• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam157
Toplam Ziyaret3134011

Fatih Sultan Mehmet (3): Fatih’in hocası Akşemseddin


Fatih Sultan Mehmet (3): Fatih’in hocası Akşemseddin


31 Mayıs 2021


İstanbul'un fethinin 568. yıldönümü nedeniyle Fatih Sultan Mehmet'i anmak maksadıyla hazırladığım yazı serimin ilk iki yazısında fethi gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet’i ve kurduğu Osmanlı İmparatorluğunu anlattım.

Bugünkü yazımda ise değişik kaynaklarda “Manevi Fatih” olarak anılan, Fatih’in hocası Akşemseddin’i anmak istiyorum. Gelin Fatih Sultan Mehmet'i Fatih Sultan Mehmet yapan, onu yetiştiren, eğiten, fethe hazırlayan fethin manevi önderi Akşemseddin’i bir de benden dinleyiniz. Ve görün ki Fatih Sultan Mehmet'i bir nasıl hoca yetiştirmiş.

Tabii ki Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet'in tek hocası değildir. Fatih'in şehzadeliğinden beri çok değerli hocaları olur. Örneğin Molla Hüsrev (Manisa’dan beri, Fıkıh hocası), Zağnos Paşa (Fatih’in şehzadeliği sırasında Manisa’da onun nedimliğini yapar, şehzadeye Rumca ve Lâtince öğretir), Molla Gürani, Molla Fenari, Ali Kuşçu (astronomi ve matematik hocası), Hızır Bey ve Sinan Hoca (sonradan Sinan Paşa, Hızır Bey’in oğlu, yaşça Fatih’ten küçüktür) gibi Fatih'in hocaları vardır.

Akşemseddin

Akşemseddin’in asıl adı Muhammed bin Hamza’dır. 1390 yılında Şam’da doğar. (Bazı kaynaklar Göynük’te doğduğunu yazarlar) 15. yüzyılın en büyük sufilerinden biri ve çok yönlü Türk bilim adamıdır. 


Henüz yedi yaşındayken babasıyla Amasya’nın Kavak beldesine yerleştiğinde, okumaya ve bilime merakı herkesin dikkatini çeker. Genç yaşta Osmancık’a müderris (günümüzdeki üniversite öğretim üyesi) tayin edilir. Ancak aklı, dönemin ünlü düşünürü Hacı Bayram-ı Velî’nin öğrencisi olmaktır. Çünkü kendisini tanıyanlar ona şöyle diyorlardı:

‘’Kazandığın şu zahiri ilmini mana ilmiyle, bilgini aşk ile akıl vergisini kalp ve gönül vergisiyle tamamlaman gerek. Bu da yalnız olmaz. Sana bir mürşit lazım. Kalk Ankara'ya git. Orada Hacı Bayram Velî'ye müracaat et. O seni tamamlasın, bütünleşin. Sen bu dünyaya lazım bir insansın.’’

Mikrobiyolojinin babası Akşemseddin

Israrlı çabalarıyla muradına erer. Bir süre Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır. Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî’den, bugünkü diplomanın karşılığı olan “ilimde icazet” alır. Bu eğitiminin sonunda yazdığı “Maddet-ül-Hayat” (Sağlık Bilimleri Üniversitesi Yayınları, 2019) adlı kitabında diyor ki; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Bu nedenle Mikrobiyolojinin babası sayılır. (Günümüzde hala Koronavirüs vakasını anlamayan insanlar var değil mi?)


Akşemseddin bunları yazdığında Avrupa’nın mikrobiyolojinin babası olarak bildiği Hollandalı bilim adamı Antonie Philips van Leeuwenhoek’in (1632 -1723) doğmasına yaklaşık iki asır, yine Avrupa’nın bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açtığını bulan olarak bildiği Fransız Louis Pasteur’ün (1822 – 1895) doğmasına daha dört asır vardır. Ancak Batı bilimi bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin’i asla anmaz. Hele Akşemseddin’in kanserle uğraşmasını; hatta Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etmesini de Batı’nın tıp tarihi yazmaz. Biz de bilsek de sözünü etmeyiz zaten!

Sadece İskoç oryantalist Elias John Wilkinson Gibb,’’History of Ottoman Poetry’’ (Luzac and Company, London, 1967) adlı eserinde, Akşemseddin'in tıp alanındaki ilmini, Hacı Bayram Velî ile beraber olduğu yıllarda elde ettiğini kaydetmekte ve kendisinden âlim ve mübarek bir kimse diye söz etmektedir.

Akşemseddin, ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koyar.

Sadece beden hastalıkların değil, aynı zamandan ruh hastalıklarının da hekimi olan Akşemseddin, ruh hastalıklarını da tedavi eder.

Bu yüzden kendisine "Lokman-ı sani’’ (İkinci Lokman) denilir. Tıp bilimleri dışında başta İslami bilimler olmak üzere astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olur.

Akşemseddin Edirne'de

Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayram­ı Velî birlikte Edirne’ye giderler. Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayram­ı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır” der.


Akşemseddin, bu ziyaretinde II. Murad’ın kazaskeri Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın kanser hastası olan oğlu Süleyman Çelebi’yi tedavi ederek iyileştirir.

Akşemseddin tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce yine Fatih’in yanına Edirne’ye gider. Akşemseddin bu ziyaretinde de Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirir. Akşemseddin bu gelişinde uzun süre Edirne'de kalır. Fatih'e hocalık yapar. Fetih için Edirne'den İstanbul'a beraber gelirler.

Rivayete göre Fatih bir gün haber vermeden hocası Akşemseddin’in çadırına girdiğinde, hocanın ayağa kalkmamasına şaşırır ve çok içerler. Diğer hocalar: “Bir nedeni vardır, elini öpüp öğrenmelisin” deyince o gece yine ziyaretine gider. Bu kez padişahı ayakta karşılayan Akşemseddin’le sabaha kadar sohbet ederler. Hocasının ayağa kalkmayarak Fatih’e verdiği ders ise ''alçakgönüllü”lüğünü terk ettiği yönündeki gözlemleri ve kaygılarıdır. İstanbul’u almak ne kadar önemliyse, ''kendini beğenmemiş'' kişiliğini sürdürmesi de o kadar önemliydi. Fatih, hocası Akşemseddin hakkında; "diğer hocalar benim karşımda titrerken, ben bunun karşısında titriyorum" der.

İstanbul’un kuşatılması esnasında Akşemseddin

Kuşatma başlamıştı; ancak surlar aşılamıyordu. Fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu “fetih günü”nü aynen bildirerek gideren, âyet­i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin’di.


Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hz. Eyyûb el­ Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister.

Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el­ Ensarî, Hz. Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hz. Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi.

Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de ‘’uğurlu kişi’’ olarak bu sefere memur eder. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat eder ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilir.

Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hz. Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu bilir.

Bundan sonrasını, Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakleder:

‘’Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ‘Beyim, Alemdâr­ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l­ Ensârî bu mahalde medfundur’, diyerek bir hıyâban­ı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben: ‘Hünkârum, hikmet­i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler!’ Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: ‘Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb­ül Ensarî’ diye yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret­i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış. Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.’’

İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunur. Sonra da bu kabre, şaheser bir türbe yapılır.

İstanbul’un fethi esnasında Akşemseddin

Birçok belgeye göre, Fatih 19 yaşındayken İstanbul’u fethedip kente girdiğinde, kendisini yetiştirerek o muhteşem güne hazırlayan, hatta teşvik eden, kararlılığını sağlayan hocası Akşemseddin de yanındadır.


Fatih, Akşemseddin ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanır, şehir halkı yaşı ve konumu nedeniyle Akşemseddin'i Fatih sanıp ona çiçekler uzatır. Akşemseddin ise "Padişah ben değilim" diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmet'i gösterir. Fatih ise "Hünkâr benim ama o benim hocamdır. Çiçekler ona layıktır!" sözüyle tebessüm ederek çiçekleri hocasına takdim eder.  

İstanbul alındıktan sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’daki ilk cuma hutbesini okuyan da Akşemseddin’dir.

Akşemseddin Göynük’de

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi: “Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...” diyerek şiddetle reddeder.


Artık kendi görevinin de bittiğine inanır, Fatih’ten Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar.

Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra kendisine ödül olarak vermek istediği altınları ve imkânları kabul etmez ve Göynük kasabasına sadece sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile döner. Akşemseddin Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalır, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.

Akşemseddin’in nasihatı

Herkes Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye nasihatini bilir. Ama esas nasihat Akşemseddin’dendir. Akşemseddin’in nasihati:


‘’Ey oğul!
Her şeye besmele ile başla.  
Daima abdestli ve temiz ol.
Kimseden incinerek sitem etme ve kimse de senden incinmesin.
Kimsenin kalbini viran eyleme (yıkma).
Kardeşine ulaşan nimete asla haset etme.
Kimseyi kötüleme, yalan ve iftiradan sakın.
Kardeşinin kusurlarını görme.
Ananı ve babanı duadan ihmal etme.
Dünya sultanlarının iltifatıyla sevinme.
Dünyanın geçici sevinci sen oyalamasın.
İhsan ve ikramın bol olsun, sadakayı ihmal etme.
Sırlarını ifşa eyleme.
Kendini başkalarına methiye eyleme.
Bu günden yarının tasasını çekme.
Sofradan düşen yemek, zenginliğe sebeptir.
Daima edepli ol; ikram ettiğine de mütevazı ol.
Dişini tırnağınla kurcalama.
Evinde örümcek ağı olmasın.
Elbisen üzerinde iken dikme.
Allahü Tealaya isyandan sakın ki hafızan ve zekân artsın.
Sahipsiz mala elini uzatma.
Ölümü aklından hiç çıkarma.’’

Akşemseddin’in vefatı

Rivayet olunur ki Akşemseddin Hazretleri bir gün oğlunu (dört yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan Efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müritleri eve koşarlar “Başınız sağolsun” derler hanımına, “Efendi göçtü!”


Yıl 1459 yılının Şubat ayıdır. Fethin manevi önderi Göynük’teki Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine mütevazi bir törenle defnedilir. 

Yolunuz düşerse, Göynük’e Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine “fethin manevi önderi” için siz de bir Fatiha okuyun, içinizden gelen en güzel sözleri türbesinin başında fısıldayın.

Hani Cicero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir’’ diye. Biz bu büyük Hoca’yı yâd ile analım. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

Akşemseddin’in kitapları

Akşemseddin aynı zamanda şu kitapların da yazarıdır: ‘’Risaletü'n-Nûriye’’, ‘’Hall-i Müşkilât’’, ‘’Makamât-ı Evliyâ’’, ‘’Kitabü't Tıb’’, ‘’Maddetü'l-Hayat’’, ‘’Def'ü Metain’’ ve ‘’Nasihatnamei Akşemseddin’’


Akşemseddin hakkında yazılan eserler

Akşemseddin’i anlatan eserlerden ise en önemli ve özgün eser olan Göynüklü Kadı Emir Hüseyin Enisî’ tarafından kaleme alınan ‘’Menakıb-ı Akşemseddin’’ (Akşemseddin’in Menkibeleri) (H Yayınları, 2011) adlı kitabıdır. Akşemseddin’in bilimsel yönünü anlatan ise Ali Kuzu’nun ‘’Akşemsettin, Mikrobu Bulan Alim’’ (Paraf Yayınları, 2013) adlı kitabıdır. Bir de Göynük Belediyesi tarafından yayınlanan Ömer Eru’nun hazırladığı ‘’Akşemseddin Hazretleri’’ (2013) adlı kitap bulunmaktadır. 


Fatih Sultan Mehmet’i dekor, süs, resim ve malzeme olarak kullananlar, Fatih Sultan Mehmet’i FSM haline getirenler Akşemseddin’i ne anarlar ne de anlarlar. Sahi, bakın kaç gün geçti fethin yıldönümünün üzerinden, görün bakın Osmanlıya öykünenlerden, Fatih Sultan Mehmet’e meftun olanlardan bu sürede hiç Akşemseddin’i anan, hatırlayan, yâd eden var mı?

Ancak bunları fazla düşünmeyelim.  Bunlar onların sorunu. Ama biz, gelin dün de verdiğim gibi Asaf Hâled Çelebi’nin Mârâ adlı şirinin girişinde söylediği gibi yapalım:

’’Bilmemek bilmekten iyidir. Düşünmeden yaşayalım Mârâ.’’

Arz ederim.

Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya devam edeceğim…

Osman AYDOĞAN

Meraklısı için bir not: Akşemseddin ne anlama gelir?

Şems, Farsça ‘’Güneş’’ demek, Şemseddin ise ‘’Dinin Güneşi’’ anlamına geliyor. Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır biliyor musunuz? Gerçi bir kısım anlı şanlı tarihçiler, yazarlar ve basın tarafından; saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘’Akşemseddin’’ dendiği iddia edilse de bu doğru değildir. Kaldı ki Akşemseddin kösedir. Köse Akşemseddin'i bir de tanıtacağız diye bembeyaz sakallı resmini paylaşmazlar mı bu sözde tarihçilerimiz, yazarlarımız, basınımız. İşte Türkiye’deki tarih anlayışı böyle bir şeydir.


Peki, Akşemseddin neden Akşemseddin diye anılır?

Ama önce kısa bir Türkçe bilgisi:

Türkçede ‘‘kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin ikincil anlamı olan renk tanımlarından önce asıl anlamı daha farklıdır.

‘’Kara’’ sözcüğü; ‘’ulu, yüce, zor, sert, iri, büyük’’ anlamlarında kullanılır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Merzifonlu Yüce Mustafa Paşa‘dır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir. Kara Tekin, Kara Murat; (aynı anlamda) yüce, ulu, büyük Tekin‘dir, Murat’dır. Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır. Karadeniz; zor denizdir (dalgaları nedeniyle) Karahisar; büyük hisardır. Karaburcu; (üzüm cinsidir) İri burcudur. (Hem de beyaz renkte iri bir üzüm cinsidir) Karabulut; iri, büyük buluttur. Karagöz; (siyah göz değildir) iri gözdür. Karakaş: (siyah kaş değildir) iri kaştır.

‘’Ak’’ sözcüğü ise ''bilgelik, temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz’’ anlamlarında kullanılır. Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır. Ak akçe kara gün içindir; temiz, helal para zor günler içindir. Akdeniz; sadece Türkçede vardır, İngilizce’de Mediterane, Almanca’da Mittelmeer, Arapça’da Bahr-ul asvad; orta denizdir. Akdeniz; bilge denizdir, çünkü mitoloji oradadır. Karabaş-akbaş; Anadolu'da köpek cinsidir; karabaş; iri, akbaş ise küçük olanıdır. ''Ak oğlan'' bir Anadolu değişidir; güven veren oğlandır, dingin oğlandır.

İşte Akşemseddin ise; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemseddin'dir.

Aşağıdaki fotoğrafta arka planda Süleyman Paşa Camii ve ön planda Akşemseddin'in türbesi yer almaktadır. 


Yorumlar - Yorum Yaz