• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam961
Toplam Ziyaret3104634

Gölge, Varlık ve Simülasyon


Gölge, Varlık ve Simülasyon

03 Ocak 2016

Yıllar yıllaaaar öncesiydi. Daha yirmili yaşların başındaydım…  Kavramları, olguları ve kavramlar ve olgular arasındaki ilişkileri anlamaya çalışıyordum… Ben ki, daha o zaman nesneler, fiiller ve failler arasındaki ilişkiyi dahi kuramamışken kavramlar arasındaki ilişkiyi nasıl kuracaktım?

Bu sorunu aşmak için ilk denemem Orhan Hançerlioğlu’nun, “Düşünce Tarihi” (Remzi Kitapevi, 1977) adlı eseri oldu… Onu ardından yine Orhan Hançerlioğlu’nun dokuz ciltlik “Felsefe Ansiklopedisi’’ (Remzi Kitapevi, 1976-1980) oldu... Toplam on ciltlik bu iki eserin neredeyse altını çizmediğim, notunu almadığım sayfası kalmadı…

Bu merakımı yüksek lisans için Almanya’ya gittiğimde de ‘’Atlas Philosophie’’ (Peter Kunzmann, dtv Verlagsgesellschaft, 1995) kitabı ile devam ettirdim. Almanya’dan ayrıldığımda da Almanların arkamdan söylediklerini de reklam olmasın diye yazmayayım!...

Gölge

Orhan Hançerlioğlu, bahsettiğim “Düşünce Tarihi” adlı eserinde; Platon’un Politeia adlı yapıtının VII. kitabında geçen ünlü mağara örneğini şöyle açıklamaya çalışır:

“…Şimdi bilgimizi ve bilgisizliğimizi şu anlatacaklarımla ölç, Glaukon. Yeraltında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ışıklı bir yola açılıyor. Ama mağarada oturan insanların kolları, boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmış, sırtları da ışığa çevrilmiş. Öyle ki sadece karşılarındaki mağara duvarlarını görebiliyorlar, başlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. Düşün ki sırtlarının arkasındaki ışıklı yoldan bir sürü nesneler geçiyor, Işık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. Şimdi bu adamlar mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler değil mi?

Demek ki bu adamlar birbirleri ile konuşabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi. Çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden başka bir şey değildir. Şimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve başını gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ışıktan kamaşır ve asıl gerçekleri göremezdi değil mi?

Dahası kamaşan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaş yavaş alıştırarak asıl ışığın kaynağına da pekâlâ bakabilirdi. İşte o zaman arkadaşları ile gördüğü şeylerin birer hayalden ibaret olduğunu asıl gerçeklerin şimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı.

İşte sevgili Glaukon gözümüzle gördüğümüz bu dünya o mağaranın duvarıdır, arkasındaki ışığa bakabilen insan da duyu gözünü us (akıl) gözüne çeviren bilgedir.”

Varlık

Çoook sonraları da tasavvufa merak saldım… Belki bu merakımı yazılarımdan da fark ediyorsunuzdur… Mevlana, Şems, Nesimî derken Arabî’nin ülkemizdeki en derli toplu anlatımını sanırım bu sitemde ben yaptım…

Ama bakmayın böyle yazdığıma… Bir büyüğüm editörlüğünü yaptığı bir dergide yayınlanmak üzere benden ‘’Hallac-ı Mansur’’ hakkında bir yazı yazmamı istemişti de bu sitemde bine yakın makale olmasına rağmen aylarca bocalamış, bocalamış, bocalamış ve sonunda da o büyüğüme bu yazıyı yazamayacağımı arz etmiştim. Çünkü bir türlü ‘’en-el Hak’’ sözünü açıklayamamıştım. Bu sözü açıklamaya kelimelerin yetersiz, söz dağarcığım kifayetsiz kalmıştı…

Neyse… Gelelim konumuza...

Hayal, tasavvufta Allah'tan gayrı her şeyin sıfatıdır. Allah'ın varlığı karşısında kâinatın gerçek varlığı bulunmamaktadır. Varlık âleminde görülen her şey aslında birer hayalden, gölgeden ibarettir. Olsa olsa Allah'ın aksi’nden nişane verirler. Esas olan Sevgili’nin zihindeki hayalidir. Tasavvufta buna “âlem-i hayal” deniliyor..

Âlem-i hayal, tabiat âlemini karşılar ve baştan sona bir vehimden ibarettir. Ruhlar âlemindeki (âlem-i ervah) birtakım cevherler, varlığın suver (görüntü) veya zilli (gölge) ile varlık bulmuştur… Varlık, göz yumup açıncaya kayboluveren bir hayalden ibarettir. İnsan var sandığı her şeyin aslında bir hayalden ibaret olduğunu zaman içerisinde anlar.

Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.

İbn’ül Arabî Hakk ve kâinat ilişkisini şöyle açıklar: “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”

Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı meselâ, bir adamın güneşin ışığından gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir. Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı olan zâttır. Sonuçta bu âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.

Futuhat-ı Mekkiye’de Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn’ül Arabî’ bir gece Mekke’de tavaf yaparken kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söylediği birisini (sadece kendisinin) “gördüğünü” yazar. Kendisinin de bir insan olduğunu söylemektedir ama İbn’ül Arabî’nin bildiği insan fiziğine benzememektedir. Hz. Adem’in ancak yedi bin yıl önce yaşadığını bildiğinden İbn’ül Arabi ona Hz. Adem’i sorar; şöyle cevap alır: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”

İbn’ül Arabî deyince onun sözleri ile devam edeyim:

"İnsan, Allah'ın kendi ilahi sıfatlarını gördüğü bir aynasıdır.’’

''Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayal; yani aynalara vuran akisler veyahut gölgeler... ‘’

"Varlıklar gelir, ilahî isimlere ayna olur, görünür ve yiterler."

"Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren 'kuşatıcı bir varlıkta' isimlerini tek tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi."

"Bil ki Allah insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları ademden vücüda, yani yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar yolcu olma özelliklerini (tekamül) hiç bırakmamışlardır."

"...artık, arif anlar ki, gerek enfüs'te, gerek afakta; tecelli eden tek zat, tek hakikattir; başkası yok.. varlık, tek varlık, bir can ve bir tendir. Ama, hakikatin aslı, ne bölünmüş ne parçalanmıştır zahirde görünen cümle şeyler, onun tecelligâhı ve aletidir..."

Hazreti Mevlânâ’nın ‘‘sureti hemi zillest’’ (Görünen her şey gölgedir) diye başlayan ve dünyanın bir hayalden ve gölgeden ibaret olduğunu söyleyen bir rübaisi vardır. Bu dizelerde, gerçek-hayal ayrımının ve geleneksel İslam sanatının metafiziksel imaj dünyasının eksenindeki sorunsal da dile gelir. Geleneksel İslam sanatı, görünen her şeyin hayal olduğunu söyler. Ona göre, bizler hakikî olmayan, varlığı Varedici’nin varlığına bağlı olan birer gölge, birer hayalizdir. Görünenler, görünmeyenlerin izdüşümü, gölgesi ve sonsuz suret imkânlarından biridir. Zira tecelli kesintisizdir ve her form, hakikatin birer yüzüdür o kadar.

Her şeyin bir nedeni varsa bu sonsuza kadar gider ve akıl çelişkiye düşer öyleyse bir ilk neden olmalı diye Aristoteles'in formüle ettiği ve İslam felsefesinde sürdürülen bir düsturdur bu. O üç sözcük ‘’Sureti hemi-zillest’’ Eflatun felsefesinin özüdür.

Levh-i Mahfûz, Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için ‘’Kader Kitabı’’ da denir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Melekler Levh-i Mahfûz'u görürler. Kader olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar Allah katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır.

Kur'an'da geçen Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap ifadeleri Levhi mahfuz ile ilişkili bulunan ifadelerdir.

Buruc suresi 22. ayetinde Kur'an'ın Levh-i Mahfûz'da bulunduğu ifade edilir.(Buruc: 22) Ancak hiçbir tanım getirilmez. Bazı ayetlere göre Levh-i mahfûz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En'âm: 59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf: 4), yeryüzü ve insanlarla ilgili tüm olay ve oluşların yazılı bulunduğu (Hâdid: 22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin: 12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml: 75), temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır. İsrâ Sûresi 58. ayette de "Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da) yazılıdır." şeklinde yer almaktadır. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.

Berât gecesi, Kur'an-ı Kerim'in Levh-i Mahfûz'dan Dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna "inzâl" denir. Kadir Gecesi'nde ise Peygamber'e ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da "tenzîl" denir.

Simülasyon

Ve her zaman tabii ki bilimi de takip ettim.

2003 yılında Philosophical Quarterly adlı akademik bir dergide Nick Bostrom imzalı yayınlanan makalenin ilginç bir başlığı vardı. “Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyorsunuz?”

Bu makaledeki varsayıma göre dünya, güneş sistemi, evren dediğimiz şeyin tamamı, bir başka gerçekliğin simülasyonudur. Eğer bizim yaşadığımız dünya bir simülasyon ise bu demektir ki bir başka uygarlık bizden daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. Öyle ki acaba bu gelişmiş halimizden (mesela binlerce, milyonlarca yıl) önce atalarımız nasıl bir hayat yaşıyordu diye bir simülasyon ortamı yaratmışlardır. O ortam, bizim evren dediğimiz şey. O halde bu dünya, galaksi, evren; aslında o gelişmiş uygarlığın bir bilgisayar ortamı; başka bir şey değil. O halde bu simülasyonu yaratanlar gözlemekte oldukları simülasyon ortamını (bizim dünyamız) bir gün kapatmayı tercih edebilirler – yani kıyamet!

İnsanın aklına bu noktada NASA da bilim adamı olarak çalışan Dr. Rich Terrile, yaptığı araştırmalar sonucu ortaya attığı bir iddia geliyor. İddiasında gerçekliğimizin detaylı bir hologram olduğunu savunan Dr. Terrile, bunun üst bir aklın sonucu olduğunu söylüyor.

Dr. Rich Terrile’nin açıklaması da şu şekilde:

‘’Şu anda bizler kozmik bir bilgisayar yazılımı içinde bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünyada tek bir bilinci farklı şekillerde yaşıyoruz ölüm, diye bir şey yok, hayat sadece bir rüyadır. Bizler sadece kendilerimizin hayalleriyiz.’’

Aslında bu teori daha öncede ‘’simülasyon teorisi’’ adı ile ortaya atılmıştı. Dr. Terrile aynen Matrix gibi bir dünyada yaşadığımızı bunu da yeni yeni anlamaya başladığımız kuantum fiziği ile açıklayabileceğimizi belirtiyor. “Kuantum fiziğinde maddeyi oluşturan parçacıklar gözlenmedikleri sürece kendilerini tanımlamazlar. Öyle bir simülasyon dünyada yaşıyoruz ki neyi gördüğümüz neyi görmeye ihtiyacımız olduğu ile ilgilidir.” Ve Dr. Terrile ekliyor; ‘’bir üst akıl bizim gerçekliğimiz ile oynuyor’’.

Dr. Rich Terrile, “Gelecekte dijital insanlar çoğalacaksa, neden biz de şimdiden öyle olmayalım?” diye soruyor. Görüşü destekleyenler ise insanların gelecekte yaşayan evrilmiş benliklerimiz, kendilerini ilerletmek gibi özel bir maksatla atalarının yaşayacağı farklı bir gerçekliği tasarlamış olabileceğini savunuyor.

Dr. Terrile’ye göre bizim tutarlı işleyen bir evrende yaşamamız, bu görüşü daha savunulabilir bir hale getiriyor. Ayrıca evrenin yapıtaşları atom altı parçacıklara bölünebiliyor ve bunlar da pikselleri çağrıştırıyor. Haliyle evrenin bu yapısı onu teoride programlanabilir kılıyor.

Birkaç paragraf önce anlattığım Levh-i Mahfuz bu anlamda neydi acaba?

Ve gelin Arabî’nin Futuhat-ı Mekkiye’de bir gece Mekke’de tavaf yaparken gördüğü kırk bin sene önce ölmüş olduğunu söyleyen kişinin yedi bin sene önce yaşamış Hz. Adem sorusuna verdiği cevabını düşünelim: “Hangi Hz. Adem’i soruyorsun; sizin atanız olan en sonuncusunu mu?”

Şehriyar

Ve kader beni, beni ben yapan, her şeyimi, ama her şeyimi borçlu olduğum Şehriyar ile tanıştırdı...

Şehriyar’ın bana söylediklerini hiç unutmamıştım. Şehriyar’ın sözleri takılmış bir plak gibi zihnimde dönüp duruyordu zaten:

‘’Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıdır…’’ derdi Şehriyar ve sonra devam ederdi; ‘’Hayat ne kadar uzun olursa olsun, sadece bir anlık bir düştür. Görünüşü gerçekmiş gibi kabul etmek keder vericidir ve bütün felaketlerin nedenidir.’’

Ve anlatırdı Şehriyar;

‘’Siz karmaşa içindesiniz, çünkü dünyanın içinde olduğunuza inanıyorsunuz, dünyanın sizin içinizde olduğuna değil… Bir kez, her şeyin içten geldiğini, içinde yaşadığınız dünyanın size değil, sizin tarafınızdan projekte edildiğini idrak ettiğinizde korkularınız sona erer. Siz sadece dış dünyanın gerçek olduğuna inandığınız sürece onun tutsağı olarak kalırsınız. Aslında ise ne beden ne de onu içeren bir dünya vardır; sadece zihinsel bir durum, rüyamsı bir hal vardır ki gerçekliği sorgulandığında kolayca dağılabilir. Biz sadece rüya görmekteyiz. Hatta bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur. Rüyalara gerçeklik atfettiğiniz sürece onların kölesisiniz. Rüyanızın rüya olduğunu idrak ettiğinizde uyanacaksınız. Dünya bir yansımadır. Ancak siz yansıma değilsiniz, yansımayı görensiniz.

Önce, dünyanızın sadece sizin kendi yansımanız olduğunu idrak edin ve bu yansımaya kusur bulmaktan vazgeçin. Kendinizle ilgilenin, zihinsel ve duygusal bakımdan kendinizi düzeltin. İmgelemeden (hayal kurmadan) bakmayı, çarpıtmadan dinlemeyi öğrenin, hepsi bu. Esasta isimsiz ve şekilsiz olana isimler ve şekiller atfetmeyi bırakın. Her idrak- algılama şeklinin öznel (enfüsi, sübjektif) olduğunu, görülen ya da işitilen, dokunulan ya da koklanan, hissedilen ya da düşünülen, umulan ya da hayal edilen her şeyin gerçekte değil zihinde olduğunu idrak edin!. Düşünüp hayal edilebilen hiçbir şeyin kendiniz olamayacağını bir kez anladığınızda, imgelemelerinizden kurtulmuş olursunuz. Olduğunuzu sandığınız şey sadece telkin ya da imgelemedir. Önce siz olduğunuzu sandığınız kişi olmadığınızı anlayın. İşte o zaman huzuru tadacak ve korkudan kurtulacaksınız. Dünyanın hiçbir kusuru yoktur. Kusuru olan sizin ona bakış tarzınızdır. Sizi yanıltan kendi imgelemenizdir. Olmak için hiç kimse olmalısınız. Kendinizi bir şey, bir kimse olarak düşünmek ölümdür ve cehennemdir.’’

Keşke

Keşke filozof olsaydım, keşke düşünür olsaydım, keşke teolog olsaydım ve keşke elim de kalem tutsaydı da düşündüklerimi düzgün düzgün yazabilseydim de bu kadar dağıtıp, eveleyip, geveleyip karmaşık hale getirmeseydim…

Keşke bu kadar uzun uzun ve karmaşık yazımı Şehriyar'ın şu beş kelimesi ile özetleyebilseydim: ''Dünya benim tahayyülümün bir yansımasıdır…''

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz