• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam271
Toplam Ziyaret3146213

The Post


The Post

07 Kasım 2020

ABD'de başkanlık seçimleri


Türkiye dâhil tüm dünya 03 Kasım 2020 Salı gününden beri ABD ile yatıp ABD ile kalkıyor. Konu ABD başkanlık seçimlerini kim kazanacak; Trump mı Biden mi?

Ancak hayretler içerisinde görüyorum ki TV’lerde ve basında sözde ABD uzmanı özellikle yandaş kalemşörler ve kadrolu yandaş TV yorumcuları Türkiye’ye yaptığı onca hakaretlere rağmen Trump kazansa daha iyi havasındalar. İçler acısı bir durum…

Ben ABD uzmanı değilim... Bir vakitler yetersiz İngilizcemle Atlantik kıyısından Paifik kıyısına kadar süren iki hafalık bir ABD gezim hariç ABD ile hiçbir işim olmadı. Ancak şunu bilirim ki tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de seçimler semboliktir. Seçmenin önüne seçilmesini istedikleri kişileri koyarlar ve seçin derler. Seçmen de ehveni şer olanı seçer... Konu bu kadar basittir. Özellikle ABD’de seçimlerde ABD politikasına kim uygunsa vitrine seçilmesi için onu koyarlar ve onu seçtirirler.

En azından yaşayarak hatırladığımız eski Hollywood yıldızı ve California Valisi Ronald Reagan’dan George H.W Bush’a, Bill Clinton’dan oğul George W. Bush’a, ABD tarihinin ilk siyah başkanı Barack Obama’dan Donald Trump’a bu hep böyle olmuştur. Bu başkanlar o dönemki ABD politikasını yürütecek en uygun kişiler olduğu için vitrine konup seçilirler... Yoksa ABD politikası başkanlar yoluyla hiçbir zaman değişmez...  

Örnekler verecek olursam;

Birinci örnek Barack Obama örneğidir. ABD, ‘’Ilımlı İslam’’ politikasını yürütürken vitrine ihtiyacı olan siyahi Obama konur, ardından da gizli Müslüman olduğu söylentileri yayılır... Öyle ki Obama başkan seçildi diye ülkemizde Van'ın Gürpınar ilçesi Çavuştepe köyünde, Barack Obama için 44 adet kurban kesilir... (Obama ABD'nin 44. başkanı olduğu için.) (Gazeteler, 08 Kasım 2008) ABD'nin ''Ilımlı İslam'' ve BOP politikası için Türkiye'ye ihtiyacı olması nedeniyle de Obama ilk yurt dışı seyehatini Türkiye'ye yapar ve burada kendisine eşbaşkanlar bulur. 

Bir başka örnek de Trump'tır. ABD’nin yaşadığı ekonomik ve toplumsal sorunlara karşı ihtiyaç duyduğu ‘’otoriter ve milliyetçi’’ politikalar için de bu sefer bu politikalara uygun karaktere sahip Trump vitrine konur. ABD hala bu politikalara ihtiyaç duyduğu ve Trump’ın kişiliği nedeniyle dünyada sarsılan ABD imajı için ise aynı politikaları biraz daha yumuşatarak götürecek olan Jeo Biden öne çıkarılır... Biden’in önünün açılması için Demokrat aday anti-neoliberal görüşleri ile tanınan Bernie Sanders’in önü antidemokratik bir biçimde kesilerek Sanders devre dışı bırakılır... 

ABD'de olan biten budur... 


Dolayısıyla bizdeki TV’lerde ve basında sözde ABD uzmanlarının ahkâm kestiği gibi değişen bir şey olmayacaktır. ABD’inde ve dünyada düzen ve politikalar değişmeyecek, isimler değişecek ancak dünyada düzülenler hep aynı ülkeler olacaktır.  Bu bu kadar basittir…

ABD’nin, kendileriyle gerçek anlamda sarsılmaz çıkar bağları olan, bütün temel konularda aynı görüşleri paylaşan ve aynı politik çizgiyi izleyen iki stratejik ortağı vardır. Bunlardan birisi İngiltere, diğeri ise İsrail’dir.  Churchill, ABD’nin bu iki stratejik müttefiki şöyle ifade etmişti: “Ne zaman Manş ve Atlantik ötesi arasında bir tercih yapmak gerekse hep Atlantik ötesini seçen İngiltere, ikincisi ise kurulduğu günden beri, Ortadoğu’daki en büyük Amerikan jandarması olan, bölgede Amerika’sız varlığını sürdürmesi bile imkânsız İsrail’dir.” 

Bu strateji doğrultusunda ABD’nin başına bir Cumhuriyetçi mi yoksa bir Demokrat mı gelmiş, seçimde Trump mı yoksa Biden mı seçilmiş fark etmiyor. 

Trump’ın görev süresince İsrail için neler yaptığını yaşayarak gördük: Trump, Yahudi asıllı damadı ve danışmanı Jared Kushner'in de etkisiyle, İsrail'in tüm isteklerini bölgedeki dengeleri gözetmeksizin gözü kapalı kabul ederek; Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyarak ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımış, İran ile olan nükleer anlaşmadan çekilmiş, İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanımış ve İsrail işgali altındaki Batı Şeria’daki yasa dışı yerleşim bölgelerini artık yasa dışı olarak görmediğini açıklamıştı.   

Jeo Biden ise Barack Obama döneminde Somali, Yemen, Afganistan ve Pakistan bombalanırken ve Türkiye’yi ‘’Ilımlı İslam’’ politikası için kullanırken de başkan yardımcısıydı...

Şimdi bu fikrimi destekleyen ABD yapımı bir filmden bahsedeceğim: ‘’The Post’’

The Post

12 Ocak 2018 tarihinde ülkemizde usta yönetmen Steven Spielberg'in bir filmi gösterime girer; Tom Hanks ve Meryl Streep'in başrolde olduğu ‘’The Post’’ filmi… . Meryl Streep filmde Washington Post gazetesi sahibi ve Amerika’nın ilk kadın gazete yayıncısı Katherine Graham'ı (Kay) canlandırır…


Film Vietnam Savaşı'nı bitiren ve Başkan Nixon'ın koltuğunu sallandıran Pentagon Belgelerini yayımlama kararı alan Washington Post gazetesi çalışanlarının hukuk ve basın mücadelesini konu alıyor. Daha doğrusu izleyici öyle algılıyor. Filmde anlatılan aslında ABD derin devleti veya eski deyimle ABD müeeses nizamıdır (establishment)...

Filmin ayrıntıları

Filmin giriş sahnesi Vietnam Savaşıdır. ABD Vietnam bataklığında debelenip asker kaybederken Vietnam’a cephede ne gibi sorunlar yaşanmaktadır diye bir gözlemci göndermiştir. Gözlemci de gördüklerini rapor eder:  Rapor ABD halkının ve senatonun uzun yıllar boyunca Vietnam konusunda yanıltıldığını ortaya koymaktadır. Vietnam’da ABD’li askerler ölmektedir. Durum hiç de iç açıcı değildir. Oysa bu savaşın kazanılamayacağı en başından bellidir ve iç siyasette kullanılmak için Vietnam’a ilave askerler gönderilerek savaş sürekli uzatılmaktadır. Ancak Savunma Bakanı Robert McNamara kamuoyuna olumsuz raporun aksine siyasetinin gereği ‘‘zafer’’ yolunda açıklamalar yapar.

Suskun kalmaya vicdanı elvermeyen gözlemci birkaç yıl sonra bu gizli belgeleri The Times (The New York Times) gazetesine verir. 13 Haziran 1971 tarihinde The New York Times Yazarı Neil Sheehan, tarihe ‘’Pentagon Papers’’ diye geçecek ilk belgeyi yayımlar. Belgeler özetle Amerika Devleti’nin Vietnam Savaşı ile ilgili kamuoyuna söylediği yalanları ifşa etmektedir. Belgeler yayınlandıktan hemen sonra gazete hükumet tarafından uyarılarak vatan hainliği ile suçlanır ve belgelerin yayınlanması yasaklanır. Daha sonra da devlet sırlarının açığa çıkarılması casusluktur diyerek The Times'a dava açılır. Bunun üzerine gözlemci, belgeleri Washington Post gazetesine de verir.

Filmin ikinci yarısı The Times gazetesine dava açılmış ve belgelerin yayını yasaklanmış olmasına rağmen Washington Post gazetesi elde ettiği bu belgeleri yayınlayıp yayınlamama tartışmasıyla geçer ve sonunda belgeleri yayınlama kararı alarak belgeleri yayınlarlar. Bu şekilde aynı davaya Washington Post da dâhil olur.

Sonuçta mahkeme Vietnam savaşı ile ilgili gizli belgelerin gazetede haber yapılmasının basın özgürlüğü olduğuna, casusluk olmadığına karar verir. Filmin sonunda mahkeme kararı verilirken gerekçe olarak basın özgürlüğünün ABD kurucu büyüklerinin değerlerinden olduğu söylenir…

Film bu kadar…

Ancak film Steven Spielberg'in filmi olunca insan ister istemez filmde gözünü dört açması gerekiyor.

Filmin verdiği mesajlar

“Kötüler vardır ama atalarımızın kurduğu sistem iyilerin kazanmasına olanak tanır” düsturuyla hareket eden, “Amerikan Rüyası”na inanmaktan vazgeçmeyen ve  “Amistad” (1997) ve “Lincoln” (2012) gibi filmlerde ülkenin kurucu yasalarına olan güvenini tam olarak dile getiren Steven Spielberg ‘’The Post” filminde de nasıl bir mesaj verecek diye merakla bekliyor insan…

Steven Spielberg bu filmde de ülkenin kuruluş ilkelerine ve Anayasası’na referanslarla bir kez daha ABD’yi taltif etmekten geri kalmıyor. Ama öte yandan - Spielberg'e haksızlık da etmemek lazım - gazetecilik, basın özgürlüğü, halkın haber alma hakkı, hukuk ve ahlak üstüne ve mesleki dayanışmanın önemi, gazetecilerin devletin değil kamunun çıkarını gözetmesi gerektiği gibi mesleğin evrensel ilkelerinin mesajlarını da veriyor.  Ve medya-sermaye-devlet ilişkileri konusunda da üzerine kafa yorulmayı hak eden malzemeler sunuyor.


Film, Oliver Stone’un Vietnam dramalarının aksine, ana hattıyla Vietnam savaşına ve orada olan bitene karşı değil, sadece savaşın kaybedilmesine ve kamuya yalan söylenmesine karşı. 

Yani filmin esas problemi Vietnam halkına yapılan acımasız saldırı veya savaş ahlâkını bile yerle bir eden ihlaller değil. 13 milyona yakın sayıda Vietnamlının katledilmesi ve Amerika’nın emperyalist emelleri hiç değil. Film, yetkilileri sadece savaşı kaybetmekle ve halkı bilgilendirmemekle suçluyor. Basın da olaya bu bakış açısıyla yaklaşıyor, “kaybediyormuşuz, bizi bilgilendirmediler ve bize yalan söylediler, Amerikan evlatları boşuna öldü…” diyor. Kaygı bu… 13 milyonu bulan Vietnam evladı kimsenin umurunda değil.

Filmde Amerikan efsaneleri Eisenhower ve Kennedy bir cümlede geçiştirilerek, bütün kötülükleri -tarihi olarak da günah keçisi olan- Nixon’ın üzerine atılıyor. Yani kötü olan Amerika değil, kötü olan Nixon mesajı veriliyor…

Film aynı zamanda ''dayanışma'' olmadan basın özgürlüğüün de olmayacağını söylüyor...


Filmde geçen diyaloglar

Filmdeki her bir diyalog adeta mesleğin temel ilkeleri üzerine hatırlatmalardan oluşuyor. Hele bir gazeteci dayanışması var ki, unutulmaz: The New York Times’a yönelik mahkeme kararının ardından Washington Post'un idealist genel yayın yönetmeni Ben Bradlee (Tom Hanks), ekibine “Onlar kaybederse biz de kaybederiz” uyarısında bulunuyor...

Filmde geçen bir cümle; ''Bir askerî harekât siviller (hükümet) tarafından çok sıkı kontrol edilmelidir.''

Filmin sonunda geçen tarihi bir cümle daha; “Basın yönetenlere değil yönetilenlere hizmet için vardır.”

Yine filmin sonunda bizlere de tanıdık gelen bir talimat: ‘’Hiçbir Washington Post muhabiri bundan sonra bir daha Beyaz Saray'a girmeyecektir!’’

Filmin gösterdiği bir diğer gerçek: ‘’Bir ülkede bağımsız yargı olmadan basın özgürlüğü asla söz konusu olamaz.’’

Filmde bize ait bir figür

Filmin bir de bizimle, ülkemizle bir bağı var. ''Filmin bizimle ne ilgisi olabilir ki'' diyecek olursanız – boşuna beklemeyin – ülkemizdeki basına ve gazetecilere açılan çeşitli davalara atıfta bulunmayacağım. Filmin bizimle şöyle bir ilgisi var:

Film başrol oyuncuları girişte söylediğim gibi Tom Hanks ve Meryl Streep. Özellikle Meryl Streep filmde fevkalade üstün bir performans sergiliyor. Ancak filmde öne çıkan bir karakter var ki işte o karakter bizimle ilgili...

İşte filmde öne çıkan o karakter, oyuncu Bob Odenkirk’in canlandırdığı Washington Post muhabiri Ben Bagdikian'dır.  İşte o karakter Ben Bagdikian da bizim hemşerimizdir. 1920 Maraş doğumludur. Aynı zamanda gazetecilik profesörüdür. Noam Chomsky’yi etkilemiştir. Medya ve iletişim uzmanı olan Robert W. McChesney tarafından yüzyılın en iyi gazetecilerden biri olarak tarif edilmiştir… 1983 yılında yazdığı ''The Media Monopoly'' kitabında medyanın tekelleşmesi uyarısında bulunarak bütün Amerikan medyasının toplam 50 kişinin elinde toplandığını, bir salona sığacak kadar az sayıda insanın bütün medyayı yönetmesinin oldukça tehlikeli olduğunu söyler. Kitabının 2004 basımında ise bu sayıyı beş olarak güncelleyerek, tehlikenin geldiği boyuta işaret eder. (Sahi ülkemizde medya kaç kişinin tekelindedir?) Ben Bagdikian, 2016 Mart ayında da vefat eder. Toprağı bol olsun…

Sonuç

Sinema sadece bir eğlence aracı değildir. Eğer sinemaya bu gözle bakılırsa yani eğlence aracı olarak bakılırsa bu film hiç de eğlenceli bir film değildir, aksine sıkıcıdır da denilebilir.


Ancak; bugün hafta sonu, yarın Pazar… Ülke gündemi gibi hava da kasvetli, kapalı ve soğuk… Bu havada Korona riski de pusuda beklerken evinize kapanın, İnternetten bulun bu filmi ve basın hürriyeti, yargı bağımsızlığı ve sınır ötesi askerî harekât konusunda zor dönemlerden geçen bir ülkenin vatandaşı olarak bu filmi izleyin derim.  

1998 yılında bir mitingde Bülent Ecevit, "Bu düzen değişecek" deyince bir vatandaş "Düzen hayatından memnun, düzülen ne zaman değişecek?" diye sormuştu. Ben de basındaki yandaş kalemşörlere ve TV’lerdeki kadrolu yandaş sözde ABD uzmanlarına sorayım: Siz merak etmeyin, ABD’de düzen hayatından memnun. Düzülenler ne zaman değişecek? Siz ondan haber verin!..

Osman AYDOĞAN

The Post filminin tanıtımı:
https://www.youtube.com/watch?v=nrXlY6gzTTM


Yorumlar - Yorum Yaz