• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam705
Toplam Ziyaret2892535

Pastoral Senfoni


Pastoral Senfoni


07 Aralık 2020

André Gide

André Gide ( André Paul Guillaume Gide) (1869 – 1951), 19'uncu yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli hümanist, siyasal ve toplumsal sorunlara karşı hoşgörülü olan, düşüncelerindeki bütünlük, üslubundaki arılık ve uyumla Fransız edebiyatının saygın isimleri arasında yer alan bir yazardır... Genel ahlak anlayışının karşısında bireysel özgürlükleri koyarak toplumsal ve bireysel ahlakın en önemli ölçütünün, bireyin içtenliği ve kendisini tanıması olduğunu savunur…  1947 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibidir.


André Gide’nin toplum eleştirisi üstüne bina ettiği üç romanı

André Gide’nin toplum eleştirisi üstüne bina ettiği üç romanı vardır: Bunlardan birisi ‘’Pastoral Senfoni’, diğeri ‘’Dar Kapı’’ ve sonuncusu da ‘’Kalpazanlar’’dır. Bunlardan ‘’Pastoral Senfoni’ ve ‘’Dar Kapı’’ Cem Yayınlarınca beraber yayınlanmıştı.(1999) ‘’Kalpazanlar’’ ise Can Yayınlarından yayınlanmıştı (2015)

‘’Dar Kapı’’ isimli eseri Matta İncili’nden şu bölüm ile başlar; “Dar kapıdan geçiniz, çünkü insanı yıkıma götüren yol rahat ve geniştir. Bu kapıdan giren çoktur. Yaşama açılan kapı ise dar, yol da çetindir. Bu kapıdan giren çok azdır.’’ André Gide, ‘’Dar Kapı’’ romanında Alissa karakterinin dünyevi aşk üzerinden Tanrı aşkına ulaşmasını anlatır.

‘’Kalpazanlar’’ isimli eseri, yazdıklarını anlatı ya da uzun öykü olarak nitelendiren André Gide’in roman olarak adlandırdığı ilk ve tek eseridir. Edebiyat tarihçileri tarafından da yazarın en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilir. Roman, ‘’İnsanlar mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil, kendi yüreğinin sesine uymalıdır’’ ana fikrini verir. Romana göre “Dünya  ancak ve ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basma kalıp düşüncelere  ve geleneklere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır”.

Pastoral Senfoni

Bugün André Gide’nin bu kitaplarından toplumdaki çöküntüye karşı duru ve içten anlatımıyla yazdığı ‘’Pastoral Senfoni’ isimli eserini anlatmak istiyorum…

André Gide’nin bu eserinde ad olarak kullandığı ‘’Pastoral’’ kelimesi hem de Fransızca‘da Protestan din görevlilerine verilen ‘’Pasteur’’ adıyla bağlantılı hem de hem kırsal yaşamla bağlantılıdır. Ki eser her ikisini de içerir… Ayrıca André Gide bu eseriyle de Beethoven’in en önemli eserlerinden biri olan ‘’Pastoral Senfoni’´ye de gönderme yapar.

Gerçekte de André Gide, eserinde; hem büyük bölümü Fransa ve İsviçre sınırları içinde kalıp Almanya'ya doğru uzanan Jura Dağları’ndan Alplere doğru olan doğa manzarasını hem de bir pastueurün (rahip) ve gözleri görmeyen köylü kızın renkli iç dünyalarını Beethoven’i kıskandıracak ölçüde çok sesli bir ‘’Pastoral Senfoni’´ şeklinde anlatır...  

Eserin konusu kısaca şu şekildedir:

Romanın başkahramanları bir rahip ve kör bir kızdır. Rahip bir gün ölmek üzere olan bir kadının olduğu bir eve çağrılır. Rahip eve vardığında yaşlı kadın için artık çok geçtir. Kadına duasını yapar. Ancak evin bir köşesinde yere çökmüş küçük bir kız çocuğu görür. Kız kördür… Ölen yaşlı kadınsa sağırdır… Bu nedenle de kadının yaşamında kızla aralarında hiçbir iletişim olmamıştır… Kız ümmi ve vahşidir… Rahip, küçük kızı alarak evine götürür… Ancak rahibin karısı bu kör kızın eve getirilmesinden hiç de hoşnut olmamıştır. Kıza ‘’Getrude’’ adını verirler… Rahip kör kızı eğitmeye başlar…

Rahip kör kıza hayatı, sevgiyi, mutluluğu dostluğu, aşkı ... yani güzel ve doğru olan her şeyi öğretir. Gertrude tedavi olur ve gözlerinin körlüğü ortadan kalkar. Fakat genç kızın yalnız göz körlüğü değil, sevgiyi ve kötülüğü fark etmeyen ruh körlüğü de vardır. Çünkü rahip kendisine günah, ölüm ve kötülükten hiç bahsetmemiş, dünyayı olduğu gibi değil de olması gerektiği gibi anlatmıştır. 

Gertrude büyük hayal kırıklığı yaşar. Ve Getrude ile trajik bir biçimde hayatına son verir…

Getrude, ölmeden önce şu itiraflarda bulunur: “Bana görme olanağını sağladığınız vakit gözlerim, olabileceğini düşlediğimden çok daha güzel bir dünyaya açıldı; evet, gerçekten, ben gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunu düşünemiyordum. Şu sözleri hatırlayın: “Kör olsaydınız günahınız olmazdı.” Bütün bir gün kendi kendime tekrarladığım şu sözü hatırlıyorum: “Eskiden yasalar olmadığından yaşıyordum; Tanrı emirleri gelince günah dirildi ve ben öldüm.”

Kör kızın tüm varlığını kaplayan mutluluk ve yaşama sevinci, günahı hiç tanımamış olmasından kaynaklanıyordu. Onun içinde sevgi ve ışıktan başka hiçbir şey yoktu. Gözleri görmüyordu ama gözleri görenlerin bakmasını bilmediği için fark edemediği mutlulukları tadıyordu.

Romandan bazı bölümler

Roman rahibin tuttuğu not defteri şeklinde devam eder. Rahibin tuttuğu bu notlardan bazı bölümleri aşağıda sunuyorum;

‘’ ...Hemen cevap veremedim, çünkü tarif edilemeyecek kadar güzel olan bu ses uyumu, dünyayı olduğu gibi değil, kötülüklerden ve günahlardan arınmış bir şekilde, olması gerektiği gibi anlatıyordu. Ve ben Gertrude'e o zamana kadar kötülükten, günahtan ve ölümden bahsetmeye cesaret edememiştim. Bir süre sonra: "Gözleri olan insanlar mutluluğun ne olduğunu bilmezler, dedim."...

‘’Bu öğretimin ilk başlarının tümünü burada yazmayı yararsız buluyorum, çünkü bütün körlerin eğitiminde vardır bunlar. Böylece de, her kör için, onu yetiştiren öğretmenin renk konusunda aynı güçlükle karşılaştığını sanıyorum. Başkaları bu işi nasıl becermişlerdir bilmiyorum; ben kendi payıma, ilkin gökkuşağının bize gösterdiği sıraya göre prizmadan çıkan renkleri adlandırmakla başladım. Ama çok geçmeden kafasında ışıkla renk kavramları birbirine karıştı; ve anladım ki muhayyilesi, ressamların sanırsam ‘değer’ dedikleri, renklerdeki açıklık koyuluk derecelerinde hiçbir ayrım yapamıyordu. Her rengin açığı ve koyusu olabileceğini ve renkler kendi aralarında karışarak sonsuz sayıda renkler meydana getirebileceklerini anlamakta en büyük güçlüğü çekiyordu. Hiçbir şey onu bu kadar çok düşündürmüyor, durmadan hep bu konuya dönüyordu.’’

‘’Bu sıralarda onu Neuchatel’e götürüp bir konser dinletme olanağını buldum. Senfoninin çalınışında her bir müzik aletinin aldığı rol, bu renk konusuna dönebilmemi sağladı. Gertrude’e, yaylı çalgıların, nefesli bakır çalgıların, flütlerin her birinin çıkardığı sesleri ayırt ettirdim ve bunların her birinin kendine göre az ya da çok güçlü olarak en tizinden en pesine kadar bütün ses çeşitlerini verebildiklerini anlattım. Bunlara benzer biçimde, doğadaki renkleri de gözünün önüne getirebileceğini söyledim. Örneğin, dedim, kırmızı ve turuncu renkler borulu çalgılarla, mızıkaların seslerine, sarılarla yeşiller kemanların, viyolonsellerin ve basların seslerine benzer; morlarla maviler de flütlerin, ağız çalgılarının seslerini hatırlatır. Kuşkularımın yerini içinden gelen bir çeşit hayranlık alıverdi: ’Kimbilir ne güzel şeylerdir bunlar!’ diye tekrarlıyordu.

Sonra birden ‘Ya beyaz?’ diye sordu, ’beyazın neye benzediğini düşünemiyorum..’ O anda, kıyaslamalarım pek eğreti göründü bana, gene de bir şeyler söylemeye çalıştım. ’Beyaz mı?’ dedim, ’beyaz, bütün tonların birbirine karıştığı en keskin uçtur; tıpkı karanın en karanlık uçta olması gibi.’

Ne var ki bu açıklama beni ondan daha fazla doyurmadı. Çok geçmeden, en tiz seslerle olduğu gibi en pes seslerde de nefesli bakır çalgıların, flütlerin ve kemanların birbirinden ayırt edilebildiklerini söyleyerek bu kıyaslamaya pek inanmadığını belli etti. Çoğu kez olduğu gibi, o anda da şaşırıp kaldım, söyleyecek söz bulamadım, hangi kıyaslamaya başvurabileceğimi aradım durdum.

’Pekala’ dedim, ’beyazı şöyle getir gözünün önüne: Hiçbir rengin bulunmadığı, sadece aydınlıktan ibaret tamamıyla arı bir şey olarak düşün; kara’ya gelince, tam tersi, o kadar çok renk yığılmış ki, kapkaranlık olmuş...’

Bu konuşma kırıntılarını burada hatırlatmamım nedeni, çoğu zaman karşılaştığım güçlüklere bir örnek vermek içindir. Gertrude’ün iyi bir yanı da hiçbir zaman anlamayınca anlamış gibi görünmüyordu. Oysa kimi insanlar kafalarını belirsiz ya da yanlış birtakım verilerle doldururlar çoğu kez, sonra bunlara dayanarak işlettikleri düşünme düzenleri de bozuk sonuçlara. varır. Gertrude ise bir kavramı açık-seçik öğrenmedikçe bu onun için bir tedirginlik ve sıkıntı kaynağı oluyordu. 

Yukarda sözünü ettiğim güçlüklerden bir başkası da, kafasında ışık ve sıcaklık kavramlarını birbirinden ayıramamasından ileri geliyordu. Sonradan onları ayırt ettirinceye kadar akla karayı seçtim. Böylece, onun kafa gelişmesi için aralıksız uğraşırken, gözle gördüğümüz evrenle sesler evreni arasında ne derin farklar bulunduğunu ve ikisi arasında yapılan kıyaslamaların ne denli kusurlu olduğunu kendi deneylerimle anladım.’’ 

"Eğer aşka sınırlamalar konmuşsa, bu senden gelmiyordur Tanrım, insanlar yapmıştır bunu."

"Gözleri olanlar bakmasını bilmeyenlerdir."

Roman bir kış mevsiminde "üç gündür dinmek bilmeyen kar yolları kapadı" cümlesiyle başlardı... Ve roman Getrude’nin kırlardan topladığı çiçeklerden belli olan bir yaz günü rahibin ıstırabını yansıtan şu sözü ile biter:

‘’Ağlamayı çok isterdim ama kalbimi bir çölden daha çorak hissettim"

Son söz

Romandan aldıklarım bu kadar… Roman Jura Dağları’ndan Alplere doğru olan doğa manzarasını anlatırdı ama biz bir de etrafımıza bakalım…

Ne çabuk börtü böcek yaz konserlerini kesti, ne çabuk kuşların cıvıltıları sustu, ne çabuk yaz otları da sararıp soldu, ne çabuk bir ürkek, bir mahzun, bir hazin sessizliğe büründü doğa?...

Ne çabuk pastel bir renk aldı uzaklar, sararan yapraklar, kuruyan otlar, vadiler yamaçlar, dağlar, tepeler, bayırlar, düzler… Sarı, kahverengi, kırmızı soluk renkleriyle ağaçlar yarı çıplak kalan dalları ile ne çabuk göklere baktı ellerini kaldırmış Tanrı'ya dua eden bir insanmışçasına…

Ne çabuk oluyor akşamlar... Çığlık çığlığa, bağıra bağıra ne çabuk batıyor güneş dağların, denizlerin ardından... Alev alev yanıyor dağlar, denizler güneş batarken, korsuz, külsüz, dumansız... Değil mi?

Mevsim artık iyice sonbahar… Sonbahar renklerini fark ediyor muyuz? Görmek… Ne harikulade bir şey görmek… Ama bazen görmemiz gerekenleri görmez, duymamız gerekenleri duymayız. Gerçekten gün ışığının bu denli parlak, havanın bu denli aydınlık, gökyüzünün bu denli engin olduğunun farkında mıyız?

Değiliz!... Değiliz, çünkü gerçekte öyle olmayan ama Türkiye’de sanatsız, edebiyatsız, felsefesiz, estetiksiz, nezaketsiz, zarafetsiz, haksız, hukuksuz, adaletsiz, ruhsuz ve kalpsiz; adına siyaset denen bir fosseptik çukurunun içinde debelenip duruyoruz…

Ne diyordu André Gide Pastoral Senfoni’sinde:  "Gözleri olanlar bakmasını bilmeyenlerdir." Belki de aynı şeyleri söylüyordur Beethoven de Pastoral Senfoni’sinde: "Kulakları olanlar duymasını bilmeyenlerdir." Ama en güzelini de her halde André Gide Pastoral Senfoni’sinin sonunda rahibe söyletmişti: ‘’Çorak bir çölden kalbi olanlar…….. ‘’

Değil mi?

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz