• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam1093
Toplam Ziyaret3103602

Ahmet Vefik Paşa


Ahmet Vefik Paşa

03 Ağustos 2017


Yıl 2004… Bir üniversitenin tarih ile ilgili bir sempozyumda izleyici olarak bulunuyordum... Bir profesör konuşuyordu… Konu birden Ahmet Vefik Paşa’ya geldi ve bu profesör alaycı bir eda ile ‘’dönmeydi’’ dedi… İtiraz için elimi kaldırdım, sempozyumu yöneten bir başka profesör söz vermedi. Sempozyum sonunda soru cevap kısmı da olmadı… Sempozyum sonunda bu profesöre de ulaşamadım... İtirazım içimde kaldı…

İtirazım şu idi…

Acaba Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönmeydi’’ diyen profesör, Barbaros, Mimar Sinan, Sokullu’nun kimler olduğunu biliyor muydu? Bütün tarihçilerce Osmanlının en büyük veziri kabul edilen Sokullu’nun 21 yaşında bir Sırp kilisesinde org çalarken devşirildiğini bilir miydi bu profesör? Varlığını Türk toplumunun dizilerden haberdar olduğu Pargalı İbrahim Paşa’nın, Mustafa Celaleddin Paşa’nın, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’nda Osmanlı’yı temsil eden üç kişiden biri olan Mehmet Ali Paşa’nın kimler olduğunu biliyor muydu bu profesör? İbrahim Müteferrika’yı, Humbaracı Osman Ahmet Paşa'yı, 1729’da Osmanlı’da ilk modern itfaiye birliğini kuran Ahmet Paşa’yı tanıyor muydu bu profesör? Neyse uzatmayayım Osmanlı’da görev yapan toplam 218 sadrazamın sadece 101’inin Türk kökenli olup, geri kalan 117’sinin farklı etnik kökenlerden gelmekte olduğunu biliyor muydu ki bu profesör?

Evet Ahmet Vefik Paşa da dedesi Bulgarzâde Yahya Efendi olan hem ana hem de baba tarafından Rum kökenli idi..

Ancak sözde profesör olmuş ancak adam olamamış bu zavallı zat ayrıca ''dönme'' sıfatını da hakaret amacıyla kullanıyordu… Ahmet Vefik Paşa'yı sadece bu profesör değil yenilikçi düşünceleri ve eylemleri nedeniyle siyasal İslamcılar da, dinciler de pek sevmezler... 

Ancak Ahmet Vefik Paşa’ya dönme diyen profesör keşke Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı!....

Niye mi? Bakın anlatayım…

Ahmet Vefik Paşa

Ahmet Vefik Paşa (1823 – 1891); Osmanlının devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarıdır, Türkçülük hareketinin öncüsüdür, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanıdır, iki defa maarif nazırlığı (eğitim bakanı) ve iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevini yapmıştır, devlet adamlığının yanı sıra aynı zamanda 16 dil bilen bir bilim adamıdır…


Ahmet Vefik Paşa; Tanzimat döneminde milliyetçilik ve Türkçülük fikirlerinin en önde gelen ateşli savunucusudur. Türk diline büyük önem veren Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabı vardır. Sözlükteki Türk kelimesinin açıklamasında Osmanlıların, büyük Türk milletinin bir parçası olduğunu ilk defa ortaya koyar. Gerçek bir aydındır ve aydın bir devlet adamı olmakla birlikte asıl ününü edebiyat alanında koyduğu eserlere borçludur.

Ziya Gökalp'in ‘’Türkçülüğün Esasları’’ kitabına göre Osmanlı içinde bulunan Türkçülerden birisidir. Türkçülüğü sözde kalmamıştır. Evindeki mobilyalardan giysilere kadar hepsi Türk malıdır. Çok sevdiği kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, evime Türk ürünlerinden başka bir şey giremez diyerek kızının bu arzusunu reddeder.

Ahmet Vefik Paşa bizim bildiğimiz asker paşalarından değildir. 19 Mart 1877'de Osmanlı Meclis-i Mebusanının açılışı ile kendisine pa­şa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verilir. (26 Mart 1877). 1878’de tekrar maarif nazırı, daha sonra da sadrazam olur. Yüzyıllardır kullanılan “sadrazam” sözcüğünü “başvekil” olarak değiştiren de kendisidir. Yıllardır kullandığımız ‘’başvekil’’ sözcüğü Türkçeye kazandıran Ahmet Vefik Paşadır.

Ahmet Vefik Paşa'ya göre iyi bir siyasetçide aranan özellikler

Yazımın girişinde Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabından bahsetmiştim ya. Ahmet Vefik Paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arar; muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır).


Hatta der ki kitabında Ahmet Vefik Paşa; '’siyasetçi ve yöneticide ne kadar ‘M’ harfi ile başlayan özellik varsa siyasetçi - yönetici o kadar mühim işler yapar.’’

Ahmet Vefik Paşa tüm bu '’M’'li özellikleri saydıktan sonra ekler; ‘'Bu evsafın hepsine sahip olmak yetmez. Bir şey daha lazımdır. O da devletin bu idareciye hakikaten salahiyet vermek isteyip istemediğidir.'’

Ülkemizde yaşanan son olaylar göstermiştir ki vatandaş bu evsafa sahip siyasilere, siyasiler de bu evsafa sahip yöneticilere görev vermemiştir. Yine yazımın girişinde Ahmet Vefik Paşa'nın özelliklerini saydım ki günümüzün sözde devlet adamları ile mukayese edelim diye... Örneğin bakınız dâhiliye nazırına! Bu evsafta mıdır? Örneğin maliye nazırı, örneğin ziraat nazırı, örneğin hariciye nazırı bu evsafta mıdır? Hele hele Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönmedir’’ diyen profesöre bakınız… Dün anlattığım, Balkan göçmeni Türklere ''Türk değiller'' diyen profesöre bakınız... Bu evsafta mıdırlar? Profesör olmuş ama ‘’adam’’ olamamış… Bu profesör gibi nice ‘’adam’’ olamayanların onlarcasını hemen her gün TV’lerde izlemiyor muyuz? Bir Çin atasözü derdi zaten; ''Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.'' Güneş bu memlekette durduk yerde mi batıyor zannediyorsunuz…

Şimdi anlatacağım şu iki vaka sanırım Ahmet Vefik Paşa’yı daha iyi anlamamızı sağlar.

Önce birinci tarihi vaka:

Rus Ordusu Komutanı karşısında Ahmet Vefik Paşa

Yıl 1878. 93 Harbi diye bildiğimiz 1877-1878 Osmanlı Rus Harbinde Osmanlı Ordusu yenilmiş Rus ordusu Ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç komutasında Yeşilköy’de karargâh kurmuşlardır.


Bir gün Rus ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç Padişah ile görüşmek ister. Protokol kurallarına aykırı bir istektir bu. Rus ordu komutanı normal olarak Türk ordu komutanı ile görüşmelidir. Ancak padişah bu isteği kabul eder. Rus ordu komutanı Rus sefaretine ait bir gemi ile Yeşilköy’den Dolmabahçe’ye gelir. Dolmabahçe sarayının rıhtıma kırmızı halılar serilmiştir. Başta padişah, sadrazam ve nazırlar Rus ordu komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç‘i törenle karşılamaya çıkarlar.

Rus Ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç, dev gibi,  iri yarı birisidir. Gemiden rıhtıma iner… Arkasından da yaveri iner... Yaver de iri yarı, insan azmanı birisidir. Ancak yaverin elinde iki tane flama vardır; birisi Rus Ordu flaması, diğeri de Rus bayrağıdır. Yaver bu iki flamayı Dolmabahçe sarayının bahçesine saplar. Bu tam bir skandal, tam bir hakarettir aslında. Bu hareket eğer İstanbul Ruslar tarafından işgal edilseydi yapılabilecek bir hareketti…

Bu hareket karşısında başta padişah, sadrazam olmak üzere hiçbir vezirin kılı kıpırdamaz Ahmet Vefik Paşa hariç... Ahmet Vefik Paşa protokolde nazırların gerisindedir. Ahmet Vefik Paşa yerinden ayrılır, karşılama heyetinin önüne çıkar, sert adımlarla Rus Ordu Komutanı Grandük Nikolay Nikolayeviç’e doğru yürümeye başlar. Rus Ordu Komutanı da kendisine doğru sert adımlarla gelen Ahmet Vefik Paşa’yı kendisine refakat etmek üzere geldiğini sanarak duraklar. Ahmet Vefik Paşa Rus Ordu Komutanına çarparak ilerler, bu iki flamanın saplandığı yere kadar gider, bu iki flamayı sert bir hareketle çıkarıp alır, iki adam daha atar ve bu iki flamayı Boğazın sularına saplayacak şekilde hışımla ve sertçe fırlatır. Bu iki flama hemen Boğazın sularına gömülerek kaybolur. Bu işlemden sonra Ahmet Vefik Paşa yine sert adımlarla yürüyerek yerine geçer. Rus Ordu Komutanı da şaşkınlıkla seyrettiği bu manzara karşısında sanki hiçbir şey olmamış gibi yürüyerek kabul yerine gider.

Başta padişah ve sadrazam olmak üzere Rus Ordu Komutanını karşılamada bulunan herkes sözde öz be öz Türk’tür. Fakat Ahmet Vefik Paşa dönmedir! Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ''dönme'' diyen profesör, Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı…

Gelelim ikinci vakaya…

Vali Ahmet Vefik Paşa İnegöl'de 

1880’li yıllar… Ahmet Vefik Paşa Bursa’ya vali olarak atanır. Vali Ahmet Vefik Paşa bir gün teftişe çıkar, İnegöl’e gelir. O gün şehirde bir panayır vardır. Ahmet Vefik Paşa, refakatçileri ile şehrin ortasında bir çınarın gölgesine otururlar.


Ahmet Vefik Paşa, tam karşısında bacak bacak üstüne atmış kabararak oturan şahsa sorar: ‘’Beyefendi siz kimsiniz? Hangi millettensiniz?” “Ben, şehir eşrafından Kiremitçiyan Oğullarından zeytin tüccarı Bogosum…”

Ahmet Vefik Paşa orada bulunanlara sormaya devam eder ve şu cevapları alır; “Ben, İnegöl eşrafından Pastırmacıyan Oğullarından zeytinyağı tüccarı Artinim”… “Ben Paşa Hazretleri, şehir eşrafından Kasapyan Oğullarından koyun ve sığır tüccarı Popopalas'ım...”

Paşanın gözü, arkalarda kırık bir iskemlenin üstünde oturan boynu bükük, omzu çökük bir ihtiyara ilişir. “Ya siz babacığım, siz hangi millettensiniz?” Nur yüzlü ihtiyar, bir Paşa tarafından kendisine sual sorulacağını ummadığından, sualin kendisine değil başka birine sorulduğunu zannederek etrafına bakınır. Ahmet Vefik Paşa; "Babacığım size soruyorum!" der. 

İhtiyar tereddütle kendi kendini işaret eder: “Bana mı soruyorsunuz Paşa Hazretleri?” “Evet, Babacığım sana soruyorum. Sen hangi millettensin?” İhtiyar kısık sesle utanırcasına söyler; “Ben Paşa Hazretleri, haşa huzurdan Türk’üm.”

Ahmet Vefik Paşa, ihtiyarı omuzlarından tutarak ayağa kaldırır, sonra da ihtiyarı sarsarak haykırırcasına, bağırırcasına, gürlercesine konuşur: ‘’Babacığım, bu memlekette Türk olmak, Türküm demek suç mudur ki böyle konuşuyorsun. Ben de Türküm desene, bunu gururla söylesene, bunu iftiharla haykırsana. Bak ben de Türküm!’’

İhtiyar; "Sahi mi Paşa Hazretleri sen de Türk müsün, Türk'ten Paşa olur mu?’’ (*) diyerek Ahmet Vefik Paşa'nın elini öper. Ahmet Vefik Paşa; "Babacığım Paşa olmak ne ki. Yedi cihana baş eğdiren Padişahlar da Türk'tür, anladın mı?"

Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme’’ diyen profesör, Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı…

Ahmet Vefik Paşa dönme! Öyle mi?

Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ''dönme'' diyenler Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsalardı… Keşke diyorum; Ahmet Vefik Paşa’ya ''dönme'' diyenler bu kadar kısa boylu olmasalardı...


Rus Ordu Komutanı Dolmabahçe Sarayının bahçesine Rus ordu flamasını ve Rus bayrağını diktiğinde tepkisiz kalan onca nazır ve Ulu Hakan öz be öz Türk (!) ama Devleti Âliye’ye yapılan bu hakareti kabullenemeyip tepki gösteren Ahmet Vefik Paşa ‘’dönme’’! Öyle mi?

Devletin bütün makamlarından ‘’Türk’’ ismini çıkaranlar Türk, okullardan andımızı kaldıranlar Türk, askerimizin kafasına ecnebi askerleri çuval geçirince sessiz kalanlar Türk, ancak Türk olduğunu söylemekten çekinen yaşlıyı omuzlarından tutup sarsarak ‘’Ben de Türküm desene, bunu gururla söylesene, bunu iftiharla haykırsana. Bak ben de Türküm!’’ diyen Ahmet Vefik Paşa ‘’dönme’’! Öyle mi?

Almanya ile olan onca sorunlara rağmen Alman Mercedes otomobillerine kurula kurula binenler Türk, ama evindeki mobilyalardan giysilere kadar hepsi Türk malı olup çok sevdiği küçücük kızı Avrupa modeli bir terlik almak için çok ısrar ettiği halde, ‘’evime Türk ürünlerinden başka bir şey giremez’’ diyerek küçücük kızının bu arzusunu reddeden Ahmet Vefik Paşa ‘’dönme’’! Öyle mi?

Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme’’ diyenlerin dedeleri veya dedelerinin dedeleri veya onların dedeleri bir yerlerden dönmemişler miydi? Onlar da ''dönme'' değiller miydi? Bizim anayasamız ve gönülyasamız bu ülkeye gönül bağı ile bağlı olup ülkesini seven ve ülkesine hizmet eden, “Türk” sözcüğünü bir “ırk” kimliği olduğu kaygısıyla kendisini ‘’Türk’’ olarak görmeyenler de dâhil herkesi etnik kimliğine, dinine, mezhebine bakmaksızın Türk addeder. Ahmet Vefik Paşa’ya ‘’dönme’’ diyen profesör, keşke Ahmet Vefik Paşa kadar Türk olsaydı…

Yazıma Ahmet Vefik Paşa’nın bir sözü ile son vermek istiyorum;

‘’Cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür.’’ (**)

Osman AYDOĞAN

(*)  Ahmet Vefik Paşa’nın İnegöl’de karşılaştığı yaşlı bir Türk’ün kendisinin Türk olduğuna inanmayıp "sahi mi Paşa Hazretleri sen de Türk müsün, Türk'ten Paşa olur mu?’’ diye itirazı boş değildir…

Devir II. Abdülhamit devridir. 33 senelik Abdülhamit devrinde devletin en üst kademesine bir bakalım. Yaşlı kişinin ‘’Türk’ten paşa olur mu?’’ şüphesi haklı mı değil mi bir görelim.

Bunun için 1922 yılında Milli Mücadeleye karşı olduğu gerekçesi ile öldürülen Ali Kemal'in torunu, 1978 yılında Asala saldırısından yaralı kurtulan ancak eşini kaybeden Hariciyeci Zeki Kuneralp'in de oğlu olan Sinan KUNERALP’in ‘’Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber’’ (İsis Press, 1999) isimli eserine bir göz atalım.

Bu kitaptan Halife-i Müslümin, II. Abdülhamit’in nazırlarına (bakanlarına) ve bürokratlarına bakalım:

Hariciye Nazırları;

Aleksandros Karateodori Paşa (1878-1879)
Gabriel Pasha ve Sava Paşa (1879-1880)

Hazine-i Hassa Nazırları:

Agop Ohanes Kazazyan (1876-1891),
Mikail Portakalyan Efendi (1891-1897),
Ohanes Sakız Efendi (1897-1908)

Maliye Nazırı:

Agop Ohanes Kazasyan Paşa (28-30 Ağustos 1885), (Aralık 1886 - Mart 1887) (1888-1891)


Nafia Nazırları:

Ohanes Çamiç Efendi (1877-1878),

Aleksandr Karateodori Paşa (1878)
Sava Paşa (1878-1879)

Orman ve Maadin Nazırları;

Mavrokordato Efendi (1908-1909),

Aristidi Paşa ( 1909)

Ticaret ve Ziraat Nazırları:

Bedros Kuyumcuyan Efendi (1880)

Gabriel Noradonkyan Efendi (1908-1909)

Ayan Üyeleri(1876);

Antopolos Efendi Aristarki Bey,

Daviçon Karmona Efendi,
Musurus Paşa,
Serviçen Efendi,
Stoyanoviç Efendi,
Dr. De Kastro Bey,
Mavroyeni Paşa,
Karatodri Paşa,
Abraham Karakahya Paşa

Ayan Üyeleri(1908)

Azaryan Efendi,

Basarya Efendi,
Bohor Efendi,
Fethi Franko Bey,
Gabriyel Noradonkyan Efendi,
Mavrokordato Efendi,
Mavroyeni Bey, Oksanti Efendi,
Yorgiyadis Efendi,
Aram Efendi,
Popoviç Temko Efendi.

Babıali Hukuk

Gabriel Efendi;


(Abdülhamit zamanında sürekli el üstünde tutulan bu Gabriel Efendi 2. Dünya savaşı sonrası düzenlenen Paris Konferansında Ermeniler için toprak talep etmiş, Lozan Konferansına da Ermeniler adına katılmıştır…)

Elçiler:

Fotiades Bey ve Gobdan Efendi’nin Atina,

Azaryan Efendi’nin Belgrad,
E. Karatodri Efendi’nin Brüksel,
Blak Bey’in Bükreş,
Yanko Karaca, Misak Efendi ve Aritraki Efendi’nin Lahey,
K. Musurus Paşa, Alfred Rüstem Paşa ve Antopulo Paşa’nın Londra,
Naum Paşa’nın Paris, S. Musurus Bey ve Y. Fotiades Bey’in Roma,
Nikola Gobdan Efendi’nin Sofya,
A. Vogorides Paşa’nın Viyana,
L. Aristarki Bey ve A. Mavroyeni Bey’in Washington’da Büyükelçi-Elçi olarak görev yaptıklarını görüyoruz.

Konsolos ve kâtipliklerde de Türk unsurundan ziyade Ermeni ve bilhassa Rum memurlar kullanılmakta idi.

Valiler

Valilik koltuklarının çoğunda da gayrimüslimler oturuyordu.

Mesela;

Şarkî Rumeli Valileri; Sava Paşa, Aleko Vogorides Paşa, Gavril Paşa Hristoiç, Alexandre de Battenberg, Ferdinand de Saxe-Cobourg et Gotha,

Sisam Beyleri; Mişel Gregoriyadis Bey, Aleksander Mavroyeni Bey, Yanko Vitinos Bey, Kostaki Karateodori Paşa, Yorgi Yorgiadis Efendi, Andrea Kopasis Efendi,

Cebelilübnan Sancağı Mutasarrıfları; Vasa Paşa, Naum Paşa, Yusuf Franko Paşa

Maliyesini, hariciyesini, tarımını, madenlerini ve de mülkiyesini gayrimüslimlere bırakmış devletin başında bir İslam Halifesi (!) vardır… O zamanın İnegöl’ündeki garip Türk köylüsü Ahmet Vefik Paşa’nın Türk olduğuna nasıl inansın ki?

Türk Dil Kurumuna bir Ermeni dilbilgisi uzmanı olan Agop Dilaçar’ı oda sadece Genel Sekreter olarak atadı diye ki, adam zaten Osmanlı memurudur, 100 senedir Atatürk'e demediğini bırakmayan II. Abdülhamit hayranlarına ne demeli?

(Agop Dilaçar; Mustafa Kemal'e, ‘’Atatürk’’ soyadının verilmesini, TBMM’ye teklif eden kişidir. Ayrıca Türkçe’ye yaptığı katkılardan dolayı da 1934 yılında, soyadı kanunu çıkınca, ‘’Martayan’’ soyadını bırakarak Atatürk'ün kendisine teklif ettiği ‘Dilaçar’ soyadını alır. Agop Dilaçar, Ermenice ve Türkçenin yanında İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarca bilir.)

(**) ‘’Cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür.’’ 

‘’Cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür’’ sözünün kaynağı olarak Sakallı Celal bilinir. Orhan Karaveli’nin "Sakallı Celâl’’ (Doğan Kitap, 2007) kitabında da geçer. Bu sözü Ressam İbrahim Çallı’da kullanır. Ancak sözün asıl kaynağı Ahmet Vefik Paşa’dır.


Ancak bu sözün asıl kaynağı ise çoook daha eskilere gider. Bu söz Sinoplu Diyojen’in üslubudur. Bu sözün kökeni İbn Sînâ’nın ‘’Cehâlet Teorisi’’ne kadar gider.

Yine bu söz Alman felsefeci, toplumbilimci, bestekâr ve müzikbilimci Theodor W. Adorno’nun 20 ciltlik eserinden birincisi olan ‘’Soziologische Schriften I’’ (Suhrkamp Verlag, 1978) eserinde kavramsallaştırdığı “Theorie der Halbbildung” (Yarı eğitimliliğin teorisi) bölümünde (s. 93 - 121) de anlam olarak yer alır. Adorno, bu eserinde ‘’Bildung’’ (eğitim), ‘’Unbildung’’ (eğitimsizlik) ve ‘’Halbbildung’’ (yarı eğitimlilik) arasındaki ayrımı kavramlaştırır. 

Ancak, Fransız edebiyatının büyük şairlerinden olan ve bir süre akıl hastanesinde yatıp çıktıktan sonra da gidecek bir yeri bulunmadığı için kendini bir havagazı fenerine asarak intihar eden Gérard de Nerval ise bu sözün tersini söyler: ‘’Cehalet tahsil edilemez, cehalet öğrenilemez.’’ Gérard de Nerval’ın o zaman yattığı akıl hastanesi şimdi T.C. Paris Büyükelçiliği binasıdır…

 

 

 


Yorumlar - Yorum Yaz