• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi10
Bugün Toplam412
Toplam Ziyaret3328237

Zaman geçer biz göçerken (2) 


Zaman geçer biz göçerken (2) 

30 Aralık 2016

Yahya Kemal Beyatlı, ölümü ‘’meçhule giden bir gemi’’ olarak tanımladığı şiirine şöyle başlamıştı;

‘’Artık demir almak günü gelmişse zamandan, 

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’

Yahya Kemal’e göre ölüm ‘’zaman’’dan demir almak, ayrılmakmış.

Şiirini şöyle bitirirdi Yahya Kemal;

‘’Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden 

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.’’

Birçok gidenin her biri memnunmuş ki yerinden, bu seferlerinden hiç ama hiç dönen olmamışmış.

Halil Cibran derdi ki; ‘’hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibidir. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar.’’

Cibran’a göre ise hayat ve ölüm, birbirine hasret nehir ve deniz gibilermiş. Nehirlerin denizlere aktığı gibi, hayat da ölüme doğru akar gidermiş.

''Hayat ve ölüm'' deyince de aklıma Hegel gelir; Georg Wilhelm Friedrich Hegel. Hegel’e göre dünya demek mantık demekti. Hegel’e göre; insanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin de sınırlarını çözmüş olacaklardı. Hegel’e göre, biricik canlı felsefe; çelişmelerin, daha doğrusu karşıtların felsefesiydi. Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de çiçeğin ortadan kalkması gerekliymiş. Demek ki üremenin gerçeği hem çiçek, hem de meyve olmakmış. Hegel’e göre ölüm; hem ortadan kaldırmaymış, hem de yeniden doğuşu sağlayan bir koşulmuş.

Hallac-ı Mansur da ölüm için şöyle söylemişti;

‘‘Hayatım ölümdedir benim

Ölümüm de hayatımda’’

Mansur’a göre hayatımız ölümümüzmüş.

Mevlânâ’ya göre ise; ‘’doğum, hayatın bitmeye başladığı an, aradaki bölüm ise ölümden çalınan zamandır.’’ Mevlânâ’ya göre doğum, hayatın bitmeye başladığı anmış.

Mevlânâ gibi bir benzer sözü de Alman filozof Arthur Schopenhauer söylemişti;  ‘’Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker. Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi.’’ (Irvin D. Yalom, ‘’Schopenhauer Tedavisi Bugünü Yaşama Arzusu’’, Kabalcı Yayınları, 2013)

Schopenhauer’e göre de kaçış yok, zafer ölümünmüş, kedinin fare ile oynadığı gibi ölüm de hayatla oynarmış, hiçbir şey bâki değilmiş. 

Bernard Shaw da insanın, asıl olarak hayatı yaşamaya değer kılmayı becerememekten dolayı öldüğünü söyler. Shaw'a göre ölüm, hayatta savunulacak bir kırıntı bile kalmayınca vuku bulurmuş. Derdi zaten Halil Cibran; ‘’arzu hayatın yarısıdır, kayıtsızlıksa ölümün’’.

Kimindi bu söz anımsamıyorum; ''hayat herkes için başlar ve biter(miş). Aradaki boşluğu her insan kendi çapına, tıynetine göre doldurur''(muş).

Yüce Tanrı, hadîs-i kudsî’de de; “gizli hazine idim, bilinmek istedim ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım” diye buyuruyor. Bu hadîs-i kudsî; dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşırmış; insanların Hakk’tan gelip yine Hakk’a dönüşleri anlamındaymış. İbn Arabî, Seyyid Nesîmî, Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bestamî kendilerinin çoğunu ölüme götüren "En-el Hak" (ben Tanrı’yım) sözünü bu anlamda söylemişlermiş; insanlar Tanrı'dan gelip yine Tanrı’ya dönerlermiş. Schopenhauer de söylemişti zaten; ‘’ölümden sonra, doğduğundan önce neysen, o olacaksın.’’

Jostein Gaarden de ''Sophi'nin Dünyası'' adlı kitabında uzun uzun anlatmıştı bu görüşü desteklercesine; ‘’bizler yıldız tozuyuz.’’ Fransız filozof Michel Foucault ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (Les Mots es les choses) (İmge Kitapevi, 1994) adlı kitabında ‘’bakanın bakılan olduğu’’ yazardı. Günümüzde de Kuantum teorisi ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahsetmektedir.

Bütün bu bilgeler özet olarak şunu iddia ederler; ‘’evrendeki her şey organik bir bütündür…’’ Zaten bir Çin atasözü de şunu söylerdi; ‘’bir ot yolarsanız tüm evreni sarsarsınız.’’

Bu evrende yerimiz sıradan ve çok çok küçük, zamanımız ise çok çok kısaymış. Bu muazzam zaman ve mekân büyüklüğü içerisinde bize ayrılan mikro düzeydeki zaman ve mekân küçüklüğünü anlamak da zormuş aslında.

Immanuel Kant da bunu söylerdi zaten; ‘’bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını yaşamaktayız, bildiğimiz hiçbir şey yoktur, bildiğimizi sandığımız sadece olaylardır, o olaylar ki, hiç bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir subjenin ilişkisinden doğmuştur.’’ Kant’a göre evren asla çözemeyeceğimiz bir sırdı, ancak Halil Cibran da şöyle söylerdi; ‘’Evrenin bütün sırlarını çözen kişi ölümü de arzular, çünkü ölüm de bir sırdır.’’

Dünyadaki canlılardan sadece insan öleceğini bilerek yaşarmış. Varoluşçu akımda bu ölümlü olma bilgisiyle yaşam haline ‘’insanın trajedisi’’ olarak adlandırılır. Bir kutsal kitap da bir başka trajediden bahsederdi; ‘’insanoğlu için en büyük trajedi, insan olduğunu anlayamadan ölecek olmasıdır….’’

Uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde insan olduğumuzu nasıl anlayacaktık ki? Kant’ın söylediği gibi ‘’bildiğimiz hiçbir şey yokken’’ insan olduğumuzu nasıl anlardık ki?

Daha büyük trajedi; uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde ufacık ufacık şeyleri anlamsız bir şekilde dert edinmek ve Tanrı’dan gelip yine Tanrı’ya dönecek olan varlıkları görmemek değil midir?

Garip akımının içinde pek fark edilemeyen, anlaşılmayan ve kendisi de ‘’garip’’ kalan Asaf Hâled Çelebi’nin ‘’Mârâ’’ adlı bir şiir vardı. Şiirine şöyle başlardı Asaf Hâled;  ’Bilmemek bilmekten iyidir, düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Gerçekte günümüzün asıl en büyük trajedisi hem ‘’bilmek’’, hem ‘’düşünerek yaşamak’’ ve hem de uzayın bu küçücük köşesinde, bu kısacık zaman diliminde ufacık ufacık şeyleri anlamsız bir şekilde dert edinmek değil midir? 

Uzun uzun anlattığım bu yazımda eski yıl ''ölüm'',
yeni yıl ise bir ''doğuş'' amlamına gelir. Buradaki ''ölüm'' yok oluş anlamında değil ''unutuş'' anlamındadır. Ne kadar olumsuz düşünce ve olumsuz anılar varsa eski yılla beraber hepsinin unutulması gerekir. Zaten ‘’unutma olmayınca mutluluk da olmaz’’ derdi Fransız roman yazarı Andre Maurois. Yeni yılda ise ''yeniden doğmak'' ve ''mutlu olmak'' için Asaf Hâled, ‘’Mârâ’’ adlı şiirinde bir şart koşuyor: ''Bilmemek bilmekten iyidir, düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Sizlere; ne kadar olumsuz düşünce ve olumsuz anılar varsa unutacağınız bir eski yıl ve bilmeden ve düşünmeden yaşayacağınız bir yeni yıl diliyorum; yeniden doğmanız ve mutlu olmanız için. Tanrı, yeni yılda düşünen insanları zihin sağlığından korusun! 

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz