• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam874
Toplam Ziyaret2891748

Niteliksiz Adam


Niteliksiz Adam

20 Eylül 2020

Franz Kafka, James Joyce ve Hermann Broch ile birlikte yirminci yüzyıl romanının büyük ustaları arasında yer alan Avusturyalı yazar Robert Musil (1880-1942), 1921 yılından başlayarak ölünceye kadar üzerinde çalıştığı bir kitabı var. ‘’Niteliksiz Adam’’  (Der Mann ohne Eigenschaften)  (Yapı Kredi yayınları, 1999, Ahmet Cemal’in çevirisi)

Kitabın tanıtım sayfasında şunlar yazar: ‘’Niteliksiz Adam, gerçek anlamda bir çağ ve geçiş dönemi romanıdır. Yazar tarafından “İmpkralya” diye adlandırılan, gerçekte 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında artık çöküş sürecine girmiş olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu simgeleyen bir ülkede Musil, modernizm sürecindeki bir toplumun ve bireyin tüm çalkantılarını sergilemeyi amaçlar. Bu çalkantılar, romanın başkişisi, yani “niteliksiz adam” olan Ulrich’in kimliğini aracılığıyla sergileniyor. Ulrich, bir ayağıyla eski’de, öteki ayağıyla yeni’de durmaktadır. Bütün sorun, onun bu geçiş konumunun doğal sonucu olan çelişkilerin üstesinden gelip gelemeyeceği sorusunda odaklanır. Niteliksiz adam Ulrich’in kişisel çatışmaları aracılığıyla Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte başlayan tinsel çöküşünü anlatır.

İşte Robert Musil’in ‘’Niteliksiz Adam’’ adlı eseri bana günümüzü ve Türkiye’yi ve renkli ekranlarda ve boyalı ceridelerde gördüklerimizi çağrıştırıyor…

Bunlardan birkaç örnek vermek istiyorum:

İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Başkanı olan Prof. Dr. Ahmet Uysal geçen hafta katıldığı bir televizyon programında Balkan göçmeni Türkleri kastederek şöyle konuşuyor:

“Bu insanlar da Türk diye gelmedi buraya. Sığınmak için geldi. O zaman işte Moskof diyorlardı. Bunların şeyinden onurlu yaşamak için işgalden kaçtılar. Kaçmayanlar da vardı. … Yani İnalcık Hoca diyor ki, nüfusun üçte biri Balkanlardan ve başka şekilde geldi Anadolu’ya. Yani göçmen ve bunlar Türk değil. … Ben bunu problem yapmıyorum. Hepsi bizim kardeşimizdir ve Türkleşmiştir. Sıkıntı yok, Suriyeliler de Türkleşecek… Bunlar, Türkçeyi bile sonradan öğrenmiştir!”

Adam profesör olmuş ama adamın ifadesindeki Türkçe bozukluğu, üslubu bir yana bırakayım adamda zerre kadar tarih bilgisi yok. Adam daha Balkanların Osmanlının anavatanı olduğundan, Balkanlardan gelen göçmenlerin Osmanlının asli unsuru Evlad-ı Fatihan olduğundan, bunların Balkanlara Türk gidip Türk olarak döndüklerinden haberi bile yok.

Ancak bu adam gibilerden TV ekranlarında öylesine çok var ki!

Benim tasavvurumda bir profesör ağırlığı vardı… Keşke diyorum bu profesörler çıkmasalar televizyonlara… Hiç gözükmeseler oralarda…

Çünkü bu profesörleri dinledikçe bunların üniversitelerine, bunların öğrencilerine içimden acımak geliyor. Öğretmek için önce öğrenmek ve örnek olmak gerek. Adlarının önünde akademik unvan kalabalığı olan bu insanlar TV ekranlarında; bilgisizliklerini, görgüsüzlüklerini, cehaletlerini, kaba ve terbiyesiz ağızlarını, nursuz yüzlerini, sevgisiz yüreklerini, seviyesiz düzeylerini, hissiz ruhlarını, anlamsız bakan gözlerini, doğruya değil de güce yaltaklanan sözlerini sergiliyorlar. Bunlar belli ki feodaliteden gelmişler, feodaliteyi de bilmiyorlar, burjuva ahlakına burun kıvırıyorlar ancak burjuva ahlakına da yabancılar. Her şeyden de anlıyorlar, her konunun da uzmanıdırlar, kısaca herbokologlar… Ve bir de bunların içinde  ''Hukuk''un ''H'' sinden bi haber sözde hukukçular var...

Bir de bunlar tartışma esnasında bağırmıyorlar mı... Parmaklarını göstere göstere sallamıyorlar mı... Hatta hatta muhataplarına hakaret bile etmiyorlar mı... Bunları ne zaman ekranların önünde bağırarak görsem, parmaklarını sallarlarken görsem aklıma Ernest Hemingway'in bir sözü geliyor... Ünlü yazar bir konuşma metninin kenarında şu notu düşmüş: "Burada fikirler zayıf... Sesini yükselt!" Ses, çoğu kez zayıf fikirlerin kaldıracıdır. Sesini yükselten, desibel hesabıyla haklı çıkacağını sanır. Bunlarda böyle işte; zihinleri fukara olunca fikirleri de ukala oluyor, kaldıraç olarak da seslerini ve parmaklarını kullanıyorlar.   

Tüm bu ekranlarda gördüklerim bana İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şeriati'nin bir yazısını hatırlatıyor: ‘’Sîretsiz sûretlerin vaaz kürsülerini işgal ettiği bir suratsız adamlar zamanındayız. Sîretsizler, sûret-i haktan görünerek suratsızlıklarını gizliyor. Ne utanmaz yüzler gizliyor o meş’um perde.’’

(Bu noktada sanırım bir sözlük kullanmam gerekecek: Sûret: Dış güzellik, geçici olan, yüzeysellik, zahirî olan… Sîret: Gönül güzelliği, kalıcı olan, derinlik, bâtıni olan…)

Yalçın Küçük teeee 1980'li yıllarda yazdığı “Aydın Üzerine Tezler” (Tekin Yayınevi, 1990) isimli beş ciltlik kitabında aydın sorununu şöyle anlatıyordu: “Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz. Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”

İşte geldiğimiz nokta budur... İşte TV'lerde bu gördüğümüz sözde profesörler, sözde aydınlar, üniversite hocaları böylesine bir sürecin ürünleridirler...

Adlarının önünde akademik unvan kalabalığı olan, TV ekranlarında ahkâm kesen bu insanlar bir de Osmanlıya öykünmezler mi? Ancak bu zatlar kendi tarihlerini bilmedikleri gibi öykündükleri Osmanlının tarihini de bilmezler... Onlar Osmanlının yükseliş zamanındaki bilginlerin ağırlığını da bilmezler.

Fatih Sultan Mehmet, bir gün veziri Mahmut Paşa’yı yanına alarak hocası Akşemseddin’i ziyarete gider. Akşemseddin, Padişah içeri girdiği halde ayağa kalkmaz. Bir süre sonra Akşemseddin, Fatih’in huzuruna gider. Padişahın yanında Mahmut Paşa da vardır. Fatih hemen ayağa kalkarak hocasına yer gösterir. 

İki olayı kıyaslayan Mahmut Paşa dayanamayıp sorar: ''Hünkârım, hocanız geldiğinde siz ayağa kalktınız. Hâlbuki siz onun yanına gittiğinizde o ayağa kalkmaz. Sebebi ne ola?'' 

Fatih şöyle cevap verir: ''Hocam Akşemseddin’e saygı göstermemek elimde değil. O yanıma geldiğinde gayri ihtiyari bir heyecan kaplar ve farkında olmadan kendimi ayakta bulurum. O ise, ilmin izzetini (değerini, yüceliğini) korumak için bana ayağa kalkmaz.''

İşte Osmanlı yükselirken bilginleri ve yönetimlerin bilginlere davranışı böyleydi...

Padişah II. Mahmut zamanında yaşamış Osmanlı Devlet adamı Keçecizade İzzet Molla'nın bir deyişi vardı. Deyişin aslı Osmanlıca; ''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap / Eyler onu müdahanei âliman harap.'' Türkçesi şu; ''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, onu bilginlerin dalkavukluğu harap eder.''

Osmanlı çökerken de yaşananlar bir Osmanlı devlet adamına çöküşün nedenini işte böyle söyletiyor: ''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, onu bilginlerin dalkavukluğu harap eder.''

Fatih'in hocası Akşemsettin'e saygısı nire... Hoca Akşemsettin'in hoca olarak ağırlığı nire.... Bunlar nire…. Hocasını her gördüğünde saygısından ayağa kalkan Fatih nire, şimdilerde ise hocalarını, bilginlerini kürsülerinden kovan, kaba kuvvetle derdest eden, cüppelerini yerlerde süründüren yönetimler nire... İlminin izzetini korumak için Fatih karşısında bile ayağa kalkmayan Hoca Akşemseddin nire, bunlar; el etek öpen, dalkavukluğun alasını yapan hocalar, profesörler, rektörler nire....

Gerçek hocaları, gerçek bilginleri, gerçek rektörleri tenzih ederim tabii ki...

Mevlânâ'nın çeşitli konuşmalarından derlenmiş bir eseri vardır: ''Fîhi Mâ Fîh'' (İnkılap Kitabevi, 2008) Bu kitapta Hz. Muhammed'in bir sözü yer alırdı: 

''Bilginlerin kötüsü emirleri ziyaret eden, emirlerin iyisi bilginleri bilginleri ziyaret edendir.''

İlim izzet sahibi olmayan, kadri kıymeti bulunmayan, ilminin izzetini, yüceliğini korumayan, dalkavukluk yapan, emirlerin elini eteğini öpen bilginlere sahip toplumlar ile gerçek bilginlerinin kadrini, kıymetini, değerini bilmeyen yönetimlerin sonu tarihin çöplüğü ve tarihin fokurdayan çukurlarıdır...

Girişte bahsettiğim Robert Musil, ‘’Niteliksiz Adam’’ adlı eserinde Ulrich’in kimliği aracılığıyla sergilenen ‘’niteliksiz adam” kendisini şöyle tanıtırdı: “Ben niteliksiz adamım, sadece kimse bunun farkında değil.’’ (Musil-Tereke, Dosya II 4, s. 120, 1928)

Kimse farkında olmadan Türkiye aydın karanlığında kuru bir çıra gibi alev alev yanmakta ve Robert Musil’in ‘’Niteliksiz Adam’’ adlı eserinde anlattığı ortamı birebir yaşamaktadır... Ama gören, duyan, anlayan, aldıran kim? 

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz