• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam760
Toplam Ziyaret2892590

İçsel Huzur ve Mutluluk

İçsel Huzur ve Mutluluk

Yaz gideli beri o beyaz bulutların yerine Hindukuş dağlarının üzerinden koyu koyu, kara kara, gri gri, pare pare, kül rengi bulutlar gelmişti... Yavaş yavaş pastel bir renk almıştı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile göklere bakmıştı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Börtü böcek yaz konserlerini kesmiş, kuşların cıvıltıları susmuş, yaz otları da sararıp solmuştu, bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe bürünmüştü doğa... Daha erken olmuştu akşamlar... Bir annenin çocuğunun üstünü usul usul örtercesine, geceler üstünü örtmüştü ovaların, vadilerin, yamaçların, tepelerin, dağların… Her gün daha bir çığlık çığlığa, daha bir bağıra bağıra batmıştı güneş dağların ardından... Alev alev yanmıştı dağlar güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Perde perde inmişti karanlıklar. Usul usul basmıştı geceler... Her akşam gün yavaş yavaş bitip, Güneş dağların ardından alev alev çekilip, usul usul batarken, Necip Fazıl’ın ‘’Akşam’’ isimli şiiri gelirdi aklıma;

‘’Güneş çekildi demin,
Doğdu bir renk akşamı.
Bu, bütün günlerimin,
İçime denk akşamı.

Akşamı duya duya,
Sular yattı uykuya;
Kızıllık çöktü suya,
Sandım bir cenk akşamı...''

Aslında Celâlâbad’da her akşam bana, garip bir renk akşamıydı… Aslında Celâlâbad’da her akşam bana, bütün günlerimin içime denk akşamıydı…. Aslında Celâlâbâd'da her gün bana gerçek bir cenk akşamıydı...

***

Böyle bir sonbahar gecesiydi… Şehriyar’la sabahlara kadar süren sohbetlere dalmıştık… Sohbet değildi aslında, Şehriyar anlatır ben dinlerdim… Ya Şehriyar anlatırken not alırdım, ya da konuşmasından (daha doğrusu dersinden) sonra aklımda kalanları yazardım… Şehriyar’ın dersinin tek kişilik sınıfının tek öğrencisiydim sanki…

Şimdi, diyorum ki, iyi ki o zaman bu notları almışım… Yoksa bir otuz yıl sonrası bu konuşmaları (dersleri) hiç hatırlayamazdım…

***

‘’Hayal kurmadan bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğren Osman, hepsi bu.’’ diye başlamıştı sözüne. Ve devam etmişti Şehriyar tok bir sesle: ‘’Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırak. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak et!. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksın.’’

Böyle ders verircesine konuştuğunda cümlelerinin arasında suskun dururdu. Sanki benim anlatmak istediğini sindirmemi beklerdi.  Yine böylesi bir suskunluktan sonra devam etmişti: ‘’Sen nedensiz mutluluğun olamayacağını düşünürsün. Bana göre mutlu olmak için herhangi bir şeye bağımlı olmak çaresizliğin son kertesidir.’’ Ve devam etmişti Şehriyar: ‘’Senin bu mutluluk arayışın, kendini mutsuz ve çaresiz hissetmenin asıl nedenidir.’’

***
Hindikuş dağlarından gelip yığılan bulutlar iyice kümelenmiş, bir aslan gibi kükremiş, gürlemişti gökyüzü... Bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamıştı dışarıda. Şimşekler ve yıldırımlar gecenin en koyu anını bir anda gümüşten bir güneşin aydınlığına kavuşturduğunda Hindukuş Dağları karanlıklar içinden gümüşten bir tablo gibi parlamıştı. Şimşek yansımaları Şehriyar’ın yüzüne vurduğunda mermerden bir heykel gibi görünürdü Şehriyar.

***
Tekrar kısa bir suskunluktan sonra devam etmişti Şehriyar:

‘’Dış hayatın önemsizdir Osman’’ demişti…’’Bir gece bekçisi olarak da mutlu yaşayabilirsin. Önemli olan iç âleminde ne olduğundur. İçsel huzuru ve mutluluğu kazanmak zorundasın. Bu, para kazanmaktan çok daha zordur. Hiçbir üniversite sana kendin olmayı öğretemez. Hemen, şimdi kendin olmaya başla. Senin olmayan her şeyi bir taraf at ve durmadan derinleş. Tıpkı bir kuyu kazan adamın su olmayan her şeyi ata ata su seviyesine inmesi gibi sen de öylece, senin olmayan pek çok şeyi atmak zorundasın, ta ki sahiplenemeyeceğin, senin olmayan hiçbir şey kalmayıncaya kadar. Bakacaksın ki zihnin çengel atıp tutunabileceği hiçbir şey kalmamış. İşte o zaman artık sen kendinsin, kendi nedeni bulunmayan nihai nedensin.‘’

***
Yağmur devam ediyordu dışarıda… Yağmurdan oluşan sular akıyordu her yerden.  Vadilerin yamaçlarına, çatakların girintilerine, derelerin taşlarına, dere kıyılarının kayalarına kafasını vura vura akmıştı sular... Dağların yamaçlarına yaslana yaslana akmıştı sular… Yağmur dindiğinde bulutların arasından sarkan Mehtabın ışıkları altında gümüşten bir nehirmiş gibi, kıvrım kıvrım, büklüm büklüm, döne dolana akmıştı sular... Şırıl şırıl akmıştı yatağında, pırıl pırıl parlamıştı ay ışığında sular... Hiç uyumamıştı sabaha kadar, sabaha kadar akmıştı sular... Toprak rengi, kahverengi, bulanık bulanık akan bütün bu sular İndus Nehri’nin kollarını oluştururlardı.

***
Ben sormuştum, sabaha kadar da anlatmıştı Şehriyar: "insanlar neden kötü alışkanlıkları daha kolay edindikleri halde, iyi alışkanlıkları daha zor edinirler ve neden iyi alışkanlıklarını uzun süre muhafaza edemezler?" diye sormuştum Şehriyar'a..

Soruma soru ile cevap vermişti Şehriyar: "Peki ben sana şöyle bir soru sorayım; eğer iyi tohumu güneşte bırakırsak ve kötü, çürümüş tohumu toprağa gömersek ne olur sence?" Ben de gayet doğal şu cevabı vermiştim: "İyi tohum kuruyacak güneşte, kötü tohum ise hastalıklı filizler verecek ve sağlıklı bir meyve oluşmayacak." 

Bu cevabı bekliyor olacakti ki Şehriyar hiç beklemeksizin şöyle devam etmişti sözlerine: "İnsanlar da bu şekilde davranır. İnsanlar iyilikleri ruhlarında saklayıp filizlerini büyütmektense açığa çıkarıp kayıp ediyorlar, diğer yandan da günahlarını ve kötü taraflarını başkalarından saklamak için en derinlerinde gizliyorlar. Onlar da orada büyüyüp insanı içinden, kalbinden yok ediyorlar."

***

‘’Evrensel olmak nedir?’’ diye sormuştum Şehriyar'a... O da şöyle cevap vermişti:

‘’Seninle temas kuran hiçbir şeyi ayırmamak, ona karşı koymamak, fakat hepsini anlamak ve sevmek evrenselce yaşamak demektir.’’ demişti. Sonra şöyle devam etmişti: ‘’Gerçekten şunu söyleyebilmek; ben dünyayım, dünya bendir, ben dünyada evimdeyim, dünya benimdir. Her mevcut olan benim mevcudiyetim, her bilinç benim bilincim, her keder benim kederim, her sevinç benim sevincimdir diyebilmek – bu evrensel hayattır. Bununla birlikte gerçek varlığımız evren ötesidir.’’
‘’Bu’’ dedim ‘’Bu benim faal bir yaşam fikrinden büsbütün vazgeçmem gerektiği anlamına mı gelir?’’ diye sormuştum.

Demişti ki Şehriyar: ‘’Kesinlikle hayır. Evlenme olacaktır (o zaman henüz bekârdım), çocuklar olacaktır, bir aile geçindirmek için para kazanma olacaktır. Olayların doğal akışı içinde bütün bunlar olacaktır, çünkü kader gerçekleşmelidir; sen onların içinden dirençsiz geçeceksin, görevler geldikçe, onları ister küçük, ister büyük olsunlar, dikkatle ve tam olarak yapacaksın. Fakat genel tutum, sevecen bir bağımsızlık, muazzam bir iyi niyet, karşılık beklemeden sürekli bir veriş hali olacaktır. Evlilikte siz ne bir koca ne de bir karısınız, fakat ikisi arasındaki sevgisiniz. Siz her şeyi düzenli ve mutlu kılan berraklık ve iyiliksiniz. Farkına varırsın ki doğuştan meydana çıkan ve ölümle bitecek olan kişi geçici ve asılsız olandır. Çünkü gelip geçenin varlığı yoktur. O, görüntüsünü gerçeğe borçludur. Sen arzuların ve korkuların pençesindeki o duyusal, duygusal ve entelektüel kişi değilsin. Gerçek kendi benliğini bul. Ben neyim? Bu tüm felsefelerin ve psikolojinin temel sorusudur. Onda derinleş.’’

Anlamakta zorlanmıştım. Demiştim ki; ‘’Benim acil gereksinimlerimin tamamen ötesinde bunlar. Ben ekmek istiyorum, siz mücevher veriyorsunuz. Onlar çok güzel kuşkusuz, fakat ben açım.’’ ‘’Öyle değil’’ demişti Şehriyar.’’ Ve anlatmıştı yavaşça:

'’Ben sana tam da ihtiyacın olanı sunuyorum; uyanışı. Sen aç değilsin, ekmeğe de ihtiyacın yok. İhtiyacın; son vermek, terk etmek, yakalanmış olduğun engellerden sıyrılmaktır. İhtiyacın olduğuna inandıkların, ihtiyacın olanlar değildir. Gerçek ihtiyacını ben biliyorum, sen değil. Sen benim içimde bulunduğum hale dönmek istiyorsun, doğal haline. Düşünebileceğin başka herhangi bir şey bir illüzyon ve bir engeldir. Bana inan ki kendin olmaktan başka hiçbir şeye ihtiyacın yok. Sen bir şeye sahip olmakla değerini artıracağını hayal ediyorsun. Bu, altının kendisine bakır katılmasıyla daha iyi duruma geleceğini hayal etmesi gibi bir şey. Doğana yabancı olan her şeyin terk edilmesi ve reddedilmesi yeterlidir. Diğer her şey boştur.’’

‘’Bunun söylenilmesi yapılmasından daha kolay’’ dedim. ‘’Zihin olmayınca sorun da olmaz’’ dedim. Demişti ki Şehriyar: ‘’Zihnin orada olduğunu sana zihin söylüyor. Aldanma. Zihin hakkında bütün sonu gelmez tartışmaları üreten zihnin kendisidir, kendi korunması, devamı ve genişlemesi için. Seni zihnin ötesine götürecek olan, zihnin kıvrılıp bükülüşlerini ve çırpınışlarını dikkate almayı düpedüz reddetmektir. Varlığın ve yokluğun ötesinde hakiki olanın sonsuzluğu yatar.’’ Sonra yavaşça eklemişti; ‘’Ruh kendisini iyileştirir, ona engel olan zihindir.’’

***
Sorularım bitince tane tane anlatmıştı Şehriyar, ben de tane tane not almıştım;

‘’Evrende her şey iki kere yaşanır; olaylar önce zihinde tasarlanır, sonra da gerçekleşir, tıpkı bir mimarın bir binayı tasarlayıp planını çizmesi ve mühendisin de onu inşa etmesi gibi…’’

‘’Zihinde tasarlanmayan hiçbir şey evrende gerçekleşmez Osman.’’

‘’Düşler kurarız kelimelerle, düşüncelerle ve zamana bırakırız bu düşleri, onlar da tıpkı toprağa düşen tohumlar gibi, zamanla filizlenip gelişirler ve yaşadığımız gerçek olarak karşımız çıkarlar.’’

‘’Yaşadığımız dışsal gerçeklik aslında kendi içsel psikolojimizin somutlaşmış halidir.’’

‘’Her şey düşüncemizde başlar ve onunla somutlaşır.’’

‘’Düşüncelerimiz evrene saldığımız bir frekanstır, düşüncelerimizin evrene bir etkisi ve evrenin de buna bir tepkisi olur.’’

‘’Evrende bir etki ve tepki akışkanlığı içerisinde yaşamaktayız. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday eken buğday biçer, arpa eken arpa, domates eken domates. Düşüncelerimiz de evren ektiğimiz tohum gibidirler, zamanla filizlenip gerçek olarak karşımıza çıkarlar.’’

‘’Kendimiz dünyadan ve evrenden ayrı değil, dünya ve evren ile bir bağlantı halinde ve o muazzam evrenin, organik bir bütün olan evrenin bir parçasıyız.’’

‘’Benzer şekilde hep olumsuz kelimeler kullananın ve düşünenlerin, hep karamsar bir ruh halinde içinde olanların iyi olaylarla karşılaştıkları ve mutlu oldukları hiç görülmemişlerdir.’’

‘’Mutlu olmak bir ruh hâlidir, bu ruh hâli de kendimize bağlıdır.’’

‘’Nerede ve kiminle olduğumuz önemli değildir. ‘Nasıl’ olduğumuz ve ‘kendimizi nasıl hissettiğimizdir’ önemli olan.’’

‘’Hem olumsuz duygulara sahip olup, hem de kendimizi iyi hissetmemiz imkânsızdır. Olumsuz düşünce ve mesajların bizlere hiçbir faydası yoktur. Depresyon, öfke, alınganlık, suçluluk duygusu; bunlar olumsuz duygulardır ve kendimizi güçlü hissetmemize izin vermezler.’’

‘’Eğer ortada bir problem varsa buna dışarıdan birisi veya başka bir şey yol açmazlar; kendi düşüncelerimiz kendi problemlerimizi yaratır.’’

‘’Tasalarımız kendi kendini doğrulayan kehanete dönüşüp öngördükleri felaketlere bizleri sürüklerler.’’

Burada Şehriyar ‘’Kendini doğrulayan kehanet düşüncesi’’ için bir hikâye anlatmıştı. Bu kavramın İngilizcesi "Pygmalion Effect" olan eski bir mitolojik öyküden alındığını söylemişti.. Hikâyeye göre Kıbrıs prensi, heykeltıraş Pygmalion, tüm kadınların kusurlu olduğunu düşünüp ideal bir kadının heykelini yapmaya çalışır. Galatea adını verdiği bu eser, o kadar güzel olmuştur ki, Pygmalion kendi eserine umutsuzca âşık olur ve onun gerçek olduğunu düşünmeye başlar. Daha sonra heykel canlanır. Sonra şu inanış ortaya çıkar; ‘’inanılan her kehanet kendini doğrular.’’

Anlatmaya devem etmişti Şehriyar:

‘’Kötü senaryolar yazmak enerji tüketen ve cesaret kıran saplantılı endişelerin uzak akrabalarıdır.’’

‘’Aklını hayatının karışık yönlerine takan, geçmişindeki şanssızlık ve düş kırıklıklarını tekrar tekrar düşünen bir insan aynı şanssızlık ve düş kırıklıklarını gelecekte de yaşamak için dua etmiş olurlar.’’

‘’Yaşadıklarımızın çoğunu geçmişimiz, izlenimlerimiz, biriktirdiklerimiz ve önyargılarımız şekillendirir. Çünkü gerçek; bellek ve algıdan ibarettir. Bunun dışında başka bir gerçek yoktur.’’

Sonra tane tane bu geceyi özetler gibi konuşmuştu Şehriyar: ‘’Yarattığımız dünya bizim düşünce biçimimizin ürünüdür.’’

***
Şehriyar anlatırken bense hep susmuştum, bilincim susmuştu… Şehriyar’ı dinlemiştim, suyu dinlemiştim, geceyi dinlemiştim, evreni dinlemiştim, kendimi dinlemiştim o geceler sabahlara kadar... Dışarıdan güz rüzgârlarının o ürpertici sesi gelmişti sabahlara kadar.

***
Abdera’lı Democritus’u anımsamıştım Şehriyar’dan sonra… Taaa o zamanlar, en küçük atomdan en büyük yıldıza kadar evrende her şeyin devinim içinde olduğunu söyleyen, Hippocrates’in çağdaşı olan Democritus’un şu sözlerini hatırlamıştım:  ‘’İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu kazandığı altın ya da eşyayla bağıntılı değildir. Mutluluk ya da üzüntü kişinin ruhundadır. Bilge bir kişi her yerde kendini evindeymiş gibi hisseder. Evrenin tümü onurlu bir ruhun evidir.’’

Şehriyar da zaten bunu söylemiyor muydu? Sadece evrenin değil, burada dünyanın bu parçası da benim evimdi… Sadece evrenin değil, burada dünyanın bu parçası da ruhumun eviydi… Dünyada ve evrende her yer benim ruhumun eviydi…

***
Döne dolana yine aynı noktaya gelmiştim ve ''gözlemlenenle gözlemleyenin birliğinden, bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisinin ana fikrine saplanıp kalmıştım...

Ve öte dağlardan Güneş doğup,  gün yavaş yavaş ışırken, iyi ki buralardayım, bu anı ve anları yaşadım ve yaşıyorum diye, tan yerinin ağarmasıyla beraber yeni yeni belirginleşen, sarı, kahverengi, turuncu, kızıl, tarifi bir imkânsız solgun rengiyle tüm dallarını göklere kaldırarak dua eden ağaçlar gibi Tanrı'ya şükretmiştim.

Gün, karşı tepeden doğmak üzreyken yine Necip Fazıl'ın bu sefer de ''Aydınlık'' şiiri gelmişti aklıma: (son kıtası)

''Sevgilim, kapımı çaldı aydınlık, 
Baygın gözlerimi aldı aydınlık, 
İçimde tıkandı, kaldı aydınlık, 
Bu aydınlık beni boğmak üzredir.''

Aynen şiirde olduğu gibiydi; bu aydınlık beni boğmak üzreydi...

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz