• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam810
Toplam Ziyaret2911716

Galiçya ne yana düşer Kumandanım? Afganistan ne yana? Libya ne yana?


Galiçya ne yana düşer Kumandanım? Afganistan ne yana? Libya ne yana?

01 Mayıs 2021


Geçen ay Çanakkale Muharebelerini andım… İki gün önce de Birinci Dünya Harbinin Irak cephesi olan Kut’ül Ammare Muharebesi’ni andım... Hem Çanakkale Cephesi hem de Irak cephesi bana yine kalbimdeki bir başka yarayı, yani Birinci Dünya Harbi’ndeki bir başka cepheyi hatırlattı: Galiçya Cephesini…

Budapeşte’deki Türk Şehitliği

Geçmiş yıllarda Macaristan’a heyet başkanı olarak resmî bir ziyarette bulunmuştum… Ziyaretimizin ilk günü, karşılamadan sonra büyükelçilikteki görevlinin yönlendirmesiyle Budapeşte'de, Osmanlı'nın son Budin Beylerbeyi olan Abdurrahman Abdi Paşa (*)'nın mezarına çelenk koymuştuk…


Bize refakat eden üst düzey Macar görevliye ‘’ben bu çelengi saymıyorum’’ dedim ve asıl çelengi Galiçya Türk şehitliğine koymak istediğimi ifade ederek ziyaret planına bu isteğimi dâhil etmelerini istedim… Ziyaretimizin son gününde de resmî çelengimizi bu şehitliğe saygı duruşu ile ihtiramla ve dualarla koyduk… Bu şehitlikte Galiçya Cephesi'ndeki Türk kolordusunun vermiş olduğu 12 binin üzerindeki şehitten Budapeşte civarında bulunan ve buraya nakledilen 512 şehit yatmaktaydı. Anıt mezarlarda ‘’Türk oğlu Ahmet’’, ‘’Türk oğlu Mehmet’’ diye ama bir kısmı da ‘’Meçhul asker 1916’’ diye yazıyordu…

Budapeşte’deki Türk Şehitliği Galiçya Muharebelerinin tek Tük şehitliği değildir. Galiçya Muharebeleri sırasında 13 ayrı yerde Türk şehitlikleri yapılarak şehit olan Türk askerleri buralara defnedilmiştir. Yaralanıp da daha sonra şehit olanlar ise tedavi gördükleri ülkelerdeki  (Almanya, Avusturya, Bulgaristan gibi)  şehitliklere defnedilmişlerdir. Bu şekilde Galiçya Türk Şehitlikleri sekiz ayrı ülkede toplam 17 adettir. (**) 

Mazi kalbimde bir yaradır

Benim için bütün bir dünya tarihi bir tarafa ama Birinci Dünya Harbi bir tarafadır… Birinci Dünya Harbi hatıralarını her okuyuşumda sözlerini Necdet Rüştü Efe Tara’nın yazdığı 1928 yılında Necip Celal Andel tarafından bestelenen ilk Türk tangosu aklıma gelir: 

‘’Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır.’’

Birinci Dünya Harbi deyince mazi kalbimde bir yaradır… Hele hele Galiçya denince işte beni ağlatan bu hazin hatıradır…

Neden mi? Gelin size kısaca (!) anlatayım… Ama önce Galiçya’ya nasıl ve neden asker gönderdiğimizi anlamak içim kısa (!) bir tarih turu yapalım…

Osmanlı Devletinin Almanya yanında Birinci Dünya Harbine katılması

Osmanlı Devleti, 1911‘de İtalya ve 1912- 1913 yıllarında Balkan Savaşlarından yenik çıkar. Yaklaşan dünya savaşında kendisini güvenceye almak için önce, İngiltere – Fransa - Rusya ile anlaşma imkânları arar ancak bulamaz…


‘’Drang nach Osten’’ (Doğu’ya yönelim) politikası gereği Osmanlı toprakları üzerinden Orta Doğu’ya açılmak isteyen Almanya da Osmanlı İmparatorluğuna yaklaşır… Özellikle Enver Paşa Almanlarla işbirliğine girer. Almanya ile işbirliğine giden Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranıdır…

Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki niyetleri

Almanya’nın ise bu işbirliğinden çok daha farklı niyetleri vardır. Almanlar kendi araştırmalarında Mezopotamya’da petrol yatakları olduğunu keşfetmişlerdi. 1871’de birliğini henüz yeni sağlamış Almanya’nın hem yeni pazarlara ve hem de hammadde ve petrol kaynaklarına ihtiyacı vardı. İngiltere ve Fransa ile dünyayı paylaşım yarışında geç kalan Almanya için Anadolu, Suriye ve Mezopotamya Almanya’nın ‘’Hindistan’’ı olabilirdi.


Alman şövenistler de Alman halkının Ukrayna’ya, Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya yerleştirilmelerini istiyorlardı. Daha 1848 yılında Alman ekonomist Ruscher Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra Almanya’nın miras olarak Anadolu’yu alacağını düşünüyordu.

1897 yılında, Türkler tarafından çok sevilen ve Türkleri çok seven General von der Goltz ise Türklerin İstanbul’u terk ederek Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülmelerini ve Alman yönetimi altında buraları reforma tabi tutmaları gerektiği teklifini yapıyordu.

‘‘Alman Birliği’’ örgütü ise kurulduğu 1890 yılından itibaren Alman halkının Anadolu’ya yerleştirilmeleri ve Anadolu’nun Almanya’nın bir kolonisi olması gerektiği propagandasını yapmaktaydı. ‘’Alman Birliği’’nin başkanı Prof. Hasse’nin yayınladığı bir broşürün adı da ‘’Osmanlı mirasında Alman hakları’’ idi. Onun fikrine göre İngiltere’nin Hindistan’a yaptığı gibi alman bilimi Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman toprağı haline getirebilirdi…

1886 yılında Dr. Aliys Sprenger, Anadolu’nun diğer devletler tarafından istila edilmeyen yegâne bir yer olduğunu söylüyordu. Eğer Almanlar burayı Ruslardan önce ele geçirebilirlerse dünyanın en iyi parçasını almış olurlardı…

Pancermenist Dr. K. W. Stettin’e göre ise Almanya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu birleşerek tek bir imparatorluk teşkil etmeliydiler. Elbe ağzından Fırat ağzına kadar uzanan böyle bir imparatorluk yüksek ve soylu bir ulusa layıktı. Böyle bir imparatorluğun Alman yönetimi altında olacağından da hiç şüphe yoktu tabii ki.

Yeni Alman politikası İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı yönlendirilmişti. İngiltere Süveyş kanalını işletmeye açtıktan sonra Almanya, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa ile rekabet edebilmek ve buraya ulaşabilmek amacıyla Berlin - Bağdat demiryolunu inşa etmek istedi. Türkler bu yatırım sayesinde ülkelerinin kalkınacağını umut ederken, Almanya ise bu hattan nasıl istifade edebileceği hesabını yapıyordu.

Almanlar imtiyazını daha Abdülhamit zamanında aldıkları ve inşasına başladıkları İstanbul-Bağdat demiryolu hattının iki yanına Alman göçmenler yerleştirmeyi resmen talep etmişlerdi. Abdülhamit bu isteği geri çevirdi. Göçmen görüşmelerini yürüten Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa anılarında, “O zamanki Alman siyaseti, hattın iki tarafını Alman muhacirlerle iskân etmek ve buralarını bir Alman sömürgesi haline getirmek amacını güdüyordu’’ diye yazar…

Alman hayranı Osmanlılar

Müttefikimiz Almanya’nın planları ve düşünceleri bu iken Başkomutan Vekili Enver Paşa bir Alman gibi düşünebilecek kadar Alman hayranı idi.

Sadece Enver Paşa ve bir kısım subaylar değil, özellikle birçok Osmanlı entelektüeli de aşırı bir Alman yanlısıydılar. Pantürkist Yusuf Akçura, Almanya’nın gelecekte Asya’nın kültürünü pozitif olarak değiştirebileceğine inanmıştı.

Daha sonra, İstiklal Marşımızın şairi olacak olan Mehmet Akif’in şu dizeleri kaleme almış olması, ne durumda olduğumuzun en güzel göstergesidir:

“Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın,
O halde fikir ile vicdana sahip insan;
Bilir misin ki, senin şarka meyleden nazarın
Birinci def’a doğan fecridir zavallıların”

Kısacası Birinci Dünya (Paylaşım) Savaşı öncesinde, Almanya’nın yanında yer almak, devletin bekası ve ulusal çıkarlar açısından tek akıllı tutum, tek seçenek olarak görülüyordu. Bu görüşte olanların arasında yer alan Mehmet Akif, dürüstlüğü, yurtseverliği tartışma götürmez, tertemiz bir insan ve seçkin bir şairdi.

Bu şartlar altında Almanya Osmanlının tek adamı Enver Paşa’yı ikna etmesi sonucu Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’de Rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı harp ilan eder. Bu şekilde Osmanlı Devleti Almanların yanında Birinci Dünya savaşına girmiş olur…

Birinci Dünya Harbi’ne yönelik Osmanlı yığınaklanması ve bu yığınaklanmada yapılan hatalar

İsmet İnönü’nün bir sözü vardı: “Yığınaklarda yapılan hatalar harp meydanlarında düzeltilemez”… Osmanlının Birinci Dünya Harbi öncesi yığınaklanması sanki bu sözü doğrulamak için yapılmıştı…


Birinci Dünya savaşı genel olarak bir Almanya –İngiltere hesaplaşması idi… Birinci Dünya Savaşının İngilizler açısından ağırlık merkezi Hindistan ve Hindistan yolunun güvence altına alınması idi… Çünkü 20. Yüzyılın başındaki jeopolitik Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu maksatla savaş öncesi yapılan yığınaklanma da İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşında ana mihverinin ve ağırlık merkezinin Körfez, Basra ve Irak olacağını göstermekteydi.

Birinci Dünya Harbinde Osmanlı’nın iki büyük ve güçlü düşmanı vardı. Bunlar İngiltere ve Rusya idi. Dolayısıyla yığınaklanma da bu iki güce karşı yapılmalıydı:  İngiltere için Basra’da, Rusya için ise Kafkasya’da.

Hal böyleyken; Balkan Savaşında Osmanlı Ordusunun elindeki 43 tümeninin 17’si tümüyle dağılıp yok olmuş, geri kalanlar ise örselenmiş, yıpranmış ve etkinliklerini kaybetmişlerdir. Sonuçta sadece 6 tümen savaşı kayıpsız atlatmışlardı. 1913’de çoğu yedeklerden kurulu 30 tümen Trakya’da iken, Kafkasya ve Irak’ta ikişer, Suriye’de ise tek bir tümen kalmıştı. 1914’te Irak’taki Ordu kâğıt üzerinde üç tümene çıkarılmıştı ama İngilizler Fav’a çıktığında burayı savunmakla görevli 38. Tümen seferberliğini dahi tamamlayamamıştı.

Sonuç olarak; Osmanlının savaş öncesi yığınaklanması hiç de Osmanlının maruz kaldığı tehditlere dönük olarak yapılmamıştı. 

Birinci Dünya Harbi

Askeri harekât, İngilizlerin 06 Kasım’da Basra Körfezi’nde Fav’a çıkartma yapması ve Rusların 08 Kasım’da doğu sınırını tecavüzleri ile başladı. 1914 yılının en önemli savaşı, 22 Aralık 1914’te başlayıp, 04 Ocak 1915’te biten Sarıkamış Harekâtı idi. 1915’te ise 14 Ocak 1915 ’te başlayıp 15 Şubat’a kadar süren Kanal Harekâtı ve 18 Mart 1915’te önce deniz harekâtı ile başlayıp sonra karaya intikal eden ve yıl sonuna kadar süren Çanakkale Harekâtı idi. Ardından da Irak cephesinde 29 Nisan 1916 yılında Kût-ül Ammâre Muharebesi’inde İngilizler yenilmiş ancak zaferin ardından yapılan hatalarla Irak kaybedilmişti…


Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Almanlar önce Belçika’ya ve 20 Ağustos 1914’ten itibaren de Fransa’ya taarruz ettiler. Fakat Alman taarruzları Marne’da durduruldu. Almanların savaş sonuna kadar beş büyük saldırısına rağmen, muharebeler bu bölgede kilitlendi ve kesin sonuç alınamadı.

Doğu Avrupa’da ise askerî harekât, Rusların Almanya ve Avusturya-Macaristan’a taarruzuyla başladı. Rus ilerlemesi, Almanlar tarafından Tannenberg’de durduruldu. Buna karşılık Ruslar Galiçya’da başarılı oldular ve Doğu Galiçya’yı ele geçirirler. Osmanlı Ordusu, işte bu muharebelerin devamı sırasında bu bölgede, Galiçya’da görev aldı.

Galiçya Cephesi

Galiçya; Orta Avrupa’da bulunan 80.000 km2’lik bir coğrafya parçasıdır. Kuzeyinde Polonya, doğusunda Ukrayna, güneyinde Romanya ve batısında Macaristan ve Slovakya bulunur, Podolya Yaylası ve Karpat Dağlarının kuzey yamaçlarını içinde barındırır.


Osmanlı Ordusunun, Türk ve Alman Kurmaylarının işbirliği ile hazırladıkları Birinci Dünya Harbi harekât planının temel ilkesi, savaşın kesin sonuç bölgesi olan Avrupa Cephelerinde Alman Ordusunun yükünü hafifletmesine dayanıyordu. Başkomutan Vekili Enver Paşa da böyle düşünüyordu. Bu sebeple 1916 yılı başların da Çanakkale Cephesinde serbest kalan birliklerin (15. Kolordu) Avrupa Cephesine yardımcı olacak bir bölgede kullanılabileceğini, müttefiki Alman ve Avusturya—Macaristan Başkomutanlıklarına bildirmişti...

Bu birliklerin Avrupa Cephesine yardım edecek bir bölgede kullanılması konusunda Enver Paşa’nın yaptığı teklif, başlangıçta hem Alman siyasi makamlarınca hem de Alman Başkomutanlıklarınca geri çevrildi. Fakat Rusların 04 Haziran 1916’da Galiçya’da başlattıkları taarruzun büyük bir başarı kazanması ve bölgedeki Alman, Avusturya—Macaristan Ordularının çok ciddi sıkıntılar içine düşmesi üzerine, bu kuvvetlerin süratle bölgeye gönderilmesi Osmanlı Başkomutanlığından talep edildi.

Galiçya’da harekâtın gelişimini konuyu dağıtmamak için yazının sonuna ekliyorum. İlgilenen okuyucu buradan okuyabilir. Galiçya Cephesi konusunda en güzel eser; bu muharebeye Harbiye öğrencisi olarak katılan ancak Harbiye’yi savaştan sonra Cumhuriyet döneminde bitiren,  daha sonra da IX. ve X. Dönem Elazığ Milletvekilliği yapan Mehmet Şevki Yazman'ın anılarından oluşan  ‘’Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer’’ (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007) isimli kitabıdır.

Osmanlı Başkomutanlığı, Galiçya’da göndermek üzere l5’inci Kolorduyu görevlendirdi. Bu maksatla da 15. Kolordu en iyi askerlerle takviye edildi ve en iyi silah ve teçhizatla donatıldı… Ancak şunu söyleyeyim ki Galiçya’daki muharebeler esnasında, Avusturyalı ve Alman komutanlar Türk askerlerini Rus ordusunun yoğun top atışlarına karşı "top hakkı" yani kurbanlık kıtalar olarak kullandılar… Müttefik Avusturya askerlerinin Türk askerlerine ‘’Kanonenfutter’’ yani "top yemi" demelerinin nedeni de budur!

Galiçya cephesine gönderilen askerler için bir de şöyle bir hikâye anlatırlar: Enver Paşa, Galiçya'ya da asker göndermeye karar verince; birliklerde talimler yoğunlaşır... Bazı onbaşılar da, acemi eratı yetiştirmeye çalışırlar... Bu eğitim esnasında bir onbaşı, askere yeni gelmiş bir neferi çekmiş önüne; ''Sol yanın doğu, sağ yanın batı, önün güney; söyle bakalım'' demiş, ''söyle bakalım, arkanda ne kaldı?'' Nefer boynunu bükmüş: ''Arkamda'', demiş, ''arkamda genç bir kadınla, iki küçük çocuk kaldı...''

Ve ve ve bu askerler Galiçya Cephesinde ''top yemi'' olarak kullanılır!...


Bir jest uğruna harcanan Türk evladı

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devletini çok kötü şartlar altında yakalamıştı. 1877 - 1878 Osmanlı-Rus Savaşının ağır sonuçlarına, 1911 - 1912 Balkan Savaşı felaketi eklenince, yalnız ekonomik ve sosyal açıdan değil, siyasal ve askerî açıdan da çok ciddi bir çöküntü içine girilmişti.


Bir savaşa, bir başka ‘’Büyük’’ devletin ‘’vesayeti altında’’ girmek, büyük bir talihsizliktir. Zira bu durum, ‘’Küçük’ devletin, kendi siyasi ve askeri menfaatlerini ikinci plana atarak, ‘’Büyük’’ devletin emellerine hizmet etmesini, kaçınılmaz surette zorunlu kılar. 1’inci Dünya Savaşı’nda da öyle olmuş ve Osmanlı Devleti, siyasi ve askerî hedeflerini geri plana atarak, her türlü askerî ve siyasi manevralarını, Almanya’nın menfaatlerini destekleyecek hedeflere yöneltmişti…

Osmanlı’nın, pek çok cephedeki birlik ihtiyacını dikkate almadan, Galiçya’ya asker göndermesi, işte bu olgunun bir sonucudur. Bu sonucun doğmasında; Başkomutanlık Karargâhındaki Alman general ve kurmay subaylarının etkileri ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın, bağımsız ve derin düşünemeyişinin en büyük tesiri yarattığı şüphesizdir.

Üstelik Galiçya’ya gönderilen Çanakkale muzafferi l5’inci Kolordu, bu konudaki tek örnek de değildir. Aynı yıl içinde Eylül ortasında 6’ncı Kolordu (5’inci ve 25’inci Tümenler) Dobruca’ya; 20’inci Kolordu (46’ıncı ve 50’inci Tümenler ve l77’inci Piyade Alayı) Bulgarlara yardım için Makedonya’ya gönderilmişlerdir. İşte bu nedenle de Süleyman Nazif; ‘’Çanakkale bundan sonra bir isim değil, bir tarih olacaktır. Galiçya da onun zeyli (eki)’’ derdi…

Galiçya’ya Almanlara yardıma kolordular gönderilirken Osmanlı cephelerindeki durum

Oysa yurtdışındaki müttefik cephelerine bu asker sevkleri devam ederken, 1916 yılının ikinci yarısında Osmanlı cepheleri şöyle idi: Doğu cephesinde taarruz eden Ruslar, Trabzon ve Erzincan dâhil bütün Doğu Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Rus taarruzları Sivas kapılarına dayanmıştı. Durumu tehlikeli gören bölgedeki 3’üncü Ordu’nun Komutanı Mahmut Kamil Paşa, İstanbul’a gelerek Enver Paşa’dan kuvvet istemiş, kendisine “Kesin sonucun Avrupa’da alınacağı ve gerekirse Sivas’a kadar çekilebileceği” cevabı verilmişti. Irak ve Sina cephelerinde de İngilizler taarruz hazırlıklarını geliştiriyorlardı. Bu hazırlıklar sonunda başlatılan taarruzlar, cepheler de yeterli nicelik ve nitelikte birlik bulunduramamak yüzünden, Osmanlı açısından peş peşe gelen felaketlerle sonuçlanmıştır.

Bu duruma ilave olarak, Almanlarla 02 Ağustos 1914’te imzalanan ittifak anlaşmasında, Osmanlı’ya bu konuda hiçbir sorumluluk ve zorunluluk öngörülmemişti. Tersine, müttefiklerinin Osmanlı’ya her türlü yardım ve desteği sağlayacağı belirtilmişti. Buna rağmen, başta Enver Paşa olmak üzere, yöneticiler, ‘’Hami Devlet’’ Almanya’ya ‘’jest’’ yapmak ihtiyacı duymuşlardır.

Ve böylece, mevcudu yüz bini aşan seçkin ‘‘Türk Evladı’’, ülke menfaatlerine aykırı olarak yurt toprakları dışında harcandılar.

15’inci Kolordu’nun yurtdışına gönderilmesinin siyasi ve askerî sebep ve sonuçları ne olursa olsun, gerçek olan bir husus vardır ki; onun, ülkesinin, ordusunun, birliğinin, sancağının ve üniformasının şan ve şerefine leke sürdürmediği ve bu mukaddes varlıklara, yeni şanlar ve şerefler kattığıdır... Türk ordusu vatanlarından uzakta, savaştılar…  Görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Ve bu görev esnasında Türk ordusu tam 12 bin şehit verdi. 

Birinci Dünya Harbi’ni Almanlar kazansaydı?

İsmet İnönü'nün tarihe geçen çok güzel bir sözü vardır. ‘’Büyük devletlerle dostluk kurmak bir ayı ile yatağa girmek gibidir’'... Dost bile olsa ayı, yatakta insanı ezer mi, tırmalar mı, ısırır mı, belli olmaz! Büyük devletlerin de çıkarları doğrultusunda ne yapacağı hiç belli değildir.

Bu sözü doğrularcasına İnönü de anılarında, “Almanların Araplara karşı politikaları bambaşkaydı. Onlara hususi muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalardı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazansaydılar onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyor ki, Türkiye’ye gitmek üzere gelmemişler'' ifadesini kullanır. Doğan Avcıoğlu da, “Eğer Birinci Dünya Savaşı‘nı Almanlar kazansalardı Kurtuluş Savaşı’nı, İngilizlerin himayesindeki Yunanlılara karşı değil, Almanlara karşı yapmak zorunda kalacaktık” der.

Almanlar yanında savaşa girmeyi, ulusal çıkarlara uygun bulan İttihatçılar savaş ilan edilir edilmez kapitülasyonları kaldırdılar. Bu haberi Maliye Nazırı Cavit Bey ilk kez olarak, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi’ne bildirir. Tam bir sürprizle karşılaşır. Sefir küplere binmiş, ağzından köpükler saçarak bağırmakta, tehditler savurmakta, İtilaf Devletleri İstanbul’a saldırırlarsa, Osmanlı’yı savunmayacaklarını anlatmaktadır. En sonunda Sefir; ‘’Biz kararı tanımıyoruz, hele savaş bitsin ilk karşı hareketi yapacak olan biziz’’ der.

Daha da vahimi; Almanlar savaşta Osmanlı ile müttefik olmalarına rağmen sadece kendi çıkarlarını takip ediyorlardı. Buna bir örnek; Rusların savaştan çekilmesinden ve Rus Kafkas ordusunun dağılmasından sonra Kafkasya’da Türk ve Alman çıkarları çatışmaya başladı. Osmanlı’nın açık hedefi Tiflis-Bakü iken, Almanlarınki ise Bakü’deki petrol yatakları idi. Bunun üzerine Almanya Kırım’da bulunan bir tümenini Kafkasya’ya kaydırdı. Karşılıklı harekât sırasında Türk ve Alman birlikleri arasında kanlı muharebeler cereyan etti. Türk durum haritalarında Alman birlikleri düşman olarak gösterilmişti. Türklerin Bakü‘yü talepleri üzerine alman General Ludendorf şöyle diyordu; ‘‘Bu çapulcu Türklerin istekleri de çok fazla oluyor.’’

Tarih tekerrürden ibarettir

Malumdur ki tarih tekerrürden, ama biraz da tefekkürden ibarettir. Bu konu sık tartışılmasına rağmen yaşanan olaylar; tarihin tekerrürden ibaret olduğunu, ancak pek de tefekkürden ibaret olmadığını defalarca göstermiştir.


Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu konuda şu manzum cevabı veriyor: ‘’Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!’’ Millî şairimizin söylediği gibi tarih ders alınmadığı için birebir tekerrür etmektedir. Gerçekten de eğer tarihten ders alınmıyorsa tarih diye okunanlar masaldan öteye geçmez… Bana da kızıyorlar tarihi anlatırken hep çıkarımlar yapıyorum diye. Ben tarihten çıkarımlar yapmazsam o zaman masal anlatmış olmaz mıyım?   

Tarihten almadığımız dersler ve tekerrürler

ABD ve NATO aşkına Kore’ye asker göndermemiz konusuna, BM’deki oylamada Cezayir’in bağımsızlığı konusunda Fransa yanında saf tuttuğumuz konusuna girmeyeyim...

Türkiye 20’yi aşkın ülkede askerî güç bulundurmasına rağmen bunların içinde en dikkat çekici olanı ve zayiat verdiği ülke Afganistan’dır. 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin öncülüğünde Afganistan için bir koalisyon gücü oluşturuldu. Kabil bu koalisyon güçlerinin denetimi dışında tutuldu. BM Güvenlik Konseyi kararıyla Kabil için bir de NATO komutası altında Uluslararası Güvenlik ve Yardım Gücü (ISAF) oluşturuldu. Türkiye, 2001 yılı sonunda, ‘’Büyük Devlet’’ ABD’nin ‘’vesayeti altında’’ ISAF’a katılma kararı aldı. ISAF bünyesinde 50 ülkeden 130 bin asker vardı ve bunların 1646’sı Türk’tü…

Asker bulundurduğumuz diğer bir ülke de Lübnan’dı. BM Lübnan Geçici Barış Gücü Bünyesi'ndeki Türk İstihkâm Birliği 2006 -2013 yılları arasında yedi yıl süreyle görev yaptı… Türkiye’de Güneydoğu’nun dağları mayın kaynarken, neredeyse o dönem he rgün mayına basıp askerlerimiz şehit olurken, biz Lübnan’a İsrail sınırına İstihkâm birliği gönderdik…

Başlangıçta ‘’NATO’nun ne işi var Libya’da’’ diye kükreyip ertesi günü ABD’den sonra en büyük Hava ve Deniz unsurlarını Libya’ya ABD yanında Libya’yı yıkmak için gönderiyoruz…

Max Weber’in ‘’Güç Kuramı’’ ve günümüzün ‘’Güç Kuramı’’

Max Weber’in bilinen bir ‘’Güç Kuramı’’ vardır; ‘’iradenizi bir başkasına zorla kabul ettirmek.’’ Günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ ise daha farklıdır; ‘’İradenizin, sanki kendi kararlarıymışçasına müttefikleriniz tarafından kabul edilmesidir.’’ ABD’ye 11 Eylül saldırısından başka bir saldırı olmadı, ancak ABD günümüzün ‘’Güç Kuramı’’ doğrultusunda tüm müttefiklerini seferber ederek önce Afganistan’da sonra da Irak’ta görevlendirdi.

Türk askeri Afganistan’da

ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Türkiye’nin de ABD’nin yanında işgale ortak olması için TBMM’den tezkerenin neden çıktığını o zamanki T.C. Başbakanı; ‘’Tezkereyi ABD istedi, biz de çıkardık’’ diyerek izah etmedi mi? Biz Afganistan’a milli çıkarlar için mi gittik, yoksa ABD çıkarları için ABD istediği için mi?

Türkiye kırk yıldan beridir terörle mücadele ediyor. Aynı Türkiye yine terörle mücadele için Afganistan’a asker gönderiyor.

Kimse müttefiklikten, sorumluluktan, milli çıkarlardan ve büyük devlet olmaktan bahsederek Türk milletini kandırmasın. Kimse Atatürk’ün de Afganistan’a asker gönderdiğinden bahsetmesin. Atatürk bağımsız bir ülke olarak kendi iradesi doğrultusunda eğitim yardımı için Afganistan’a asker göndermişti. Şimdi, BM veya NATO, hangi şapka altında olursa olsun işgalci bir ABD’nin yanında Afganistan’a işgalin bir parçası olarak asker gönderdik...

Afganistan’da günlük onlarca masum sivil insan kimi yanlışlıkla, kimisi cinnet geçiren ABD askerlerince katledilmiyor mu? Peter Ustinov; ‘’Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür’’ derdi. Afganistan’da bir devlet (ABD) terörü yok mudur? Biz bu teröre ortak olmuyor muyuz?

Tarihte Afganistan’a; ‘’imparatorluklar mezarı’’ derlerdi. John Berger’e ait olan; ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun.’’ sözünü doğrularcasına Afganistan’dan mevsimler gibi; İskender geçti, buradan Cengiz Han geçti, Timur geçti, Hintliler geçti, buradan İngiliz ve Rus imparatorlukları geçti, onların hepsi sözde galiplerdi, hepsi de boylarının ölçülerini aldılar burada. Bunun nedeni işgal güçlerinin iyi olmaması, güçsüz olması ya da yeterli müttefiklerinin olmaması değildi. Nedeni sadece, bu ülkenin hiçbir ordunun bu topraklardaki direnişçileri yenmesine imkân tanımayan yapısıdır. Yarın Ruslar gibi ABD de buradan er ya da geç ayrılacak, biz ise işgale ortaklık ettiğimizle kalacağız.

Bu çarpıklıkları birisi izah etmeli!

Terörün kökünü kurutmak için taaa Amerika’dan gelip Afganistan’ı işgal eden müttefikimiz ABD, bizim terörün kaynağı Irak’ın kuzeyine girmemize engel olurken biz de ABD için Afganistan’a, İsrail için Lübnan’a asker göndermekteyiz! Bu çarpıklığı birisi izah etmeli!

Ruslar Sivas’a merdiven dayamışken, Galiçya’ya, Makedonya’ya ve Dobruca’ya Alman çıkarları için asker göndermekle; teröristler Irak kuzeyinden, Kandil dağından ülkeme sızarak mayın döşeyip, pusu kurarak askerimizi şehit ederken, ABD çıkarları için Afganistan’a, Libya’ya, İsrail çıkarları için Lübnan’a asker göndermek arasında ne fark vardır?

Enver Paşa’nın koskoca bir imparatorluğun yıkılmasına sebep olan o zamanki Alman hayranlığı ile günümüzde ülkenin bekâsını tehdit ettiği artık aşikâr olan BOP eşbaşkanlığı arasında ne fark vardır?

Suriye’ye karşı bu düşmanlık niye idi? ABD istedi diye mi? Teröristin başı Şam’da karargâh kumuş iken ve Suriye bize düşman iken ABD neredeydi? O zaman Suriye ABD’nin en iyi bir müttefiki değil miydi? O zaman Suriye Basra’daki koalisyon güçlerine ABD yanında asker vermiyor muydu?

Dün Birinci Dünya savaşında çıkarlar çatışınca harbin içinde Osmanlı ile Almanya Bakü’deki petrol yatakları için karşılıklı muharebeye girerken, bugün çıkarlar çatışınca müttefikimiz ABD Irak’ta başımıza çuval geçirmedi mi? ABD’nin çıkarları değişince Suriye’de Esad yanlısı olmadılar mı? Çıkarları değişince ABD, Suriye’de PKK’nın kolu PYD’yi desteklemeye başlamadı mı? ABD, PYD’yi bölgesel müttefik olarak ilan etmedi mi? ABD, Irak’tan çekilirken geride Irak’ın kuzeyinde malumu ilan edilmemiş bir Kürdistan bırakmadı mı? ABD, Suriye’den de elini eteğini çektiğinde geride Suriye’nin kuzeyinde bir başka Kürdistan bırakmayacak mıdır? Bu mudur stratejik derinlik?

Sürekli tekerrür eden ama tefekkür etmeyen tarih!

Millî şairimizin söylediği gibi; ‘’hiç ibret alınsaydı, Tarih tekerrür mü ederdi?” Ne diyordu Mehmet Akif:

''Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! 
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 
'Tarih'i ' tekerrür' diye tarif ediyorlar; 
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?''

‘’Bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir’’ diyerek Georg Wilhelm Friedrich Hegel de Mehmet Akif gibi tarihin tekerrür ettiğini ifade ederdi. Karl Marx da tarihin tekerrür ettiğini Hegel'e cevap verircesine şöyle derdi: ‘’Evet bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…’’ Günümüzde yaşadığımız bütün olaylar tarihin sanki bir komedi gibi tekrarından başka bir şey değil midir?

Etrafınıza büyük resmi görmek için dikkatle bakın. 1914'teki Birinci Dünya Harbi’nin bütün koşulları yinelenmektedir. Hem de komedi olarak. Sadece aktörler isim değiştirmiştir. İngiltere'nin yerini ABD, Almanya'nın yerini AB, Rusya İmparatorluğunun yerini yine Rusya, Osmanlı'nın yerini Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Tek fark paylaşım savaşının kısmen artık topla tüfekle yapılmayacak olmasıdır…

Yaklaşık yüz yıl önce sormuştu Mehmetçik; ‘’Galiçya ne yana düşer Kumandanım?’’ diye. Suriye’de hüküm süren savaşın, bütün Batılı kaynaklar tarafından 1618 – 1648 yılları arasında Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı ve mezhep savaşı olarak nitelenen ‘’30 Yıl Savaşları’’na benzetildiği bir ortamda ve eşiğinde bulunduğumuz ve tüm dünyanın Doğu Akdeniz’de karşımızda bulunduğu, Karadeniz’de suların ısındığı Üçüncü Paylaşım Savaşı öncesinde ben de sorayım istiyorum; ‘’Afganistan ne yana düşer Kumandanım? Suriye ne yana? Libya ne yana?’’

Ölüm hep bana, bana mı düşer usta?

Ünlü ABD’li ünlü finans spekülatörü George Soros, Türkiye’nin en iyi ihraç ürünün ordusu olduğunu söyleyerek, emperyalist ülkelerin ülkemizden beklentisinin ne olduğunu ortaya koymuştu. Soros, 02 Mart 2002 tarihinde Sabancı Üniversitesi’ndeki konferansında kendisinden Türkiye ile Arjantin’i karşılaştırmasını isteyenlere şu yanıtı vermişti: “Türkiye’nin Arjantin’den tek farkı stratejik pozisyonudur. Bu stratejik pozisyonuna bağlı olarak, Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü de ordusudur.” Kore’ye Türk askeri gönderildiği dönemde, zamanın ABD Dışişleri Bakanı Dulles, Türk askerinin kendilerine maliyetinin “23 sent” olduğunu söylemişti. (Müttefik güçler, en ucuz askeri Türkiye’den temin ediyor, bir Türk askerinin maliyeti 23 Cent’e denk geliyor.)

Ve benim aklıma Refik Durbaş’ın ‘’Çırak Aranıyor’’ adlı şiiri geliyor:

‘’Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?

Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?

Gurbet ne yana düşer usta
Sıla ne yana
Hasret hep bana
Bana mı düşer usta’’

İşte bu nedenlerledir ki mazi kalbimde bir yaradır ve beni zaman zaman ağlatan İşte bu hazin hatıralardır.

Osman AYDOĞAN

Galiçya muharebeleri

Galiçya Kolordusu, l9’uncu ve 2O’inci Tümenleri bünyesinde bulunduruyordu. Kolordu birlikleri Şarköy ve Keşan bölgelerinde toplanmıştı. İlk hazırlık emri 09 Temmuz 1916’da alındı. Bir gün sonra, Galiçya’ya gidileceği bildirildi. Birlikler hazırlıklarını süratle tamamlamaya çalıştılar. Birçok silah ve teçhizat ile bazı kıtalar, diğer tümenlerden alınarak tamamlanabildi.


17 Temmuz’da ‘’Konakçı Müfrezesi’’ Macaristan’daki ilk konak bölgesi olan Şabatka (Subatitsa ) hareket etti. Kolordu birliklerinin Uzunköprü ve Alpullu istasyonlarından trenlere binmesi planlanmıştı. İlk kafile 23 Temmuz’da, son kafile 11 Ağustos’ta hareket etti. 27 Temmuz’da 5’inci Ordu Komutanı Mareşal Liman Van Sanders, ertesi gün de Başkomutan Vekili Enver Paşa Uzunköprü’ye gelerek birlikleri denetlediler ve kolordunun durumu hakkında bilgi aldılar.

İlk kafilesi 02 Ağustos’ta bölgeye varan birlikleri Enver Paşa, beraberinde Avusturya generalleri ile Alman ve Avusturya subayları olduğu halde, 04 Ağustos’ta Macaristan da tekrar denetledi. Ertesi gün 05 Ağustos’ta birliklerin ilk kafilesi Yataynisa istasyonundan cepheye hareket etti. 12 Ağustos’ta l9’uncu Tümen Miçiçov’da muharebe karargâhını kurmuştu.

15’inci Kolordu geldiği zaman, bölgede, Alman genel karargâhına bağlı ‘’Balkan Cephesi Ordular Grubu’’ ve Avusturya genel karargâhına bağlı ‘’Avusturya Veliahdı Karl Ordular Grubu’’ bulunmakta idi.

l5’inci Kolordu, Karl Ordular Grubuna bağlı, komutanlığını Orgeneral Graf Van Bothmer’in yaptığı ‘’Alman Güney Ordusu’’ kuruluşuna dâhil edildi.

15’inci Kolordunun bölgeye intikali sırasında, Rusların 04 Haziran’da başlattığı ve büyük başarı kazandığı muharebeler sürmekte idi. Bu yüzden, muharebe sahasına ilk gelen ve muharebe karargâhını 12 Ağustos’ta kuran l9’uncu Tümen, hemen iki gün sonra, 14 Ağustos’ta, Zlotalipa doğu sırtlarında Rus kuvvetleri ile ilk muharebesine girdi.

20’inci Tümen de 22 Ağustos’ta Pototory ile Bozykw arasında bulunan 54’üncü Avusturya Tümeninden savunma bölgesinin sorumluluğunu devir alarak muharebelere dâhil oldu.

Kolordu, 22 Ağustos 1916 günü saat 12.00 itibarıyla göreve başladığını, orduya bildirdi. Ordu Komutanı Orgeneral Bothmer, gönderdiği yazı ile Çanakkale kahramanı l5’inci Kolordunun, bölgesinde görev almasından duyduğu memnuniyeti belirtti ve başarı diledi.

15’nci Kolordunun cephe sorumluluğunu almasından hemen sonra, Eylül ayının ortasından itibaren muharebeler giderek şiddetlendi. 16 ve 17 Eylül’de, Ruslar, iki gün boyunca sürekli olarak ve kütleler halinde taarruz ettiler. l5’inci Kolordu, 20 km’den fazla cephede ve en kötü arazi şartlarına rağmen, Ordu cephesinin yarılmasını önledi. Bu başarıya karşılık, 95 subay ve 7.000 er zayiat verdi. 6 tabur ve 22 bölük komutanı şehit oldu. Bazı bölüklerde hiç subay kalmadı. Rusların, beş kat fazla zayiat verdiği tespit edildi.

18 Eylül’den itibaren oluşan kısmi sükûnet, 30 Eylül’de Rusların başlattığı yeni taarruzla tekrar bozuldu. Çetin süngü muharebelerinin cereyan ettiği bu savaşlarda, Türk askeri, komuta kadrosundaki büyük yoksunluğa rağmen azimle dövüştü. Günlerce süren savaş, yeniden 15 subay ve 3.000 er kaybına sebep olurken, Rusların kaybı kat kat fazlaydı.

Bu muharebeler sonunda, çok ağır kayıp veren 2O’inci Tümen cephe gerisine alındı ve yeniden düzenlendi.

Kasım ayı, cephede durgunlukla geçti. Birlikler, önceki muharebelerden alınan derslerden yararlanarak eğitime ve tahkimata ağırlık verdiler. Aralık ayının ikinci yarısında, Rus siperlerinde hareketlenmeler görüldü. Erler, savaşın gereksizliğinden, enternasyonal barış ve dostluktan bahsediyorlardı. Buna rağmen Ruslar, 28 Ocak 1917’de, 25 Şubat ve 05 Mart’ta, yeni taarruzlar başlattılar. Fakat hepsi, l5’inci Kolordu tarafından ağır zayiat verdirilerek geri püskürtüldü. Nisan ayı ortalarından itibaren, Rus siperleri iyice hareketlendi. Haziran başından itibaren Ruslar yeni bir taarruz hazırlığına giriştiler.

Bu arada 19’uncu Tümen, 12 Haziran’dan itibaren Anavatana geri çekildi.

Ruslar, beklenen taarruzlarını 29 Haziran günü saat 05.00’te başlattılar. Taarruzlar, ertesi gün de sürdü, ağır zayiatla geri püskürtüldü. Fakat 01 Temmuz’daki taarruzları 24’üncü Alman Tümeni bölgesinde derin girmeler yarattı. 02 ve 03 Temmuz’da yapılan karşı taarruzlarla durum güçlükle düzeltilebildi.

Bu arada, 15nci Kolordu Karargâhı da 15 Temmuz’dan itibaren Anavatana döndü.

Rus birliklerinin savaşma gücü ve moralinin çok zayıfladığı anlaşılınca, Alman ve Avusturya Başkomutanlığı, genel karşı taarruz kararı verdi. İleri harekât 20 Temmuz’da başladı. 22 Temmuz’da Rus Cephesi çözüldü. Genel karşı taarruza 2’inci Tümen de katıldı. Ay sonuna kadar süren muharebelerde tümen, birçok bölgeyi ele geçirdi. Ağustos başında, taarruz durduruldu.

20’inci Tümen, 05 Ağustos’ta Anavatana dönüş emri aldı. 16 Ağustos’ta topçular, 22 Ağustos’tan itibaren de piyadeler trenle intikale başladılar. 26 Eylül’de tüm birlikler yurda dönmüştü.

Galiçya’da savaş, 03 Mart 1918’de imzalanan Brestlitovsk Antlaşması ile son buldu.

Osman AYDOĞAN

(*) Abdurrahman Abdi Paşa

Osmanlı vezirlerinden Abdurrahman Abdi Paşa, 17'nci yüzyılda yaşar. Arnavut kökenli Abdi Paşa, Budin Valiliği sırasında Haçlı Ordusunun kuşatmasına karşı durur ve 3,5 aylık kuşatma süresince 18 kez Haçlıları püskürttür. Abdi Paşa, askerleriyle ön saflarda savaştığı sırada 70 yaşında şehit olur. Budin'e daha sonra yerleşen Macarlar tarafından Abdi Paşa'nın şehit olduğu yere dikilen mezar taşında, "Kahraman düşmandı, rahat uyusun." ifadesi yazılıdır. Kitabedeki tam ifade şu şekildedir: "145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Paşa bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının ikinci günü öğleden sonra, yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı. Rahat uyusun." Çelenk koyduğumuz yer bu mezardı...

(**) Galiçya Muharebeleri Türk şehitlikleri

Budapeşte’deki Türk Şehitliği Galiçya Muharebelerinin tek Tük şehitliği değildir. Galiçya Muharebeler sırasında 13 ayrı yerde Türk şehitlikleri yapılarak şehit olan Türk askerleri buralara defnedilmiştir. Yaralanıp da daha sonra şehit olanlar ise tedavi gördükleri ülkelerdeki  (Almanya, Avusturya, Bulgaristan gibi)  şehitliklere defnedilmişlerdir.

Galiçya Türk Şehitlikleri sekiz ayrı ülkede toplam 17 adettir. Bunlar şunlardır:

Ukrayna’da; Verkhnya Lipitsya Şehitliği, Lopuşnya Şehitliği, Meçişçiv Şehitliği, Gutisko Şehitliği, Rohatin (Rogatin) Şehitliği ve Pukiv Şehitliği,

Çek Cumhuriyetinde; Hodonin Türk Şehitliği, Pardubice Türk Şehitliği ve Valasske Mezirici Türk Şehitliği,

Romanya’da; Braila Türk Şehitliği, Bükreş Türk Şehitliği ve Slobozia Türk Şehitliği,

Diğer ülkelerde ise; Polonya’da Krakow Rakowicki Uluslararası Mezarlığı, Budapeşte Türk Şehitliği, Viyana Merkez Mezarlığı, Almanya Berlin Türk Şehitliği ve Bulgaristan Varna Türk Şehitliği..






Yorumlar - Yorum Yaz