Bernard Lewis ve ''Tarih Notları''
29 Haziran 2020
Bernard Lewis
Bernard Lewis, İngiliz asıllı ABD'li tarihçisiydi. 1916 yılında Londra doğdu ve 19 Mayıs 2018 tarihinde ABD’de vefat etti. Kendisi en büyük İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi uzmanıydı. Artık günümüzde böylesine değerli ve objektif tarihçiler kalmadı.
Bernard Lewis lisans eğitimini Londra Üniversitesi'nde, yüksek lisansını Ortadoğu Tarihi ağırlıklı Tarih konusunda, doktorasını da İslam Tarihi konusunda yapar. Paris Üniversitesi'ndeki araştırmaları sırasında Türkçe öğrenir.1998 yılında Atatürk Barış Ödülü'nü alır. Araştırma alanları Ortaçağ İslam Dünyası, günümüz Ortadoğu’su ve Osmanlı Devleti'dir.
Bernard Lewis, 1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir demeçte; 1915 yılında Ermenilerin Osmanlılar tarafından öldürülmesinin bir "soykırım" olmadığını, "savaşın bir yan ürünü" olduğunu, aynı vatan için iki halk arasında süren kavganın soykırım ile bittiğinin kuşkulu olduğunu, Osmanlının Ermenileri yok etmek için bir planı olmadığını, Osmanlı belgelerinin Ermenileri kovmak / zorunlu yer değiştirmek (expulsion) niyetini ispatladığını ancak kökten yok etmek (extermination) niyetini ispatlamadığını söyler.
Prof. Lewis, sadece bu demecinde değil bütün akademik yayınlarında Ermeni iddiaları karşısında Türkiye’nin tarafını tutar. Bundan dolayı da Ermeni lobisinin 1993’te Fransa’da aleyhine açtığı davada sembolik meblâğda da olsa tazminata mahkûm edilir.
02 Nisan 2011 tarihinde The Wall Street Journal dergisine verdiği bir röportajda şunları söyler: "Türkiye’de hareket giderek daha hızlı biçimde yeniden İslamlaşmaya doğru. Hükümet gayet akıllıca kurumları birbiri peşinden teslim alıyor. Ekonomi, iş dünyası, akademik camia, medya. Şimdi de geçmişte Cumhuriyetçi rejimin kalelerinden biri olan yargıyı devralıyorlar. 10 yıl içinde Türkiye ile İran yer değiştirebilir."
Yakın bir zamanda (2007 veya 2008) bir üniversite de konuşmasında; İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığı yolundaki bir soruya şu cevabı verir;
“Geleneksel İslami devlet anlayışı ağırlıklı olarak şuraya dayalıydı. Bu hem Kuran’da hem de Peygamber’in hayatında var. Ve bu büyük ölçüde işledi... Ortadoğu’daki esas trajedi on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki reformlardır. Mısır’ da, İran’ da bu reformlar batılı emperyalistler tarafından değil Ortadoğulu yöneticiler tarafından hem de iyi niyetlerle modernleştirme maksadıyla gerçekleştirildi. Ancak modernleştireyim derken, eski meşveret sistemini yok ettiler ve daha önce hiç olmamış bir şeyi getirdiler: acımasız bir mutlak diktatörlük. Modernleşmenin mirası budur.”
Bernard Lewis’in Türkçede yayımlanmış belli başlı eserleri şunlardır: ‘’Modern Türkiye'nin Doğuşu’’ (1988), ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (1993), ‘’Ortadoğu: Hıristiyanlığın Doğuşundan Günümüze 2000 Yıllık Tarihi’’ (1996), ‘’İslam Dünyasında Yahudiler’’ (1996), ‘’Müslümanların Avrupa'yı Keşfi’’ (1997), ‘’Çatışan Kültürler - Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler’’ (1999), ‘’Ortadoğu'nun Çoklu Kimliği’’ (2000), ‘’Tarihte Araplar’’ (2000), ‘’Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah’’ (2012).
Tarih Notları
İşte tanıtmaya çalıştığım Ortadoğu ve İslam tarihi uzmanı Bernard Lewis’in onlarca kitabının yanında güzel bir kitabı daha var. Lewis’in orijinal ismi “Notes on a Century”, yani “Bir Asrın Notları” olan hatıraları Türkçe “Tarih Notları” (Arkadaş Yayıncılık, 2014) adı ile yayınlanır. Kitapta tanık olduğu olaylara kadar kendi hayatını da anlatır Bernard Lewis.
Henüz üniversitenin ilk yıllarını okumakta olan Lewis, bu dönemde İngilizce, Fransızca, Latince, İtalyanca, İbranice, Yunanca ve Yidişçe olmak üzere yedi dilde belli bir aşamaya gelir, Aramice ve klasik İbranice’ye aşinalık kazanır ve Arapça dersleri almaya başlar. Eğitimine devam ederek Yunanca bilgisini de geliştirir. Bitirme tezi olarak “Doğu Sorunu”nu seçer.
Londra Üniversitesi’nin döneminin en büyük hocası olarak bilinen R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir özel alan dersine katılması istenir. Kendisinden orijinal belgeleri yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemesi istenir. Gençliğin verdiği masumiyet ile sorar: “Peki ya Türk belgeleri?” Kendisine onların önemi olmadığı, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığı söylenir. Lewis için “Doğu Sorunu” üzerine araştırma yapan bir araştırmacının Türk belgelerini görmezden gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir. “Doğu Sorunu” üzerine okuduğu bütün kitaplarda Türkiye sahne arkasındadır ve tüm aktörler Avrupalılardır: “Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.” der. (s.32). İşte bu nedenle, Türk kaynaklarını kullandığı için Lewis’in tarih bilgisi ve yorumu rasyoneldir. Zaten şu söz de Lewis'e aittir: "..tarihçinin kendisine ve okurlarına borçlu olduğu bir şey vardır, o da yetenekleri elverdiğince nesnel olmaya, en azından adil olmaya çalışmak.."
1936-1937 akademik yılını çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Paris’te geçirir. Bu arada en sevdiği hocalardan biri Adnan (Adıvar) Bey’dir. Kitabında Adnan Bey için; “Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık” der. (s.39).
1939 baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını işgal ederek savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterirler. Bernard Lewis bu dönemde İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na görevlendirilir. Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta Türkiye uzmanı yerine konulduğunu görür. Bir gün yanına verildiği memur Türk Büyükelçisi ile randevusu olduğunu, onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. Dönemin Türk Büyükelçisi Tevfik Rüştü Aras’tır. Konuşmaları sırasında Büyükelçi iki önemli tespitte bulunur: “Biz Türkler, güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu biliyoruz.” (s.57)
1939’da Polonya gibi sınırdaş olmadığımız, hatta uzak bir coğrafyada yer alan bir ülkenin parçalanmasının Türkiye için bir tehdit oluşturduğunun farkına varan bir yönetim anlayışından, komşularımızın parçalanmasının ülkemiz için nasıl bir tehdit oluşturduğunu göz ardı eden hatta bu parçalanmaya eşbaşkanlık yapan bir yönetim anlayışına nasıl geldiğimiz sanırım derin bir araştırma konusu olmalıdır!
Büyükelçinin devamında yaptığı açıklamada daha da ilginçtir: “Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir.” (s.57) Bu ise bazı Tarih bilmezlerin dudak büktükleri genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının ana düsturudur…
Bernard Lewis’in İslam dünyası için önemli bir tespiti vardır: “Kadınların baskı altında tutulmasının İslam toplumuna çok büyük zararlar verdiğine inanıyorum. Sadece nüfusun yarısının yetenek ve hizmetlerinden kendisini mahrum bıraktığı için değil, aynı zamanda diğer yarının büyük bir kısmını da eğitimsiz ve ezilmiş annelerin ellerine teslim ettiği için. Her şeyden önce kadınlar nüfusun yarısını oluştururlar ve pek çok açıdan herhangi bir dini, etnik ya da iktisadi olarak tanımlanmış gruptan çok daha önemlidirler. Atatürk’ün bir dizi konuşmasında sürekli tekrar eden tema da buydu: 'Şu an en acil görevimiz modernleşmek, modern dünyayı yakalamaktır. Eğer nüfusun yalnızca yarısını modernleştirirsek modern dünyayı yakalamada başarılı olamayız.' ” (s.292-293)
Bernard Lewis kitabında Turgut Özal’a da yer verir: "... konu kaçınılmaz olarak Irak'taki krize gelmişti (kendisi o zaman George W. Bush'un danışmanıdır). Turgut Özal 'Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?' dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. 'Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak,' dedi ve ekledi, 'çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.' Bu şaşırtıcıydı. 'Sizi böyle düşündüren nedir?' diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, 'Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz.' dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. 'Sana bir örnek vereyim.' diye devam etti. 'Hafta geçmiyor ki subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.' Katılmak durumundaydım. Sonra, 'Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?' diye sordum. 'Tabii ki' dedi. ‘Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil.’ ” (s.369)
Yani hakkın, Hakk’ın, doğrunun ve adaletin yanında değil de ilkesizce, çıkar uğruna emperyalizmin yanında, kazananın yanında, güçlünün yanında yer almak!… Bu ifadede emperyalizmle savaşarak bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti’nin nereden nereye savrulduğunu görüyoruz… Atatürk’ün dış politikasından saparak Kore Savaşı ile başlayan emperyalizmle yapılan bu işbirliği, Tunus, Fas ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelelerinde yine emperyalizmin yanında yer alarak devam etmiş ve günümüzde bu işbirliği Irak, Suriye ve Libya’da emperyalizmin eşbaşkanlığını yapacak seviyeye kadar yükseltilmiştir.
Kitaptan bir başka bölümde ise bir fıkra yer alır. Fıkra Mısır’ın bir zamanlar güçlü adamı olan Abdülnasır’la ilgili olarak anlatılır:
Başkan Nasır kendisi hakkındaki karikatürlere ve fıkralara çok sinirlenirmiş. Bu fıkraları belli bir kişinin uydurup yaydığını öğrenince öfkesi bir kat daha artmış. Polis şefini çağırtmış... Fıkraları icat eden kişinin acele bulunmasını istemiş.
Bir hafta sonra polis şefi tutukladığı adamla birlikte Başkanlık Sarayı’na gelmiş. ''Sayın Başkan, demiş, sizinle ilgili fıkraları uyduran kişi işte bu...'' Nasır adamı baştan aşağı bir süzmüş: ''Sen, demiş gerçekten benimle ilgili fıkraları uyduran kişi misin?'' ''Evet, demiş adam...'' Nasır bunun üzerine peş peşe kendisiyle ilgili fıkraları anlatmaya başlamış... Her birinin sonunda adama: ''Bu fıkrayı da sen mi uydurdun?'' diye soruyormuş... Her defasında da aynı yanıtı alıyormuş: ''Evet efendim ben uydurdum...'' Nasır sonunda: ''Sen de benim gibi Mısırlısın, ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum, neden bunu yapıyorsun, Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun...'' deyince adam şöyle bir yutkunmuş: ''Bakın efendim, işte bu fıkrayı ben uydurmadım'' demiş...
Biliyorsunuz, bu fıkra her daim günceldir!…
Bernard Lewis, hatıralarının sonunda şunları yazar: “Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap, hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sevmeyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellikle ilginç ve hattâ zaman zaman ufuk açıcılardı…”
Ah ‘’Tarih Baba’’ ah… Sen neler söylersin sen… Ama anlayan, dinleyen kim!
Osman AYDOĞAN