• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam38
Toplam Ziyaret3102547

Benim Gönlüm Dağa Düştü

Benim Gönlüm Dağa Düştü

Yine Şehriyar’ı anımsadım….
Şehriyar’la beraber dağlar neler öğretmişti bana neler;
Kendimi dünyadan ayrı değil, dünya ile bağlantılı olduğumu, onun, hatta o muazzam evrenin bir parçası olduğumu öğretti bana...
Evrendeki her şeyin organik bir bütün olduğunu öğretti bana…
Bu düşünce bana büyük bir haz verir; bu muazzam evrenin bir parçası olduğum duygusu...
Bu duyguyu en iyi Jostein Gaarden'in ''Sophi'nin Dünyası'' isimli kitabı çok güzel anlatırdı; Bizler yıldız tozuyuz diye... 
Problemlerimi dışarıdan bir başkasının veya bir başka şeyin yol açmadığını, kendi eylemlerimin kendi problemlerimi nasıl yarattığını öğretti bana...
Yaklaşmadığım her şeyin benden bir nasıl uzaklaştığını öğretti bana…
Nerede ve kiminle olduğumun önemli olmadığını, ''nasıl'' olduğumun, kendimi ''nasıl hissettiğimin'' önemli olduğunu öğretti bana. 
Bu dünyada iyi olmanın herkesin iyiliğini istemekle mümkün olduğunu öğretti bana…
Sevmenin ve tutkuyla bağlanmanın, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdem ve sevecenliğin Tanrı’nın insandaki gölgesi olduğunu öğretti bana…
Hayatta haklı olmanın değil, haklı kalabilmenin önemli olduğunu öğretti bana…
Yanlışa yanlışla cevap vermenin daha büyük yanlış olduğunu öğretti bana…
Yaşamımızdaki en zarif güzelliklerin görülmeyen ve duyulmayanlar olduğunu, fırtınaların çiçekleri mahvedebildiğini, fakat tohumlara zarar vermediğini öğretti bana…
Hele bu kaza, hayata nasıl bir inatla ve azimle tutunmam gerektiğini öğretti bana... 

Stoacı Epiktetos’i daha önce hatırlamıştım, fikirlerini tekrar tekrar Socrates’e atfederek amacımızın kendi hayatlarımızın efendisi olmak olduğunu savunan Epiktetos’un yirmi asır önceki şu sözünü burada dağlar zihnime kazıdı adeta:
"Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir." 

Fethiye yöresindeki antik Likya kenti Ksantos’ta bulunan bir tapınaktaki yazıtın son cümlesinde ‘’Bu dünyadaki bırakacağın en büyük miras, dürüstlüktür’’ ibaresinde yazıldığı gibi bu dünyada bırakabileceğim en büyük mirasın dürüstlük olduğunu öğretti bana dağlar…
Şehriyar hep söylerdi zaten; ‘’Dürüstlük sadakatten daha yüksek bir değerdir.’’ 

Şehriyar ve dağlar, daha neler öğretti bana neler…

Aslında yaşadığım her zorluğun ve kendime düşman bildiğin her şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğretti bana…
Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini öğretti bana…
Immanuel Kant ‘’Ethica’’ isimli eserinde ‘’mutluluğun yetinmekten mi yoksa kazanmaktan mı ileri geldiğini hâlâ tartışanlar vardır’’ diye yazmaktadır. 
Kant’a göre ‘’parası olmayan, ama bu parayla elde edebileceği şeylere de ihtiyaç duymayan bir kimse, çok parası olan, ama çok şeye ihtiyaç duyan bir kişiden görünüşe göre daha mutludur.’’
Burada Şehriyar ve bu dağlar, kazanmayı değil, yetinmeyi öğretti bana…
Kant yine aynı eserinde ‘’dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha kutsal değildir’’ der.
Dünyada hiçbir şeyin başkalarının hakkından daha kutsal olmadığını Kant’tan okumuştum ama, bunu burada Şehriyar ve dağlar öğretti bana…
Sokrates’in söylediği gibi ‘haksızlık yapmanın haksızlığa uğramaktan daha acı olduğunu’ öğretti bana…
Bir insanın yüreğindeki merhametin, ibadethanenin bir köşesinde gizlenmiş bir erdemden daha hayırlı olduğunu öğretti bana…
Düşmüşün, caninin ve yoksulun kulağına söylenen rahatlatıcı bir sözün ibadethanede verilen vaazdan daha değerli olduğunu öğretti bana…
Halil Cibran’ın ‘Kum ve Köpük’ kitabındaki gibi; ‘Ey Tanrı, tavşanı benim avım yapmadan önce beni aslanın avı yap’ duasının ne anlama geldiğini öğretti bana…
Buda, ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemezdi…
Böyle bir soruyla karşılaşıldığında ya susar, ya da şöyle derdi:
‘Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu posunu, oku atmaktaki amacını falan mı araştırmaya kalkardınız?’
Buda’nın bu yanıtı gibi, insana asıl zarar verenin, zehirli yılanın sokması olmadığını, zehri kalbe taşıyanın o yılanın peşine düşmek olduğunu öğretti bana dağlar…
Istırabın, o şeyin kendisinde değil, bizim onun hakkındaki değerlendirmemize bağlı olduğunu öğretti bana….
Pisagor’un söylediği gibi ‘en eski ve en kısa kelimeler olan ‘evet’ ve ‘hayır’ konuşurken en çok düşünülerek kullanılması gereken kelimeler olduğunu’ öğretti bana…

Margaret Mitchell’in 1937 yılı Pulitzer ödüllü ‘’Rüzgâr Gibi geçti’’ (Gone with the Wind) romanındaki Scarlett O’Hara adlı kızın Amerikan İç Savaşı yıllarında savaş öncesi ve sonrası yaşadıklarını hatırladım. 
Romandan aydı adla yapılan filmi de seyretmiştim. 
Etkisinde kaldığım, beğendiğim bir filmdi…
Filmde Scarlett O’Hara’yı canlandıran sinema sanatçısı Vivien Leigh’a da hayran olmuştum. 
Vivien Leigh, Scarlett O’Hara’nın savaş öncesi ve sonrası değişimini o kadar güzel karakterize etmişti ki…
Şimdi ise ben burada sanki Scarlett O’Hara’yım…
Filmde sık sık yer verilen gün batımı sahnelerinin gerçeğini ve daha harikuladesini burada zaten canlı canlı yaşamaktayım…
Scarlett O’Hara’nın değişimini de bizzat ben burada yaşadım: 
Buraya Kâbil’e birinci gelişim bana erken bir olgunluk, bu ikinci gelişim ise kimseciklerin fark etmediği bir bilgelik vermişti…

Özdemir Asaf’ın ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli bir şiiri vardı.
Şöyle derdi Özdemir Asaf şiirinde:
‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu. 
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’
Şehriyar ve bu dağlar çok şeyin ne kadar gülünç olduğunu öğretti bana …
Şimdi çok şey gülünç görünüyor…

Kâbil’e ilk gelişimdeki duygularımın da yaşım ileri olmasına rağmen ne kadar çocuksu ve ne kadar gülünç olduğunu Kâbil’e bu ikinci gelişimde bu dağlar sayesinde öğrendim…
İşte onun için buraları çok sevdim, ikidir geldim, kendimi bu dağlara teslim ettim…
Buradaki bütün dağlar, Hindukuş Dağları, o dağlar, o dağlar benim işte…
Hani avcının av olması gibi; gözlemleyendim o dağlarda, gözlemlendim...
''Tek''dim buralarda…
O dağlarla ''bir'' oldum, ''bütün'' oldum, birleştim...
Hindukuş Dağları ile özleştim, dağ oldum, vadi oldum, oradaki bitki oldum, çayır, çemen oldum... 
Bu dağlarda akarsu oldum, aktım...
Bu dağlarda çiçek oldum açtım…
Bu dağlarda rüzgâr oldum, estim…
Bu dağlarda kar oldum, yağdım, güneş vurdu, eridim...
Ben bu dağların, bu coğrafyanın bir parçası oldum...

Asaf Hâled’in ‘Dağların Delisi’ isimli şiirindeki bir dize gibi:
‘benim gönlüm dağa düştü’
Aynı böyle olmuştu, burada benim gönlüm dağa düşmüştü…

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz