• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam256
Toplam Ziyaret3181582

Mehlika Sultan


Mehlika Sultan


03 Ekim 2016


Ne diyordu 19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire şiir konusunda; “Ekmek yemeden üç gün hayatta kalabilirsiniz. Şiirden mahrum kalarak bir gün bile yaşayabilmeniz imkânsız ve bunun aksini her kim iddia ederse hata içindedir…’’ Ben de bu hataya düşmemek için, bir gün bile şiirsiz kalmamak için şiirlere devam diyorum. Okuyacağınız her şiir, gün içinde duyacağınız, okuyacağınız her şeyden çok daha güzel oluyor.

Bugün de Yahya Kemal Beyatlı’nın o muhteşem, o harikulade ve o muazzam şiiri olan ‘’Mehlika Sultan’’ı anlatacağım. Ancak bu şiiri anlatabilmem diğer şiirleri anlattığım gibi basit değil. Bu şiiri anlatabilmek başta kendim olmak üzere her babayiğidin harcı değil. Yine de anlatmayı deneyeceğim. Bu şiiri anlatabilmem için önce bazı kavramlardan bahsetmem gerekiyor.

Kaf Dağı

Kaf Dağı; masallarda yer alan, genellikle eski doğu ve daha çok İran mitolojisinde sözü edilen, aşılması güç olup dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten yapılmış bir dağ olarak tasvir ediliyor. Kaf Dağı'nın Kafkasya’da olduğu rivayet ediliyor ama nerede olduğu bilinmiyor. Masallarda oraya gidiliyor ama oraya varılmıyor.

Kaf Dağı zihinlerde bir ‘’öte’’ imgesi yaratıyor. Kaybolmuşların, kavuşamayanların, yurt özlemi içinde yaşayanların, sürgünlerin, sürülmüşlerin rüyası oluyor Kaf Dağı. Bu nedenle Kaf Dağı mistik ve tasavvuf inanıştaki ‘’âlem-i misal’’ de görülebilen bir dağ oluyor. Âlem-i misal ise; uyku esnasında, ruhun bedenden ayrılıp gezindiği sanal bir âlem oluyor. Simgeler, yansımalar âlemi oluyor âlem-i misal. Âlemin, evrenin dünya ile arasındaki geçit yeri oluyor âlem-i misal. İlahi âlemden maddi âleme yani dünyaya geçerken, ruhların geçiş yolu oluyor âlem-i misal. Platon (Eflatun)’un ‘’idealar dünyası’'nın hemen hemen aynısı, kısmen de olsa karşılığı oluyor âlem-i misal.

Kaf Dağı sadece masallarda değil, masalımsı şiirlerde de yar alıyor. İşte girişte bahsettiğim Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk şiirine kazandırdığı bir şaheser olan ‘’Mehlika Sultan’’da da geçiyor Kaf Dağı. Şiirde sadece Kaf Dağı geçmiyor. Şiirde; “çıkrığı yok kuyu”, “uzun gözlü, uzun saçlı peri”, “viran kuyu” gibi ifadeler ve “yedi” sayısı gibi masalsı unsurlar da geçiyor. Bu haliyle şiir Asaf Hâled Çelebi’nin şiirlerine benziyor. Birçok araştırmacı ‘’Mehlika Sultan’’’ şiirini Belçikalı şair Maurice Maeterlinck’in “Serres Chaudes” adlı masalsı şiirine de benzetiyor.

Fakat ‘’Mehlika Sultan’’ şiiri asıl olarak 10. yüzyılda yaşamış Horasanlı mutasavvıf, şair, hekim ve eczacı Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’’ (Ravza Yayınları, 2011) adlı kitabında geçen bir hikâyeye çok benziyor. Denilebilir ki ‘’Mehlika Sultan’’ bu hkâyenin şiirsel halidir.

Bu nedenle ‘’Mehlika Sultan’’ şiirini vermeden önce Ferîdüddîn-i Attâr’ın ‘’Mantıku’t-Tayr -Kuş Dili’ kitabında geçen bu hikâyeyi anlatmam gerekiyor. Ancak bu hikâyeyi anlatmadan da önce hikâyede geçen bazı kavramları açıklamam gerekiyor.

Zümrüd-ü Anka Kuşu, Sîmurg

İran mitolojisine ait Zümrüd-ü Anka kuşu da Kaf Dağı'nda yaşıyor. Zümrüd-ü Anka kuşunu İranlılar ‘’Sîmurg’’ diye de adlandırıyor. Bu kuşun, dağın tepesinde köşke benzer bir yuvada yaşadığı, insanlar gibi düşünüp konuştuğu, çok geniş bir bilgi ve hünere sahip olduğu, kendisine başvuran hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yaptığına inanılıyor.


Hüdhüd

Arapça bir ad olan ‘’Hüdhüd’’, bizim bildiğimiz ‘’ibibik kuşu’’, bir diğer adıyla ‘’çavuş kuşu’’ oluyor. Yuvasını genellikle ağaç kovuklarına, duvar deliklerine ve kaya oyuklarına yapıyor.


Hüdhüd kuşu Doğu, İslam ve tasavvuf edebiyatında apayrı bir simge oluyor. İslâmî literatürde Hüdhüd kuşunun "ebü'l-ahbâr’’, ‘’ebü'r-rebî'’’, ‘’ebû ibâd’’ ve ‘’ebû seccâd" gibi birçok künyesi bulunuyor. Hüdhüd kuşu toprağın altındaki suyu görüyor. Eşine çok bağlı oluyor, eşi ölünce yeni bir eş aramıyor. Anne babasına karşı çok hürmetkâr oluyor; onlar yaşlandıklarında yiyeceklerini temin ediyor. Annesi öldüğünde uygun bir yer buluncaya kadar onu başında taşıdığı için mükâfat olarak güzel bir tepelikle donatılıyor.

Hüdhüd, Kur’an’da Neml Suresi’nde (Neml 27/16-35) ''Murg-i Süleyman'' olarak karşımıza çıkıyor. Neml Suresi’nde de Hüdhüd, Hazret-i Süleyman ile Sabâ Melikesi Belkıs arasında haber götürüp getiriyor.  

Bir İran efsanesine göre ise Hüdhüd evli bir kadın oluyor. Ayna karşısında yarı çıplak bir durumda saçlarını taramakta iken kayınpederi habersizce odasına giriyor. O anda durumundan utanıp korkuya kapılarak kuş olup uçuyor, tarağı da başında kalıyor. Bundan dolayı Hüdhüd, Farsça'da "şâne-ser" (tarak başlı) adıyla biliniyor.

Tasavvufî mânası dışında Hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sevgiliden haber getiren bir kuş olarak da yer alıyor.

Şimdi gelelim Ferîdüddîn-i Attâr’ın girişte bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesine.

Otuz kuş hikâyesi

Tasavvuftaki kesret-vahdet, zuhur-taayyün düşüncelerine dayanan bu sembolik hikâye İran ve Türk edebiyatlarında defalarca işleniyor. Yahya Kemal Beyatlı da o şaheser şiiri ‘’Mehlika Sultan’’ı bu hikâyeden esinlenerek yazıyor.


Bahsi geçen hikâye kitapta özetle şu şekilde veriliyor:

Kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız ülkede nizam ve intizam kurulamayacağını belirtiyorlar. Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden Süleyman peygamberin mahremi ve postacısı Hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söylüyor. Kendilerine bir hükümdar seçmek için toplanan kuşlara Hüdhüd kılavuzluk ederek Kafdağı'nda Sîmurg’u aramaya karar veriyor.

Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar birer mazeret ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek istiyor. Ancak Hüdhüd, kuşların hepsinin kaygılarına cevap vererek onları ikna ediyor.

Sonunda bütün kuşlar Hüdhüd’ün kılavuzluğunda yola çıkıyor. Yolculuk esnasında bitkin ve yorgun düşen binlerce kuş Hüdhüd’den şüphelerinin giderilmesini istiyor. Hüdhüd her birinin soru ve itirazlarına cevaplar veriyor; önlerinde “talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret, fakru fenâ” denilen ‘’yedi’’ vadinin bulunduğunu, bunları geçince bilginleri olan Sîmurg’a ulaşacaklarını anlatıyor. Tekrar yola koyulan kuşlardan sadece otuzu hasta ve yorgun durumda bu vadileri aşıp Kaf Dağındaki yüce bir dergâhın önüne ulaşıyor.

Burada bir postacı gelip onların Sîmurg’u sorduklarını anlayınca önlerine birer kâğıt parçası koyarak okumalarını söylüyor. Kâğıtları okuyan kuşlar bütün yaptıklarının yazılı olduğunu görüp şaşırıyorlar. Bu sırada Sîmurg da onlara tecelli edip görünüyor. Fakat gördükleri Sîmurg kendilerinden başka bir varlık olmuyor. Sîmurg’da kendilerini, kendilerinde de Sîmurg’u görüp hayretler içinde kalıyorlar.

Bu arada bir ses duyuluyor: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz; daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz; burası bir aynadır”.

Neticede hepsi Sîmurg’da fâni oluyor. Artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz bulunuyor. Gölge güneşte kayboluyor. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş aradıkları Sîmurg’un kendileri olduğunu anlıyor.

Aslında sır ''Sîmurg'' sözcüğünün kendi içinde çözülüyor. Farsça "sî", "otuz", ''murg" ise "kuş" demek oluyor. ''Sîmurg'' ise ''otuz kuş'' anlamına geliyor. Otuz kuş yolculuklarının sonunda aradıklarının kendileri olduğunu anlıyor.

Ol hikâye bu kadar oluyor.

Hikâyede Hüdhüd başında hakikat tacı (Korona!) taşıyan bir kuş olarak gösteriliyor. Kuşların yolculuğu ise tasavvufta ruhun Allah'ı arayışının mistik seferini sembolize ediyor. Zaten hikâyenin yazarı Ferîdüddîn-i Attâr da bir şiirinde sanki bu hikâyeyi özetlercesine şöyle diyor:

“Sırlar âlemine uçan kuş idim,
Alçaktan yükseğe çıkmak istedim.
Sırra mahrem kimseyi bulamayınca,
Girdiğim kapıdan ben yine çıktım.”

Hazine aramak

Aslında Hüdhüd, Lâle Devri ruhûnun en önemli temsilcisi olan şair Nedîm'in belirttiği gibi bazen da herkesin göremediği şeye nüfuz etmenin mazmunu oluyor:


"Hüdhüd gibi bînâ gerek onu arayanlar
 Vîrânede bûm olmağıla genc bulunmaz."

(Bînâ: Göz, gören, görücü. Bûm: Baykuş. Genc: Define, hazine)

(Hüdhüd gibi gören gerek onu arayanlar
 Vîrânede baykuş olmağıla hazine bulunmaz.)

Hiç satıhlarda hazine bulunmuyor. Ancak derine inmeye de kimsenin; ne gücü, ne cesareti, ne kapasitesi, ne çapı, ne gözü, ne sabrı, ne de zamanı bulunuyor. Nalburdan kuyumcu da olmuyor. Hüdhüd de değillerdi, virânede baykuş idiler, sandılar ki virânede olmayınan hazine bulacaklar.

Neyse, taşları bırakıp ben geleyim Yahya Kemal’in şiirine.

Mehlika Sultan

Halil Cibran ‘’Her erkek iki kadına âşık olur. Biri hayallerinde yarattığı diğeriyse henüz doğmamış olandır’’ diyor. İşte Halil Cibran’ın bahsettiği hayallerdeki aşkın somutlaşmış bir hali oluyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı'nın ardında yaşayan, hayalleri süsleyen ve kavuşmaya bir türlü vasıl olunmayan dünya güzeli bir peri oluyor Mehlika Sultan. Hayal edilen güzellik, sonsuzluğun sembolü oluyor Mehlika Sultan. Zaten Mehlika ismi de Farsça kökenli ‘’ay parçası, çok güzel kadın’’ anlamına geliyor.

Mehlika Sultan’a âşık yedi genç ise Doğu klasiklerinde geçen meşhur ‘’yediler’’ oluyor. Yâni ''üçler, yediler, kırklar'' deyiminin ortancası oluyor. Bu yola düşenler ‘’üçler’’ kadar az değil, ama ‘’kırklar’’ kadar da çok değil, orta sayıda bir grup oluyor.

Mehlika Sultan bir kez bir gencin rüyasına girdi mi o genç âlem-i misalde Kaf Dağı'nın ardına o güzeli bulmaya yola çıkıyor. Ümitlerle çıkılan bu yolculuk hem zahmetli hem de hüsran dolu oluyor.

Uzun sayılacak nitelikte olan şiirde sadece sözcüklerle anlatılıyor, tasvir ediliyor Mehlika Sultan; ‘’Bir hayâlet gibi dünya güzeli’’, ‘’Hepsi meshûr, o muammâ güzeli’’. (Meshûr: Sihirli, büyülü) Şiirde başkaca tasvir edilmiyor Mehlika Sultan.

Ferîdüddîn-i Attâr’ın yukarıda bahsettiğim kitabında geçen ‘’Otuz Kuş’’ hikâyesi gibi yedi âşık da rüyalarına girdiği hayallerindeki bu ‘’muammâ güzeli’’ aramak uğruna bir gün memleketlerini terk ederek yollara düşüyor. Bu yolculuk her gün daha da uzuyor ve daha da ıstırap vermeye başlıyor. Niceleri bu yolda hayatlarını feda ediyor ama Mehlika’nın kara sevdalıları sonunda varıyorlar Kaf Dağı'nın ardına. Kendilerini bekleyen tek şey ise çıkrığı olmayan bir kuyu oluyor. Kuyunun çıkrığı olmayınca susuzluklarını da gideremiyorlar. Suya bakınca gizli bir dünya görüyorlar. Etrafı ölüm servileriyle çevrili bu dünya o muamma güzelin yaşadığı yer olduğunu zannediyorlar. İçlerinden birisi parmağındaki yüzüğü atıyor suya ve o gizli dünyanın son bulmasıyla eriyorlar yolculuğun son demine. 

Belki de Mehlika Sultan’ın ölümsüz bir dünyada yaşaması gerektiği için atar içlerinden biri parmağındaki yüzüğü ve yaşatmaya devam ederler hayallerinin sonsuzluğunda dünya güzeli o periyi. Yedi âşık Kaf Dağı'nın ardında kalıyor ve geriye hiçbir zaman dönmüyorlar.

”Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir” diyor Montaigne. İşte arzulanan bir varlıkta bulunacak tada susamaktan başka bir şey olmuyor Mehlika Sultan.  

‘’Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım’’ diyor Halil Cibran. İşte aşkı konuşmak için hiçbir sözcüğün  bulanamadığı bir duygu oluyor Mehlika Sultan.

‘’İnsanın değeri ulaşmak istediğiyle ölçülür, ulaştığıyla değil’’ diyor yine Cibran. İşte ulaşılan değil de ulaşılmak istenilen bir hayal oluyor Mehlika Sultan.

‘’Siz, sevgiye yol göstereceğinizi sanmayın, çünkü sevgi sizde değer görürse, her yolu gösterir’’ diyor yine Cibran. İşte sevginin Kaf Dağı olarak gösterdiği bir yol oluyor Mehlika Sultan.

Belki de hayat; Mehlika Sultan’ın uğrunda yapılan, hayallere ve hedeflere uğraşma çabası oluyor. Bir hedef, bir maksat olmuyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı'na giden yol oluyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı'nın ardına kadar ulaşılmasa da bu uğurdaki çabanın bir ödülü oluyor Mehlika Sultan. Kaf Dağı’na ulaşıldığı sanıldığında da aynada görülen bir görüntü oluyor Mehlika Sultan!

Bu fâni dünyada çok ama çok az kişi biliyor, şiirde bahsi geçen işte bu yedi gençten sonra Mehlika Sultan'a âşık olup da Kaf Dağı'na doğru bir mâverâya gidercesine, Pamir'den Kuhi Baba'ya dek 650 km boyunca uzanan sıradağlar zinciri Hindikuş dağlarına doğru tek başına yola çıkan sekizinci gencin de ben olduğumu. İnanmıyorsanız -ve de sabrınız varsa eğer- okuyun sitemdeki ''Şehriyar'a dair'' olan notları.

İşte şimdi Yahya Kemal Beyatlı’nın o muhteşem, o harikulade ve o muazzam şiiri olan ‘’Mehlika Sultan’’ı okuma zamanıdır.

Mehlika Sultan'a âşık sekiz genç, seneler geçti, henüz gelmediler.

Arz ederim.

Osman AYDOĞAN

Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç

Gece şehrin kapısından çıktı: 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Kara sevdalı birer âşıktı. 

Bir hayâlet gibi dünya güzeli 

Girdiğinden beri rü'yâlarına; 
Hepsi meshûr, o muammâ güzeli 
Gittiler görmeye Kaf dağlarına. 

Hepsi, sırtında aba, günlerce 
Gittiler içleri hicranla dolu; 
Her günün ufkunu sardıkça gece 
Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' 

Bu emel gurbetinin yoktur ucu; 
Daimâ yollar uzar, kalp üzülür: 
Ömrü oldukça yürür her yolcu, 
Varmadan menzile bir yerde ölür. 

Mehlika'nın kara sevdalıları 
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, 
Mehlika'nın kara sevdalıları 
Baktılar korkulu gözlerle suya. 

Gördüler: ''Aynada bir gizli cihân.. 
Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' 
Sandılar doğdu içinden bir ân 
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri. 

Bu hâzin yolcuların en küçüğü 
Bir zaman baktı o viran kuyuya. 
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü 
Parmağından sıyırıp attı suya. 

Su çekilmiş gibi rü'yâ oldu!.. 
Erdiler yolculuğun son demine; 
Bir hayâl âlemi peydâ oldu 
Göçtüler hep o hayâl âlemine. 

Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Seneler geçti, henüz gelmediler; 
Mehlika Sultan'a âşık yedi genç 
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

Yahya Kemal BEYATLI

 


Yorumlar - Yorum Yaz