• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam260
Toplam Ziyaret3181586

Çanakkale... Ah! Çanakkale...


Çanakkale... Ah! Çanakkale.

18 Mart 2017


Çanakkale Muharebeleri

Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915-1916 yılları arasında (3 Kasım 1914 – 9 Ocak 1916 ) Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir.

Aslında Çanakkale Boğazında Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında bir deniz muharebesinin yapıldığından bahsetmek pek uygun değildir. Çünkü Osmanlı Donanması, II. Abdülhamit tarafından felç edilmiştir. Çanakkale Boğazında gerçekte cereyan eden muharebe İtilaf devletleri donanması ile Osmanlı  topçusu ve Osmanlı deniz mayınlarını arasındadır. Tabii ki deniz mayınlarını da döşeyenler Osmanlı denizcileridir…


18 Mart 1915 tarihi İngiliz ve Fransız filolarının Çanakkale Boğazını denizden geçmek için yaptıkları saldırılarda, Osmanlı topçusunun etkili atışları ve boğaza Osmanlı denizcilerinin döşedikleri mayınlar nedeniyle mevcudiyetlerinin %35’ni kaybedip geri çekilmek zorunda kaldıkları gündür.

Müteakiben İtilaf devletleri 25 Nisan 1915 tarihinde kara harekâtına başlarlar. Bu taarruzları da Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk)’ün emrindeki birlikleri etkin ve dâhiyane kullanması sonucu 09 Ocak 1916’da hüsranla sona erer…

18 Mart Deniz Zaferi ve içimizdeki Danimarkalılar

Bu muharebelerde İtilaf devletlerinin denizde yenildikleri ve bizim zafer kazandığımız gün olan 18 Mart günü 2002 yılına kadar ''18 Mart Deniz Zaferi Günü'' olarak kutlanırken, bu gün, 27 Haziran 2002 tarihinde 4768 sayılı kanunla ''18 Mart Şehitler Günü'' olarak düzenlenmiş ve o şekilde anılması istenmiştir…


Ancak bu düzenleme ile bu cefakâr millete hak ettiği bir zaferi kutlamak çok görülmüştür. Bu düzenleme ile Çanakkale Zaferi, bu zaferin kahramanları ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Atatürk gölgede bırakılmak, unutturulmak istenmiştir. Bu düzenleme ile sanki bugün hüzün ve matem günü haline getirilmiştir… Halbuki bugün zafer günüdür…

18 Mart 1915, zamanın en güçlü donanmalarına sahip olan İngiltere ve Fransa donanmalarının en yenilmez, en bükülmez, en eğilmez, en heybetli, ateş gücü en yüksek başta Queen Elizabeth olmak üzere, Agamennon, Lord Nelson, Inlfexible, Ocean, Irressistible, Albion, Vengeance, Majastic, Canapus, Cornwalls, Swiftsure vb. isimli gemilerinin Çanakkale Boğazı’nda Türk Ordusunun, Türk askerinin karşısında kiminin boğazın dibini boyladığı, kimisinin de yaralanıp mağlup olup çekildikleri gündür…

18 Mart 1915 bir zafer günüdür. Bu hususu özellikle belirtiyorum ki 18 Mart’ı ‘’Şehitler Günü’’ diye matem tutmayalım, bu zafer gününü gururla hatırlayalım, gururla analım ve gururla kutlayalım diye…

Zaferin nedenleri

Bu muharebelerin zaferle sonuçlanmasında şu üç unsurun olmazsa olmaz katkıları olmuştur:


Birinci sırada; tabii ki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu muharebede harp yönetiminde, harbin sevk ve idaresinde ve zaferde olan tartışılmaz katkısı ve askerî dehası…

İkinci sırada; hırsı ve tecrübesizliği ile tüm bir harbin kaybedilmesine ve bir imparatorluğun batmasına sebebiyet vermesine rağmen Balkan bozgunundan sonra Osmanlı Ordusunu yeniden eğiten ve donatan Enver Paşa…

Üçüncü sırada ise; eserleriyle, özellikle Türk edebiyatının sahnelenen ilk tiyatro eseri olan "Vatan Yahut Silistre" eseriyle Türk insanına yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarını aşılayan Namık Kemal olmuştur. İşte bu nedenledir ki üniversite talebeleri, lise talebeleri bu savaşa gönüllü olarak katılmışlardır. 

Çanakkale Muharebelerinin sonuçları

Çanakkale Muharebeleri her savaş gibi ardında kan, ölüm ve gözyaşı bıraktı. En iyimser rakamlarla 213.000 Türk şehit oldu.  İtilaf kuvvetinden de 215.000 asker öldü. Bu savaştaki toplam insan kaybı 428.000 kişidir.


Türk ordusunun Balkan Savaşı’nda zedelenen ve hatta yok olmaya yüz tutan prestiji kurtarıldı. Ordu ve millet, bu zaferin getirdiği moralle kurtuluş savaşına girebildi.

Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal (Atatürk) gibi askerî bir dâhiyi yarattı, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak olan Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırdı.

Çanakkale Savaşları sonucunda batılılar müttefikleri Rusya’ya yardım edemediler. Böylece mahsur kalan Çarlık Rusyası, içerden çöktü, kanlı bir rejim değişikliği oldu.

Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe döğüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleme fırsatını buldular. O günlerde oluşan bu dostluk atmosferi hala sürmekte.

Çanakkale’de Türk ulusu, binlerce okumuş ve aydınını da kaybetti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildi. Bu kayıpların olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, daha sonra da fazlasıyla hissedildi. Nitekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı devrimler ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekildi.

İki fotoğrafın düzeltilmesi

Yeri gelmişken iki konuya açıklık getirmeden geçmek istemedim:


İnternette ve sosyal medyada yıllardır dolaşan iki fotoğraf var. Birinci fotoğraf; Çanakkale savaşında olduğu iddia edilen pejmürde kıyafetli iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Bu fotoğraf doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır... Bu fotoğraf sahra çöllerinde bir İngiliz esir kampında çekilen iki Türk askerinin fotoğrafıdır. Türk askeri Çanakkale Savaşında daha önce hiçbir harpte olmadığı kadar iyi teçhiz edilmiştir.

İkinci fotoğraf ise yine Çanakkale Savaşı’nda 43. Alay’ın 1917 yılına ait ‘’Yemek Listesi’’ veya ‘’Yemek Menüsü’’ olduğunu gösteren fotoğraftır. Sanki buradaki menü olmayan bir yemeğin menüsüdür. Bu fotoğraf da doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Şöyle ki: Bir kere 43. Alay Çanakkale’de görev almamıştır. 43. Alay Çanakkale Cephesi’nde değil Irak Cephesi’nde görev almıştır. Çanakkale Savaşı da zaten 1917 yılında çoktan sona ermiştir. Ayrıca Çanakkale Cephesi’nde Osmanlı Ordusu hiçbir şekilde açlık çekmemiş ve erzaksız kalmamıştır. Bütün bunları ise Osmanlı Ordusu anlattığım gibi Enver Paşa’ya borçludur.

Geride kalanlar, anneler, babalar, eşler, nişanlılar, yavuklular, çocuklar…

Çanakkale Muharebelerinde en çok sıkıntıyı cepheye asker gönderen ve onların cepheden dönmelerini bekleyen anneler, babalar, henüz duvağını çıkarmış gelinler, çocuklar, nişanlılar çekti.


Kendisinde tarih bilinci gelişmemiş bizden bir zat ‘’Gallipoli’’ isimli bir film yapar. Bu filminde Yeni Zelanda ve Avustralyalı anneleri, gelinleri, çocukları anlatır, bizim Mehmetçiklerin bir tanesinin dahi geride bıraktıkları annesine, yavuklusuna, eşine, çocuğuna yer vermeden. Filmi izleyince hayıflanıyor insan, neden yurdumuzu işgale gelen Yeni Zelanda ve Avustralyalı askerlere karşı yurdumuzu kahramanca savunduk diye. Hani söz vardı ya; ‘ben sana filmci olamazsın demedim, adam olamazsın dedim’’ diye…

Bu yazıdan asıl amacım; Çanakkale Muharebelerinde cephede savaşan askerlerin ve bu kahraman askerlerin geride bıraktıkları nişanlılarının, henüz duvağını çıkarmış eşlerinin, annelerinin, babalarının ve yavrularının hikâyelerini anlatmaktır. Bu hikâyeleri anlatmak için de Çanakkale Muharebeleri hakkında da kısaca bilgi vermiş oldum...

Unutkan toplumuz ya biz; bu çilekeş insanları unutmayalım diye… Bu yurdun, bu vatanın, bu özgürlüğün, bu bağımsızlığın kolay kazanılmadığını her daim aklımızda tutalım diye… Bu isimsiz, adsız kahramanları unutmayalım diye…

Sonuç

18 Mart, resmi olarak ''18 Mart Şehitler Günü''... Bir zafer gününün şehitler günü diye matem havası içinde anılması akıl alacak şey değildir.  Sanırım içimizdeki Danimarkalılar İngilizlerin rencide olmasından üzüntü duymuştur. Ancak gerçekte bugün ''18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi'' günüdür... Bu zaferi bu millete armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere aziz şehitlerimizi rahmetle ve şükranla anıyorum.


Osman AYDOĞAN

Aşağıda yer verilen hikâyeler Balıkesir’li araştırmacı Aydın Ayhan’ın '‘Çanakkale... Ah! Çanakkale’' isimli araştırmasından alınmıştır. Aydın Ayhan Balıkesirli olduğu için hikâyelerin hepsi Balıkesir'e ait... Çünkü Balıkesir cepheye en yakın il olduğu için cepheye de en fazla askeri Balıkesir göndermiştir... Keşke her ilden Aydın Ayhan gibi bir araştırmacı çıksaydı da o ilin kahramanlarının hikâyelerini gün ışığına çıkarsaydı... Hikâyelerin her birisi ayrı bir değer... Her birisi içselleştirilerek okunmalı diye düşünüyorum… Yaşanmış bu gerçek hikâyeleri kaçırmayın, okuyun, okutun isterim, bu kahramanlar, bu aziz, bu cefakâr insanlar unutulmasın diye. 

Hani Çiçero derdi ya; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’


Yaşanmayan Bayramlar

Bir gün Seyit İlşekerci’nin eczahanesinde oturuyordum. Beyi ile ilaç alan bir hanım: “Hocam ben sizin bir konuşmanızı izledim. Size nenemi anlatayım. Onun babası da. Çanakkale’ye gitmiş.” dedi.


Merakla dinlemeye başladım.

“Babası Çanakkale’ye gittiğinde, nenemiz henüz kundakta bebekmiş. Gitmiş ve bir daha hiç haber alınamamış. Ama annesi her bayram geldiğinde, nenemizi süsler giydirir ve sokağa yollamazmış. ‘Baban gelecek... Elinden tutacak... Seni bayram yerine o götürecek... Çıkma sokağa bekle…

Her bayram… Her bayram ‘Baban gelecek, elinden tutacak. Seni bayram yerine götürecek…

Nenemiz hala sağ. Ve hala her bayram giyiniyor, süslenip bekliyor. ‘Babam gelecek elimden tutacak. Beni bayram yerine götürecek...’

Edremit’te bir evde hala her bayram... Her bayram yaşanmamış çocukluk günlerinin bayramları yaşanıyor.. Aradan doksan sene geçti. Ama gelecek olan baba bekleniyor. Hayatı boyunca bayram yerinin nasıl olduğunu göremeyen insanların hatıraları yaşanıyor.

Akderenin karası
Kaşlarının arası
Ne olunmaz dert imiş
Çanakkale yarası


Ali Kadir Amca

Bir Ali Kadir Amcamız vardı. Beş, altı yıl önce vefat etti. Sık sık buluşur, konuşurduk.


“Babam Çanakkale’de kaldığında çok küçükmüşüm. Rahmetliyi hiç hatırlayamıyorum. Ama evde hep ondan bahsedilir, hep o anlatılırdı. Belki o zaman adet değildi, evde fotoğrafı da yok. Ama anamın geceleri sabahlara kadar süren sessiz iç çekişlerini, hıçkırıklarını hep hatırlarım. Ben kendimi bildim bileli sokaktan veya mektepten eve her geldiğimde annem işini gücünü bırakır koşar gelir, önümde diz çöker “şehidimin armağanı” diye ellerimi öper, beni okşar severdi. Evde anam adımı pek söylemezdi. “şehidimin oğlu, şehidimin armağanı...” diye seslenirdi. Ben onun için o idim.

Bayramlar bilirsin hep sevinçli geçer. Ama bizde değil. Halam ve amcamlarım gelir. Önce anamın elini öperler sonra eğilirler: “Şehidimizin armağanı” diye diye, benim ellerimi öperlerdi. Hep onu anarlar, hep gözyaşı dolu olurdu bizim bayramlarımız.

Ondan mıdır neden bilmem, ben hala her bayram hüzün dolu olurum.

Evlendiğim zaman, hanımın annesi, kayın validem, öpmem için elini uzattı. Birden şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Çünkü o zamana kadar ben evde hiç el öpmemiştim... Hep elim öpülmüştü...


Mukaddes Hatıralar

Bir sıhhiye çavuşu anlatmıştı: Süngü muharebeleri birkaç saat sürüyor. Öğleden sonra ikide üçte ya da ikindiye doğru ne bizde, ne onlarda takat kalıyor, muharebe kendiliğinden sona eriyordu. O vakit beyaz bayraklar çıkıyor, yaralıları  taşıyorduk. Bu arada rastladığımız düşman sıhhiyeleriyle de birbirimizi anlamasak da ayak üstü yarenlik ediyor karşılıklı cıgara veriyorduk.


Bir seferinde, iki Fransız sıhhiye bana seslendiler. Gittim işaretle birini gösterdiler. Bir Fransız askeriydi. Pek yakışıklı biriydi. Elini işaret ettiler. Eğilip baktım. Bir fotoğraf tutuyordu, Genç bir kadın fotoğrafıydı. Belli ki ölmeden önce fotoğrafı çıkarmış, resimdeki kadına baka baka ölmüştü... Bir tuhaf oldum.

Az ötede cesetlerin arasında bir şehidin cesedi de dikkatimi çekti. Oturmuş, başı yana öyle ölmüştü. Yüzünden Karadenizli olduğu anlaşılıyordu. Yüzü adeta güler gibiydi.

Baktım Mehmet de elinde bir şeyler tutuyor. Ona doğru gittim. Avucunda işlemeli mendil tutuyordu. Kolundan akan kan mendile kadar gelmiş, mendili kana bulamıştı. Mendili avucundan yavaşça bırakıverdi. İçini açtım, baktım. Yeni doğmuş bir bebeğin altın gibi sapsarı saçları vardı. Mendili ve saçları şehidin koynuna soktum. Onu alıp o mukaddes hatıralarıyla beraber gömdüm…

İngiliz teyyaresi
Tepemizde dolandı
Verdiğin beyaz mendil
Al kanlara boyandı.


Kuru Fasulye   

1999 Mart’ında pek çok kitap yazmış, ilginç bir köy imamı ile ilgili araştırma yapmak için Edremit’e gittim.


Üniversitede okumuş, Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış, Çanakkale, Filistin cepheleri, kurtuluş savaşı derken yıllar sonra Edremit’e dönmüş, binlerce kitabını Edremit kütüphanesine bağışlamış birisi.

Onun ile ilgili çalışırken söz Çanakkale’ye gelince masada oturanlardan birisi söze karıştı.

“Dedem Çanakkale’den dönmüş ama babası kalmış.” dedi. Biraz anlatmasını, konuyu açmasını istedim. Dedesinin babası Halil Çavuş Çanakkale savaşları başladığında kırk yedi, kırk sekiz yaşlarındadır. Oğlu Ali on dokuz - yirmi yaşlarındadır. Ali, Çanakkale’ye gider. Bir gün Halil Bey’in hanımı dükkana gelir: “Bey, eve iki asker geldi. Seni sordular. Hemen askerlik şubesine gidecekmişsin... Acaba Ali’mize bir şey mi oldu? Yüreğime bir kor düştü…”

‘Tamam hanım, olur. Ben şimdi gider öğrenirim, gelirim. Canım çekti, sen akşama ocağa bir kuru fasulye vur da yiyelim.

Dükkânı toparlar, askerlik şubesine gelir, kendini tanıtır. Komutan ayağa kalkar: “Sen nerde kaldın? Yürü Edremitliler Çanakkale’ye gidiyor. Koş, yetiş.” “Aman bey, varıp eve haber vereyim, helalleşeyim.” “Mümkün değil. Kafileden kopma. Koş.. Eve biz haber veririz..” Gerçekten de hemen eve koşup. “Kocanızı Çanakkale’ye yolladık’ diye haber vermişler.

Aradan hayli zaman geçer. Kurtuluş savaşı sonunda Ali geri döner.. Halil Çavuştan bir daha hiçbir haber alınamaz..

“Ben o Ali’nin torunuyum hocam.. Ama nenem hayatı boyunca her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi ağzına o yemekten tek bir lokma koymadı. Hep bize yedirirdi... Bir şey daha söyleyeyim. Belki inanmazsınız… Bizim evde hala her akşam kuru fasulye pişiyor. Çocuklar bıktık diye mırın kırın ediyorlar ama.. hala pişiyor...”

Şu dünyanın işine
Zehir koydum aşıma
Yarim Çanakkale’de
Şehit yazdım taşıma


Boş Tabak

Beklemek! Bir ömür boyu beklemek... Yıllarca geçen zamanı, geçmeyen zamanı beklemek…


Beklemek bulutların geçişinden, kuşların uçuşundan, böceklerin ötüşünden, rüzgarın esişinden umut bularak beklemek. Bin bir türlü rüyayı hayra yorarak beklemek.

Bir konuşmam esnasında: Çanakkale beklemelerinden bahsetmiştim. Dipdiri, capcanlı. gözlerinin içi güle güle seferberliğe, harbe yolladıkları oğulların, kocaların, ölecekleri bir türlü akla sığamadığından, beklemek bizim kadınlarımızın çilesi olduğunu söylemiştim.

Bir arkadaş geldi yanıma. Gözleri yaşlı elimi tuttu. “Hocam, ben bilirim Çanakkale beklemelerini, asker beklemelerini, şehit beklemelerini bilirim. Benim nenem hayatı boyunca sofraya bir boş tabak koydu. Çatalı kaşığı yanında hazır bu boş tabak dedemizin tabağıydı. “Gelirse hemen koyuvereyim yemeğini... Acıkmıştır... Özlemiştir... Hemen koyuvereyim diye nenem boş tabağı hep sofrada tuttu. Ölüm döşeğinde bile. Dedenizin tabağı... Dedenizin tabağını koyun.’ diyordu. Ben Çanakkale beklemelerini bilirim hocam...”

Tarhanam yerde kaldı
Göz yaşım serde kaldı
Çanakkale’ye giden
Gül yarim nerde kaldı?


Hala

Berber Hayri Ağabeyin halasıydı. Balıkesir’de “Yedi bekarlar” derlermiş. Evlenmemiş kız kuruları. Hiç evlenmemişler öylece ölmüşler.


Ben tanıdığımda çok yaşlı idi. Kulakları az duyuyordu. Sandığından çıkar çeyizlerini gösterdiler. Bin bir çeşit çiçekle, baharla, sevgiyle, sevinçle işlenmiş bezler kim bilir ne yürek yangınlıkları, ne iyi niyetlerle hazırlanmış el emekleri, göz nurlarıydı.

Bir gün öldüğü haberi geldi. Çok az insan vardı cenazede. Sadece birkaç akraba.

Gömüldü. Tam mezara toprak atacaklarken ‘aman unutmayalım vasiyeti var’ dediler. Mezara bir kese dolusu diş bıraktılar. Arkasından birkaç torba saç koydu sonra gömüldü.

“Bunlar ne?” diye sordum. Çünkü bizde böyle mezara bir şey koyma âdeti yoktu.

“Halamızın yavuklusu, nikâhtan hemen sonra daha düğün yapılmadan Çanakkale’ye gitmiş. Bir daha dönmemiş.. Gençliğinde çok güzelmiş halamız. Çok isteyenler olmuş, kimselerle evlenmemiş. Bekâr öldü. 

Diş ve saçlara gelince: “Yarın mahşer yerinde huzur-u ilahide kocamla karşılaşırsak “Bu ağızdan senin adından başka erkeğin adı çıkmadı” diyebilmem için ağzımdan dökülen bütün dişlerimi biriktirdim, koyun mezarıma. Huzur-u ilahide kocama “başıma, saçıma yaban eli değmedi” diyebilmek için tarağıma takılan bütün saçlarımı topladım Torbaya koydum. Saçlarım şahidim olacak vasiyetimdir. Saçlarımı da benimle beraber gömün! Koyun mezarıma!’ diye vasiyet etmişti. Vasiyetini yerine getirdik.

Kavakta yeller oldu
Gül yarim eller oldu
Çanakkale denince
Göz yaşım seller oldu


Cevdet Amca

Balıkesir’de Ali Şuuri İlkokulu karşısındaki boşlukta, beş altı yıl öncesine kadar, eski ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralık, ikinci dükkanda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Cevdet Dede (Alkalp).


Bir akşam üstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım.. Bir fotoğrafı bile yoktu.

O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayi Milliye zamanı, işgal yılları, kurtuluş.. Yokluk.. Kıtlık.. Sıkıntı.. Çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti.

Ama anam (Adeviye) benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta her bir yere gidişte yanıma gelir.

-Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben teyzenlere gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!
-Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..!

Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm, dükkân açtım. Annem gene her bir yere gidişte dükkâna gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kakarak yanıma gelir; “Baban gelirse beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi.

Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helallaştı: Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin. Bana döndü yavaşça: “Baban gelirse, ona “Annem hep seni bekledi, de.” dedi:. Birden irkilerek doğruldu kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin... Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti...


Şemsi Nene

1954 yılında, babamın memuriyeti dolayısıyla, Sındırgıdan Balıkesir’e geldik. Babam daha önce gelmiş, bir evin üst katını bize kiralamıştı. Alt katta ev sahibi yaşlı bir kadın oturuyordu. Aksi ve huysuz bir hanımdı. Biz çocuktuk. Oynarken gürültü yaptık mı bize çekişir dururdu.


16 yaşında evlenmiş, kısa bir süre evli kalmış, seferberlikte eşi ihtiyat zabiti (yedek subay) olarak askere alınıp, Çanakkale’ye gönderilmiş.

Eşinin Çanakkale’den yolladığı mektupları ve zarflarını evinin içeriye bakan pencerelerine yapıştırmıştı. Hatta o zamanlar bende pul biriktirme merakı vardı. Cama yapışık zarflardan birinin üzerindeki pulu yırtıp, almak istemiştim de, nene bana kızmıştı.

Kim bilir neler yazıyordu o mektuplarda? Ama nene her sabah namazdan sonra her mektubu ayrı ayrı okur, her mektubu okuduktan sonra, şehit kocasına fatihalar okur, günlük işlerine başlamadan önce de, bir gün önce bıraktığı yerden başlayarak, kocasının ruhuna hatim indirmeye çalışırdı.

Nenenin ziyaretçileri çok olurdu. Kocaları, oğulları Çanakkale’de ve diğer cephelerde şehit olan hanımlar gelir, bitmez tükenmez dualarla, hatimlerle onları anarlardı.

Şemsi Nine yakmacılık denilen bir usul ile çıbanları iyileştirir, geçimini böyle sağlardı. Geleni gideni çok olmasına rağmen, Şemsi Nene hiç sokağa çıkmazdı.

“Nasıl çıkarım, beyim Çanakkale’ye giderken dış kapının arkasından ellerimi tuttu, gözlerimin içine bakarak ‘Karıcığım.. Gençsin, güzelsin.. Gözüm arkada kalmasın... Ne olur söz ver bana! Ben gelinceye kadar sokağa çıkma’ dedi. İşte orda şu kapının arkasında ona söz verdim. Nasıl sokağa çıkabilirim?

İşlerini, alışverişlerini hep konu komşu yapıyordu. Çünkü söz vermişti. Sözden dönülmezdi.

Onun köşede, küçük tek bir pencere ile koridora bakan merdivenin dibinde, karanlık bir odası vardı. Bir akşamüstü, babamla eve çıkarken neneyi o odanın köşesinde bir gelinlik giymiş, ayakta, ellerini göğsüne kavuşturmuş beklerken gördük. Boynunda iri taneli uzun inci gerdanlık vardı.

Babam şaka olsun diye takıldı. “Nene hayrola, bugün pek süslüsün ya... Ne var... Bir şey mi oldu?” Nene gözlerini yerden ayırmadan kısık, çok derinlerden gelen bir sesle cevap verdi:

“Oğlum ben bugün evlendim. Bak, kocam yüz görümlüğümü de taktı. Kocamı bekliyorum..”

Babam hiçbir şey demeden gözlerinde yaşlarla, kaçarmış gibi yukarı çıktı.

Neneyi orada bütün gece o yalnızlığıyla baş başa bıraktık. Gürültü olur diye bizi erken yatırdılar. Soba bile yakmadık.

Ertesi gün, günlük hayat eskisi gibi devam etti. Öğrendik ki; hayatı boyunca evlendikleri gün nene süslenip, hep kocasını beklermiş.

Nenenin hiç çıkmadığı evden yıllar sonra cenazesi çıktı. Ev uzun süre boş kaldı. Hep evin fotoğrafını çekmek veya çektirmek istedim. Bir türlü fırsat bulamadım. Birkaç yıl önce o binlerce gözyaşıyla, acıyla beklemenin yaşandığı ev yıkıldı. Şimdi yeri bomboş...

Esme rüzgâr kal artık
Gözüm yaşı sel artık
Çanakkale’de kaldın
Çok bekletme gel artık.


Cigaraya Nasıl Başlanır

Üniversitemiz genel sekreteri Faiz Türkan anlattı: Bir gün Çanakkale’ye gene gönüllü toplanmaktadır. Bir çavuş Balya’nın Turplu köyüne gelir, gençleri cami önüne toplar. Vücutça gözüne kestirebildiklerini ayırır.


-Kaç yaşındasın?
- On yedi..
 -Tut kaldır şu tüfeği... Tamam Çanakkale’ye..

Böylece yirmi iki genç ayırır. O sırada bir çocuk daha gelir. Çavuşa: “Ağabeyim gidiyor. Ben de geleyim…

-Yaşın kaç?
-On üç.
-Daha çok küçüksün. Bu çocuktan başka ailede evlat var mı?
-Yok.
-Öyle ise bu kalsın da nesli devam ettirsin.

Faiz Bey: “İşte ben o kalsın, nesli devam ettirsin denilen torunuyum.” Ve giderler... Dualar edilir... Sular dökülür... Giderler...

Ama anne ile baba her sabah kalkan bir kese tütün alır, köyün yolu tepesi vardır, oraya çıkarlar. Başlarlar yola bakmağa; “Oğlumuz buradan gitti, buradan gelecek.” Bekle, bekle, belde. “Yak bir cigara sar bir cigara daha.”

“Oğlumuz bu yoldan gittiydi. Buradan gelecek...’’ ”Çok uzaklardan biri gözükür köye yaklaşmaktadır. “Acaba oğlumuz mu? Sar bir cıgara daha” Gelenler selam verip geçip gitmektedir. ‘’Oğlumuz bu yoldan gelecek...’’

Yıllar yılları kovalar. Kar, yağmur, çamur, fırtına, rüzgar, güneş, sıcak… Hiçbiri engel olamaz o tepenin üzerinde sabahtan akşama kadar bütün gün iki ihtiyar bazen soğuktan titreyerek, bazen sıcaktan bunalarak oğullarını beklemektedir.

Giden oğullar hep beklenir. O köyden, seferberlik için yirmi iki genç askere alınmış sade iki kişi geri dönebilmiştir.

Nene, ömrünün sonlarında adeta yarı meczup ölmüştür. Çünkü gece gündüz ağzından sadece sadece bir kelime dökülmektedir: “Oğlum... Oğlum...”

Tespih gibi çektim seni
Gelir gelir gelir diye


Yaralılar

Bu savaşlara katılıp yaralanmayan yok gibidir. Çok ağır yaralar alınmadıkça cephe terk edilmemektedir. Sargı yerlerine ancak ağır yaralılar getirilmekte, hafif yaralar siperlerde sarılmakta, kanamayı önlemek için tütün konmakta, toprak basılmakta, ot veya çaput depilmekte, kanama dindirilince çarpışmaya devam edilmektedir.


Hani “vücudu yaralardan kalbur gibi” diye bir tabir vardır ya, hiç abartma değildir. Yedi, sekiz yara Çanakkale gazilerinde olağan sayılmaktadır, gerçekten vücudu delik deşik hatta uzuvlarından bir kaçını kaybetmiş birçok gaziye rastladım.

1953’te Balıkesir’e geldiğimizde mahallemizdeki bir çıkmaz sokakta penceresinin önünde oturarak hiç durmadan “Çanakkale içinde vurdular beni” türküsünü söyleyen bir vardı. Bir bacağı dizinden, diğeri bileğinden kopmuş, sol kolu omzundan yok, sağ elinde sadece üç parmak vardı ve iki gözü kördü. Yirmi yaşında askere alınmış, ilk safta önünde patlayan bomba ile harp dışı kalmıştı: O muhteşem gaziye anası ve kendisini ona adayan bir kız kardeşi bakıyordu. Unutuldu gitti.

Bu gazilerin hepsi cepheden cepheye koştular. Çanakkale’den düşman çekilince İran cephesine, Kafkas cephesine gönderildiler. Hemen ardından Milli Mücadelenin şanlı ordusunda yer aldılar.

Yaralı gazilerin çoğu ömürleri boyunca yaralarının acılarını çekenler oldu. Hiçbiri hiç yakınmadan başında, karnında, göğsünde, sırtında, bacaklarında çıkarılmayan kurşun ve şarapnel parçalarını şerefiyle yaşadılar.

Bel kemiğine saplanmış bir bomba parçası yüzünden hayatı boyunca sırt üstü yatamayan, kolları altına koyduğu yastıklarla uyuyabilenler, alt çene kemiği parçalandığı için ağzının olduğu yerdeki korkunç boşluktan özel bir huni ile sadece sıvı yiyecek alabilenler, takma kol veya bacağını ancak askıya atarak uyuyabilenler, zamanla yaşlanıp göçüp gittiler. Unutuldular...

Bu yüzyılın başında civan birer delikanlı olan bu şanlı gazileri anmak, hatıralarını unutmamak, ders olsun diye genç nesillere aktarmak bir vicdan borcudur.


Balıkesirli İbrahim Çavuş

Balıkesir’in “Yavaşça” ailesindendir. Askerlik çağı gelince, askere alınmış, Yemen’e gönderilmiştir. Tam dokuz yıl çöllerde sıcakla, akrepler, yılanlarla ve düşmanla çarpıştıktan sonra terhis edilince, Balıkesir’e gelmişti. Üç parmağını Yemen’de bırakmıştı.


Ağabeyi, Balıkesirli Şevket Çavuş Çanakkale’ye gönderilmişti. Eve geldiğinin tam onuncu günü, İbrahim Çavuş da Çanakkale’ye gönderildi.

Her fırsatta ağabeyini aradı. Sora sora, birlik numaralarına göre ağabeyini buldu.

Şevket Çavuş nerde diye sorunca işaret ettiler. Ağabeyinin atı bir müsademe de yaralanmış, O da atın altına girmiş atın yarasını tımar etmektedir. İbrahim Çavuş ağabeyine seslenince çıkar gelir. Bakar, görür ki ağabeyi çok hastadır. Yorucu müsademeler, bakımsızlık, yorgunluk bitirmiştir. Ağabeyini (onu) yılların hasretini, birkaç sigara içimine sığdırırlar. Ayrılmaları gerekince, sarılır ağabeyi ile helalleşirler. Burası öyle bir yerdir ki belki bu son görüşmeleri olacaktır. Helalleşirler... Sarılırlar, sarılırlar, ağlarlar...

Şevket Çavuşun hastalığı iyice artınca doktorlar tebdil hava (hava değişimi) ile memlekete yollarlar. Şevket Çavuş bin bir meşakkat (zahmet, zorlukla) Balıkesir’e gelebilir. Evine gelir.. Ev halkı sevinçle karşılamaya çıkar... Ve tam evin kapısından girer. Oracıkta vefat eder.

İbrahim Çavuş, Çanakkale’den sonra Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Ancak Milli Mücadeleden sonra Balıkesir’e eve dönebilir.

Bir gün oğlu “Baba giden gitmeyen alıyor, sen neden madalya almıyorsun diye sorar. İbrahim Çavuş: “Oğlum, zahmetli iş.. Önce yazı yazdırmak lazım.., Dilekçe vermek lazım.. Ve birden öfkelenir: “Hadi madalya aldık. Ama maaş ne oluyor.” Bir tokat vurur oğluna. “Ben Allah için, vatan için, bayrak için, millet için savaştım... Madalya için, para için değil!”

Doğrudur; Onlar’ın madalyaları vücutlarında bin bir dövüşten kalan yaralardır...

Onlar isimsiz kahramanlardı. Kalan ömürlerinde sessizce yaşadılar... Sessizce öldüler.


Bigadiçli Mehmet Çavuş

İsmail oğlu Mehmet Çavuş, Bigadiç’in İskele bucağının, Budaklar köyündendir. Oğlu olduğunda adet üzerine ona babasının adını vermiştir. Balkan Savaşı çıkınca askere alınmış, terhis olmadan Çanakkale’ye gönderilmiştir.


Oğlu İsmail’de boylu poslu olduğundan askere alınmış, o da Çanakkale’ye gönderilmiştir.

Bir hücum günü sırası gelen tabur toplanma yerinden ayrılmakta, birincisi hat siperlerine doğru gitmektedir. Mehmet Çavuş alay sancaktarı olduğundan en öndedir. Balıkesirlilerin olduğu alay geçerken sorar: “İçinizde İsmail Çavuş var mı?” Oğlu babasının sesini tanır. Bağırır: “Baba! Ben burdayım !“

Birden şaşırır. Kaç yıldır görmediği oğlu İsmail burdadır. Ama alayın beklemeye zamanı yoktur. Yürüyüş başlamıştır.

“İsmail’im ... Siperde kal ... Ben gelir seni bulurum...” Yürür giderler.

Birinci Hafta gelir gelmez savaşa tutuşurlar. O gün Mehmet Çavuş başka türlü duygularla savaşır. Siperlere dönüldüğünde oğlu ile beraber gelen hemşehrilerinden birisi: “Mehmet Dayı, oğlun İsmail seni çağırıyor” der. Mehmet Çavuş hemen İsmail’i bulmaya gider. Bakar, İsmail’i yerde yatmaktadır. İlk süngü muharebesinde şehit olmuştur.

Diz çöker şehidinin önüne, alır oğlunun başını dizine... Yavrusu büyümüş de bir de asker mi olmuştur be... Ne kadar da büyümüş görmeyeli... Mendilini çıkarır siler oğlunun yüzündeki kanları... Breh... breh... breh ... Amma da delikanlı olmuştur yavrusu.. Bıyıkları da yeni çıkıyor galiba... Ne de güzel olmuş kaplan yavrusu... Öper, öper, öper yüzünü, çocukluğundan beri koklayamadığı başını tekrar tekrar koklar... Sarılır oğluna... Sever... Öper... Konuşur yavrusuyla...

Neden sonra artık sargı mahalline götürmesi gerektiğinin farkına varır... Alır kucağına, taşır oğlunu tepelerin ardındaki sargı mahalline...Yatırır bir yere, gözyaşlarını akıta akıta geri döner... Akşama doğru bir kere daha görmek ister Işmail’ini... Sargı mahalline gider... Bir de bakar ki her yer sıra dağlar gibi yatan binlerce Ismail’le dolu... Hepsi birbirine benzemekte.

Hiç olmazsa gömülmelerine yardım edeyim... İsmail’lerini tek tek kucaklar, taşır açılan toplu mezara götürür yatırır..İsmailleri artık vatan toprağının kucağındadır.

O kadar dolu ki toprağın şanla
Bir değil sanki bin vatan gibisin
Yüce dağlarına düşen dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin


Adile Teyzenin Hasan’ı

1930’lu 40’lı yıllarda Balıkesir’de bir Adile Teyze yaşardı. Ben, çok yaşlılığını tanıdım. Bağıra bağıra konuşur, her fırsatta ağlardı. Adeta yarı meczup yaşardı.


Seferberlik başlar başlamaz, kocası askere çağrılmış, Çanakkale’ye gönderilmiş. Tek evladı olan Hasan’la yapa yalnız kalakalmıştı. Hasan, on yedisindeydi ve başkasının dükkanında çalışıyor, geçinip gidiyorlardı.       

Çanakkale’den gelen yaralıların, şehitlerin haberleri duyulmaya başlamıştı. Bir gün eve gelen bir kırmızı mektupta “Babanın” şehit haberi öğrenildi. Sadece birliği ve şehit olduğu gün yazılıydı. Gözyaşları sel oldu.

Ana oğul daha sıkı kenetlendiler birbirlerine. Günler geçmek bilmiyordu. Fatihalar... Hatimler... Mevlitler... Acıyı azaltmıyordu.

Bir gün, gene davullar dövülmeye başlandı Balıkesir’de. Gene gönüllü toplanıyordu. Askerlik şubesi önü kalabalık. Davullar zurnalar “Ey Gaziler”i çalıyordu. Yüksekçe bir yere çıkmış bir çavuş, elinde koca bir bayrak sallıyordu durmadan.

Hasan, davul sesini duyunca, dükkanı kapayıp, oraya doğru gitmiş, askerlik şubesinin önünde kendiliğinden sıraya girmişti. Gelenler sıra ile kaydediliyor, hemen içeri alınıp asker elbiseleri giydiriliyor, yan tarafta sıraya sokuluyor, çavuşlar yeni askerlere durmadan öğütler veriyordu.

Gönüllüler aynı gün yola çıkacaklardı. Bir adet vardı! Davullar önde, sancağın arkasında gönüllüler, sokak sokak dolaşırken, tanıdıklarıyla, akrabalarıyla, aileleriyle helalleşirler, dualarını alırlar, cepheye öyle giderlerdi.

Davullar sokaklarda dolaşmaya başlayınca, bütün Balıkesirliler kapılara, pencerelere çıkmış “acaba kimi son defa göreceğiz? Kim Çanakkale’ye gidiyor? Kimin çocuğuyla helalleşeceğiz?” diye merakla bakarlardı. Herkes gözyaşlarıyla helalleşir, onlardan önce Çanakkale’ye gitmiş olan kendi çocuklarına selam yollarlardı.

Davulları duyar duymaz, Adile Teyze’de kapıya çıkmış, gönüllerin gelmesini beklemeye başlamıştı. Kolay değildi... O da kocasını bu şekilde davullarla cepheye uğurlamıştı. Davullar vuruyor uzaktan sancağın ardı sıra bir asker yaklaşıyordu.

Birden en önde gülümseyerek kendisine bakan bir askere takıldı gözleri. Tek yavrusuydu... Hasan’ıydı.

- Yavrum. Evladım. Gözümün nuru Hasanım, Hayrola?
- Ana ben Çanakkale’ye gidiyorum. Babamın yanına.
- Yavrum. Aslanım. Sütüm sana helal olsun. Uykusuz gecelerim helal olsun. Analık hakkım helal olsun. Ama Çanakkale’de düşmana sırtını dönersen, babanı utandırırsan haram olsun...

Adile Teyze feryat eder. ''Komşular kına yetiştirin. Koç yiğidimi vatanıma kurban gönderiyorum. Kına yetiştirin.'' Adet olduğu gibi hemen kına getirilir. ''Oğlum, uzat tetik parmağını kınanı yakayım. Onu kullanırken bizi hatırla.'' Kına yakılır. ''Oğlum bir saniye bekle... içeri girer. Sandığı açar. Duvağını çıkarır getirir. ''Yavrum, bu duvağı baban almıştı. Çanakkale’ye git. Babanın mezarını bul. Bu duvağı onun üzerine ört.'' ''Olur ana... der duvağı sarık gibi fesine dolar.''

Eller öpülür. Sarılır, kucaklaşırlar, ağlaşırlar, uğurlanır. Arkasından sular dökülür... Gidenler sokağın ucundan marş söyleye söyleye kaybolurlar.

Emekli bir postacı anlatmıştı:

“Aradan on beş gün, bir ay geçmeden eve bir kırmızı mektup daha getirdim. Kapıyı çaldım. Adile Teyze elimde mektubu görür görmez…

Anladım postacı, anladım. Ne olur sen oku. Ana yüreğidir dayanmaz. Sen oku.. Okumaya başladım. Mektup “Anne” diye başlıyordu.

‘Anne, ben oğlunun bölük kumandanıyım. Babasının mezarını bulmak maalesef mümkün olmadı. Biz şehitleri toplu gömeriz. Ama vasiyet etmişti, duvağını oğlunun üzerine örttüm.

İçerden bir feryat duyulur. ‘’Elhamdülillah... Elhamdülillah oğlumuz bizi utandırmadı.”

Şehidimin haberi
Mevla’m versin sabırı
Oğlum Çanakkale’de
Bilinmiyor kabiri


Yedi Madalya

Behlül Dal, ünlü bir film yapımcısıdır. Özellikle titiz çalışan, kılı kırk yaran, belgesel filmlerde tam gerçeği yakalayan, montaj masasında harikalar yaratan biri. Sinema dünyasında dev bir isim. Bir doruk noktası.


Balıkesir’de Milli Mücadele ile ilgili bir film çekiminde kısa bir süre birlikte bulunduk. Çekim sırasında birden heyecanlanıverdi: “Benim babam Çanakkale gazisidir. Hayatı boyunca eğilmeden yaşadı. Kimseye minnet etmedi. Halinden kimseye şikayet etmedi. En büyük gurur kaynağı göğsünde şerefle taşıdığı yedi harp madalyasıydı. Yedi süngü yarası... Hatta göğsünü delip dışarı çıkmış bir süngü yarası, öyle derin işlemişti ki parmağını soktu mu içinde kaybolurdu.

Sadece onlarla övünürdü. Öldüğünde mezara indim... Tam gömerken, açtım göğsünü onun bize şeref hatırasını bıraktığı o madalyalarını bir bir öptüm... Öyle gömdüm.”

Behlül Bey ağlıyordu... Biz de ağlıyorduk…

Göklerde yazılı destan gibisin.


Karakaşlı Ömer

Annesinin tek oğluydu. Kaşlarından dolayı annesi onu Karakaşlı Ömerim” diye çağırır severdi.


Bir gün sıra ona da geldi “Anasının kara gülünü” Çanakkale’ye çağırdılar. Gitti. Çok geçmeden bir mektubu geldi. Herkese selam ediyor, adeta vedalaşıyordu. Yaralanmış, yarası ağır ve karnındaymış herkesle helallaşıyordu mektubunda, anasıyla, babasıyla, akrabalarıyla, arkadaşlarla, komşularla helallaşıyordu. En çok da öleceğine değil anasının üzüleceğine yanıyordu. Mektubunun sonunda o zamanlar çok söylenen bir halk türküsünden alınmış şu sözleri yazmıştı.

“Sıhhiyeler sağaltmadı yaramı / Yoldayım ağlatmayın anamı”

Ömer’in bu son isteği üzerine anasına hep, “Ömer gelecek.. Yoldadır… Gelecek” denilmiştir.

Ömer gelecekti, yoldaydı gidenler bir gün gelmiyor muydu. Elbet Ömer de gelecekti.

06 Şubat 1923’te Atatürk Balıkesir’e ilk defa geldi. “Evet Gazi Paşa gelmişti. O Anafartalar da onun kumandanı değil miydi? O bilmeyecek de kim bilecekti? Gazi Paşaya sormalıydı. Ömer’ini sormalıydı. O gün Atatürk’ün kaldığı evin arka kapısında pek kimsenin farkında olmadığı bir olay yaşanıyordu. Ömer’in anası kapıya gelmiş ille de “Gazi ile görüşmek istiyordu. Atatürk’ün yaverleri “Olmaz!” dediler. “Hiç Gazi Paşa ile öyle paldır küldür her önüne gelen görüşebilir miydı?

Meseleyi bilenler yaverlere Ömer’in vasiyetini fısıldarlar. “Yolda, gelecek” denmesini, anasının ağlatılmamasını istemişlerdir.

Çanakkale denince akan sular durur Çünkü Atatürk’ün yaverleri Çanakkale’den beri yanındadırlar. Çanakkale’de şehit düşmüş birinin vasiyeti elbette yerine getirilir. Girerler içeri, durumunu anlatırlar Atatürk’e “Gelsin“ der. Getiriler. Latife Hanımla birlikte oturmaktadırlar:

“Buyur kadın bir şey mi istiyorsun?” ‘’Yok Gazi Paşam, yok... Sağlığını isterim... Ama Ömer’imi gördün mü? Çanakkale’de Kara kaşlı Ömer’imi gördün mü?’’  “Yoldadır... Gelir.” “Sağ ol Paşa Hazretleri...” der ayrılır kadın.

“Yoldadır elbet...” koskoca Gazi Paşa der, o yalan mı söyler hiç... Gelecek tabi... Ömer’im gelecek!”

Artık gelene, geçene, hanlarda, istasyonlarda uzaklardan gelen askerlere, esaretten Dönenlere hep Ömer sorulur... “Gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömerimi gördünüz mü? “Kara kaşlı Ömer’im kara gülleri severdi.” diye evinin bahçesine kara güller doldurur. Her bahar güller açtığında bir başka türlü sevinir. “Bahar geldi, Ömer’im de gelecek.”

Yıllar bir biri ardına devrilmektedir. Artık her sabah açan her gül tomurcuğunu “Ömer’im... Ömer’im” diye sevmeye başlar... Gül açar, solar, dökülür... Ama olsun diğer tomurcuk açacak ya... Bahar gelecek ya...

Öldüğünde mezarının üzerine kara güller dikildiğini söylediler... Vasiyetiymiş.

Nerede açmış koyu renkli bir gül görsem, kara kaşlı Ömer’in anası gelir hüzünlenirim.

Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet
Balam nenni oğlum neni


Üçpınarlı Ali

Hattat oğlu Mustafa Efendi anlatıyor:


Bir gün bizim birliğe takviye Balıkesir gönüllüleri geldi denildi. Gittim. 120 kişiydiler. Hemen hemen hepsi tanıdıktı. Sarıldık, hasret giderdik. Başlarında da o zamanların Balıkesir’in ünlü kabadayısı Üçpınarlı Ali vardı. Ali sancaktar olmuş. Tüfeği çapraz asmış, sancağın üzerine de sırma ile “Karesi Gönüllüleri” yazdırmıştı. Kabadayılığı gene elden bırakmamış, askerlikte pek hoş olmamasına rağmen belinde kamasını sallandırmıştı.

Beni görür görmez yanıma geldi: “Kumandan Efendi. Biz buraya beklemeye gelmedik. Hadi düşmanı basalım’’ ‘’Burada her şey emirle olur. Hücuma sadece biz geçersek, kendimizi gereksiz kıldırırız. Her şeyin zamanı var’’ dedim.

‘’Peki öyleyse hücuma geçmeden yarım saat önce bize söyle de şu sırt çantalarını  emniyetli bir yere koyalım. Söyle rahat rahat, doyasıya dövüşelim...’’

Ali haklıydı. Sırt çantaları askerin en kıymetli şeylerini taşırdı. Çamaşırları, paraları, mektupları, usturası, sigarası, tütünü hep sırt çantalarında olurdu. Çantaları kaybolduğunda  asker sıkıntı çekerdi. Çok hareketli zamanlarda çanta sırtta muharebeye girilirdi.

Hücuma yarım saat kala Ali’ye haber verdim. Balıkesirlileri aldı, siperlerin gerisinde bir vadide kayboldu...

Hemen gelirler sandım. Beklerim gelmezler, beklerim gelmezler. Bir çavuşa; “Şu bizim hemşehrilere bir bak bakalım. dedim. Gitti. Biraz sonra önde Üçpınarlı Ali arkada arkadaşları çıktılar geldiler. Şaşırdım hepsi süslenmişler, hanımlarının, nişanlıların verdikleri ayrılık mendillerini kimi boynuna dolamış, kimi alnına çatmış kimi bileğine dolamıştı. Çoğu yakalarına artık kurumuş gül veya karanfil takmıştı. Ali’ye sordum: “Neden geç kaldınız?”

‘’Komutan Bey, biraz sonra Cenab-ı Rabbül Aleminin huzuruna çıkacağız. Temiz çıkalım dedik. Ola ki bir pislik bulaşmıştır diye çamaşırlarımızı değiştirdik. Abdest aldık. Biz buraya oynamaya değil, düğüne geldik, bayrama geldik. Bugün bizim bayramımız onun için süslendik. Ayrılık hediyelerini taktık. Birazdan bayramımız var. Aman sen bize hücumdan beş dakika önce gene haber ver...”

Sonra büyük bir sessizlik oldu... Herkes kendi dünyasına dönmüş dua ediyordu. Gözler yumulu avuçlar açılmış sadece dudaklar kıpırdıyordu. Saatime baktım. Ali’ye beş dakika kaldığını bildirdim. Birden bire ortalık kaynayıverdi. Hepsi birbirlerine sarılıyor, öpüşüyor, helalleşiyorlardı.

‘’Dendi ha... Utandırmayın ha... İyi dövüşün ha... Gün bugündür.. Anamız bizi bugün için doğurdu... Hakkınızı helal edin...’’

Kısa süre sonra, dişler kenetli, süngülerini takmış, tüfeklerinin dipçiklerine parmaklarını geçirircesine yapışmış bölük hücuma hazırdı. Ölüme hazırdı.

“Hücum” deyince sanki siper sarsılıverdi. Hepsi, “Allah... Allah!” diye düşmanın içi ne bir hançer gibi daldılar... Dövüştük... Dövüştük...

Akşama doğru savaş durdu. Ateş kesildi. Her iki taraf yaralı ve cesetleri topluyordu.

Yanıma birisi geldi. “Komutan Efendi Üçpınarlı Ali sancağı vermiyor...” dedi. Gittim baktım.

O yüz yirmi kişiden o gün on üç kişi sağ kalmış. Ali de şehitler arasında idi. Ama sancağı öyle bir kavramış ki parmakları kenetlenmişti. Çekeyim dedim olmadı. Orada, Anafartalar’da çam ağaçlarının altında nice memleket evladı, koç yiğitler yatıyor…

Hücum demiş Kemal Paşa Zabiti
Yavrumun kefeni asker kaputu
Salına girmeğe yoktu tabutu
Yoksa yavrum seni vurdular mola
Yuvadan mezara koydular mola…




Yorumlar - Yorum Yaz