedef toplumun ekonomik, kültürel, moral ve ahlaki değerleri olmaktadır.

Böylece yeni yüzyılın değişen güvenlik boyutu altında yer alan bir çatışma aracı olan ‘’terörizm’’in önemi ve ağırlığı artan bir role soyunmuş ve ‘’terörizm’’ uluslararası güç mücadelesinde ve özellikle vekâlet savaşlarında fütursuzca kullanılır hale gelmiştir.  Günümüzde artık “savaş”, politikanın başka araçlarla devamı değildir. “Terörizm” kriminal bir olay olmaktan çıkmış, “terörizm” askerî bir karakter kazanarak politikanın başka araçlarla devamı hâline gelmiştir.   

Böylesi bir savaş yönetiminin amacı hedef toplumda ikilik yaratmak, inanış ve moral değerlerine zarar vermek, toplumu bir arada tutan sosyal elemanların yüksek değerlerini yok etmeye çalışarak rakibin direnme arzusunu kırmaktır. Bu strateji rakibe hiçbir başarı ümidi bırakmayacak şekilde arta kalan moral değerleri ve hukuk inançları ne varsa hepsini yok etmeyi hedef almıştır. 

Bu gelişmeler olurken 21’inci yüzyılda yoğun bilgi akışı altında yaratıcı yeteneği kaybolan kültürel çoğulculuk çatışmasında tek tek bireyler, özellikle aydınlar, entelektüel bir boyut oluşturamamışlar ve bundan da bir kimlik krizi ortaya çıkmıştır.

Küreselleşmenin baskısı altında hızlanan toplumsal süreç, geleneksel toplumsal yapıya aşırı bir yük getirmiş, politikanın çözüm bulamadığı klasik nasyonal devletlerde bu durumdan popülistler istifade etmişlerdir. Kültürel ve ekonomik küreselleşme ne kadar fazla ise klasik devletteki popülistlerin yükselişi ve parçalanma da o kadar fazla olmuştur. Bu durumdan en çok ekonomik ve kültürel zafiyeti olan ve siyasi istikrarı olmayan toplumlar daha fazla etkilenmişlerdir. 

Küreselleşme yoluyla devletsel ve bölgesel yapıların parçalanmasına yol açan böylesi çatışmalardan Ortadoğu ve Afrika’daki klasik ham madde sunucusu olan ülkeler ilk olarak etkilenmişlerdir. Dünya pazarlarına ve kaynaklarına engellenmeden giriş, üçüncü dünyanın fakir ve ekonomik olarak henüz gelişmemiş devletlerinde, devletin içyapısını felaket derecesinde etkileyen istikrarsızlıktan devlet sisteminin parçalanmasına, kültürel ve millî kimliğin yok olmasına varan yeni çatışmalara yol açmıştır.

Küreselleşmenin kazananları olarak endüstri devletleri sayılırken, düşen hammadde fiyatları ve iç ekonomik varlık olarak parçalanma süreci yoluyla üçüncü dünya devletleri kaybetmişlerdir. Küreselleşme yoluyla gelişmiş ülkeler ve uluslararası firma ve finans grupları sürekli zengin olurken ve dünyanın geri kalanlarına kendi şartlarını dikte ettirirken, kaybeden ülkeler ve gruplar bu meydan okuma ile karşı karşıya kalmışlardır.

Küreselleşmenin galibi ülkelere yapılan varlık satışları, kaynak aktarımları, ülke içinde üretimden uzaklaşma, üretim ve yönetim yeteneğinin kaybedilmesi, eğitimin yetersizliği, tüketime alışma, beyin göçü gibi nedenlerle bu kaybeden ülkeler bu meydan okumada savunmasız kalmışlardır. 

Bunun dışında küreselleşmenin kaybeden ülkeleri bir kurtuluş çaresi olarak kendi kimliklerini, kültür ve sosyal adaletlerini korumayı ve savunmayı ‘’akılcı bir şekilde birleşip yönetme’’ yerine bölgeselleşmede, hizipleşmede, mezhepleşmede, etnisitede, ayrılıkçılıkta ve birbirlerini ötekileştirmede görmüşlerdir. Küreselleşme arttıkça etnik, mezhepçi, ayrılıkçı, ötekileştirici ve radikal akımlar gelişmişlerdir.  

Bir devletin gelecekteki kaderini bizzat kendisinin tayin edememesinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan böylesi kanlı kapsamlı çatışmalar net bir şekilde beliren şu dört faktör tarafından tayin edilmiştir: Yeteneksiz hükümetler; devleti, milleti ve toplumu bir arada tutan ortak değerlerin güç kaybı; ekonomik yetersizlik ve postmodern çağda genel rekabete katılımda ait olunan kültür alanının yetersizliği.

Bu gelişmeler nedeniyledir ki bugün için Afganistan’dan, Irak’a, Suriye’ye, Libya’ya kadar bölgede siyasi iktidarlar parçalanarak devlet kapasitesi çökertilmiş, paylaşılan ortak ulusal değer, ortak inanç ve ortak hikâyeler kaybolmuştur. Bu şekilde bölgede bir siyasal boşluk oluşmuş ve bu boşlukta  etnik ayrılıkçı guruplar aşiretlerden de güç alarak bir kabile devletini, El Kaide, El Nusra, İŞİD gibi radikal dinci terör çeteleri ise ayrı bir din devletini inşa etmeye çalışmışlardır.

Ülkede son günlerde ABD ile yaşanan rahip ve Dolar krizi anlık ve nesnel bir kriz değildir. Bu kriz yukarıda anlattığım tarihsel süreç içinde son kırk yıldır dünyada, bölgede ve ülkede yaşanan gelişmelerin bir sonucudur.

Olan olmuştur. Ancak bundan sonra yazımda bahsi geçen ülkelerin (Afganistan, Irak, Libya ve Suriye) akıbetine uğramamak için (ki hiç de abartılı bir öngörü değildir); ülke içinde sosyal ve siyasi istikrar, toplumsal uzlaşma ile ekonomik temelin sağlamlığı, ülkede psikolojik, kültürel, hukuk, etik, adalet, üretim ve demokratik değerlerin yaşatılması ve ortak değerlerinin öne çıkarılması, birleştirici ve kucaklayıcı söylemler ve bu yöndeki uygulamalar, tepkisel değil de akılcı politikalar ile komşular ve büyük devletlerle olan iyi ilişkiler hayati önem kazanmaktadır.

Zaman; tepkiyle, kinle, nefretle, intikam duygularıyla hareket etme zamanı değildir. Zaman aklıselimle düşünme ve hareket etme zamanıdır. Çünkü bu kriz bir rahibin ve Doların yükselmesinden çok daha öte derin anlamı ve stratejik kırılmalara ve kaymalara yol açabilecek niteliği olan bir krizdir.

Ülkesi için kaygı duyanlara ve bu ülke yönetiminden sorumlu olanlara duyurulur…

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz