Neden yazmıyoruz?
Nobel ödüllü yazar Elias Canetti’nin güzel bir kitabı var: ‘’İnsanın Taşrası’’ (Sel Yayıncılık, İstanbul, 2015) Elias Canetti’nin, bu yapıtı 1942-1972 yılları arasında yazdığı notlarından oluşur. Bu notlar dünyada var olan her şeye dairdir. Canetti, kitabında, yaşadığı dünyada herkesten ve her şeyden önce kendi kendisiyle en maskesiz tarzda hesaplaşmayı etik bir ilkeye dönüştürür.
İki cilt olarak yayımlanan yapıtta Elias Canetti, notlar için şöyle der:
“Notlar, insanın içinden geldiği gibi kaleme alınan, birbirleriyle çelişen yazılardır. Kimi zaman dayanılmaz bir gerilimden, ama çoğu kez de aşırı bir hafife almaktan kaynaklanan esintileri içerir… İnsan çok yönü, binlerce yönü bulunan bir varlıktır. En büyük şansı ve mutluluk kaynağı da budur ve insan ancak belli bir süre sanki böyle bir varlık değilmiş gibi yaşayabilir. Kendini amacının kölesi gibi hissettiği anlarda, insana yardımcı olabilecek tek çare vardır: Eğilim ve yeteneklerinin çok yönlülüğüne boyun eğip, kafasından geçenleri hiçbir ayıklama yapmaksızın kâğıda dökmek.’’
Ve kitabında şöyle yazar Canetti:
"Bu notların güçlüğü, kişisel olmalarından kaynaklanıyor. İnsan, özellikle kişisel olandan uzaklaşmak istiyor; sanki daha sonra artık değişemeyeceğinden korkarcasına, kişisel olanı kâğıda dökmekten korkuyor. Gerçekte ise insan bir kez yazdıktan sonra rahat bıraktığı takdirde, her şey pek çok yoldan değişime uğramayı sürdürüyor. Ruhun yollarını gösteren şey, yeniden okumak."
Canetti'nin aslında bütün yazdıkları gibi, "Notlar"ı da giderek daha çok ‘’körleşen’’ bir dünyada bilinçli yaşamaya çalışan insanoğlunun bakışlarını yitirmemesi için verilmiş en soylu savaşımlardan birini belgeler. Ne de olsa -biraz sert de olsa Canetti'nin sözleri ile- "içinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur…"
Neden hep var olanı paylaşıyoruz da bizzat yazmıyoruz? Anlıyorsunuz değil mi?
Aslında neden yazmadığımızın başka nedenleri de var!
‘’Dava’’nın ve ‘’Değişim’’in yazarı Franz Kafka, Milena Jesenka isimli bir kadınla mektuplaşmaya başlar. Kafka’nın, Milena’ya yazdığı mektupları içeren ‘‘Sevgili Milena’’ isimli kitabı (Say Yayınları, 2010) ise pek bilinmez… Bu mektupların birinde Kafka, Milena’ya şu ifadeleri kullanır; ‘‘İçimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak.’’ ‘‘Mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir.’’
18 Haziran 2010 tarihinde vefat eden Portekizli yazar José Saramago’nun bir röportajında söylediği şu sözlerini de buraya aktarmak istiyorum; ‘‘Bazıları yaşamları boyunca okurlar, ama hiçbir zaman sayfadaki sözcükleri okumaktan öte gitmezler; sözcüklerin hızlı akan bir ırmağın üstündeki atlama taşları olduğunu, karşı kıyıya erişebilmemiz için oraya yerleştirildiklerini ve önemli olanın karşı kıyı olduğunu anlamazlar. Sözcükleri birbirimizi anlamak, hatta bazen birbirimizi bulmak için kullanırız. Sözcükler insanoğluna düşüncelerini gizlesinler diye verilmedi.’’
Birbirimizi anlamanın, birbirimizi bulmanın en iyi yolu ise yazmaktır. Öyleyse; birbirimizi anlayamamamızın nedeni de yazmamak değil midir? Yoksa Kafka’nın yazdığı gibi içimizin korkunç sarsıntılarını mı ortaya koyuyor yazmak? Yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek mi demektir?
Hâlbuki José Saramago’nun söylediği gibi sözcükler birbirimizi anlamanın, birbirimizi bulmanın en iyi yoludur… Yine José Saramago’nun söylediği gibi; ‘’sözcükler insanoğluna düşüncelerini gizlesinler diye verilmedi…’’ ki!
Neden hep var olanı paylaşıyoruz da bizzat yazmıyoruz? Anlıyorsunuz değil mi?
Osman AYDOĞAN