Suriye’de olanlar, bitenler, olacaklar ve Türkiye
25 Ocak 2025
AKP iktidarının, 2011 yılından beri Suriye’deki rejimi devirmek istediği biliniyor. AKP hükumeti bu konuda 13 yıl süreyle çaba harcıyor. Suriye'de 13 yıldır devam eden iç savaşın sonunda, 27 Kasım 2024 tarihinde, ABD, İsrail ve AKP iktidarının desteklediği radikal cihatçı selefi terör örgütü Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) önderliğindeki diğer terörist grupların İdlib’den başlattığı saldırılar hızla ilerleyerek 7 Aralık 20024 gecesi Başkent Şam'a ulaşıyor. Suriye lideri Beşar Esad da bu arada ülkeden ayrılıyor. AKP hükumeti, 2017 Astana zirvesinden itibaren 27 Kasım 2024 tarihine kadar, HTŞ güçlerini, İdlib bölgesinde, Rusya ve Suriye ordusuna karşı koruyarak, HTŞ’nin İdlib bölgesinde palazlanmasına imkân tanıyor. Bir başka ifade ile AKP iktidarı ‘’işini çok iyi yaparak’' hedefine ulaşıyor. Suriye'de Esad rejimi devriliyor.
AKP iktidarı Suriye’deki Esad rejimini devirerek ‘’işini doğru yapıyor’’ ancak AKP iktidarı Suriye’de hiç mi hiç ‘’doğru iş yapmıyor’’.
Bu noktada ‘’işi doğru yapmak’’, ‘’doğru iş yapmak’’, ‘’verimlilik’’ ve ‘’etkinlik’’ kavramlarını biraz açıklamam gerekiyor.
‘’Verimlilik’’ ve ‘’etkinlik’’ kavramları
Toplum olarak karıştırdığımız bir konu bulunuyor: ‘’Verimlilik’’ ve ‘’etkinlik’’ kavramları. Toplum olarak verimliliğin en önemli ve en öncelikli konu olduğunu düşünüyoruz. Oysa verimlilikten çok daha önemli, çok daha öncelikli bir kavram bulunuyor: Etkinlik. İyi ama bu iki kavramın AKP’nin Suriye politikası ile ne ilgisi bulunuyor, değil mi? İlgisi bulunuyor tabii ki ancak bu ilgiyi görmek için önce bu iki kavramı, sonra da günümüzden ve tarihten örnekleriyle açıklamam gerekiyor.
Bu iki konuda kafa yoran Avusturyalı Yönetim Bilimci Peter F. Drucker, ‘’Etkin Yöneticinin Seyir Defteri’’ (Optimist Yayınları, 2007) adlı kitabında bu iki kavramı basitçe şöyle açıklıyor: ‘’Verimlilik; işleri doğru yapmak, etkinlik ise doğru işi yapmaktır.’’ Peter F. Drucker, aynı kitabında şunu da söylüyor: ‘’Hiç yapılmaması gerekenin verimli bir şekilde yapılması kadar işe yaramaz bir şey yoktur."
Liderlik otoritesi olan ABD’li Yazar Stephen R. Covey de ‘’Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı’’ (Varlık Yayınları, 1999) adlı kitabında Peter F. Drucker’den de alıntı yaparak bu iki kavramı liderlik özelliklerine oturtuyor: “Yönetici işleri doğru yapar, lider ise doğru işleri yapar.” Bu sözü Covey kitabında şöyle örnekliyor: ‘’Yöneticilik, başarı merdivenini tırmanma becerisidir, liderlik ise merdivenin doğru duvara dayalı olup olmadığı ile ilgilidir.’’
Merdiven, yanlış duvara dayandığında
Covey, kitabında ‘’merdiven’’ konusunu hapishane ile ilişkilendirerek şöyle açıklıyor: Bir hapishanenin avlusundan kaçmak istiyorsunuz. Avlu duvarı yüksek ve sürekli gözetleniyor. Gözetlenmeyen çok kısa bir an var. Ve bu andan istifa ederek; avlu duvarına hızla merdiven dayayıp ve merdivenden de hızla tırmanmanız gerekiyor. Bu maksatla güzel bir plan yapıp, duvara hızla merdiven dayama ve merdiveni hızla çıkma konusunda aylarca çalışıyorsunuz, kol kaslarınızı, bacak kaslarınız geliştiriyorsunuz. Yaptığınız provalarla da bu iş size gerekli o kısa anın da altında yapıyorsunuz. Yani çok verimli bir iş çıkarıyorsunuz, yani ‘’işi doğru yapıyorsunuz’’. Ancak hapishaneden kaçma günü merdiveni yanlış bir duvara dayayıp da hapishanenin dışına değil de hapishanenin bir başka avlusuna atlıyorsanız eğer o zaman ''işi doğru yapıyor'' ancak ‘’doğru iş yapmamış’’ oluyorsunuz.
Bataklığa çıkış!
Covey’in kitabında benzer şekilde bir de çangıl ormanından çıkış konusunu örnekliyor: Ormanda kaybolan ekip ormandan çıkabilmek için çok iyi organize edilerek, ormandan hızlı bir şekilde ağaç kesilip çıkış yolu açılıyor. (İş doğru yapılıyor.) Ancak bu yol kurtuluşa değil de bir bataklığa çıkıyor. (Doğru iş yapılmıyor.)
Aslında Peter F. Drucker’in ‘’Verimlilik; işleri doğru yapmak, etkinlik ise doğru işi yapmaktır’’ sözü benim anlattığım gibi hiç de hapishaneden ve ormandan çıkış örnekleri gibi basit örneklendirilecek gibi durmuyor. Günümüzde ve Türk tarihinde bu ilkenin çok ama çok acı örnekleri yaşanıyor.
Ulaştırma politikalarında ‘’işin doğru yapılması’’ ve ‘’doğru iş yapılmaması’’
Günümüzde Türkiye’nin ulaşım politikalarında; AB standardında duble yollar, otoyollar, kamyon, otobüs ve otomobil fabrikaları gibi ‘’işler doğru yapılıyor''. Ancak bütün bunlar ‘’doğru iş olarak yapılmıyor’’. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkenin dünyanın en ucuz taşıma aracı olan deniz yolarını ve ikinci ucuz taşıma aracı olan demiryollarını kullanmaması, bu alanlara yatırım yapmaması nedeniyle ‘’doğru iş yapmamış’’ oluyor. Türkiye, hala mevcut ulaştırma politikalarının ülkeyi bataklığa çıkardığı görülmüyor.
Bu örnekler çoğaltıla bilinir. Bu konuya tarihten de iki örnek vermem gerekiyor:
Galiçya örneği
Galiçya; Orta Avrupa’da bulunan 80.000 km2’lik bir coğrafya parçası; kuzeyinde Polonya, doğusunda Ukrayna, güneyinde Romanya ve batısında Macaristan ve Slovakya bulunuyor, Podolya Yaylası ve Karpat Dağlarının kuzey yamaçlarını içinde barındırıyor. Birinci Dünya Savaşında Enver Paşa, Almanlara yaranmak için Çanakkale muharebelerinden muzafferle çıkmış orduyu yeniden donatıp, örgütleyerek Ruslara karşı Almanlar yanında savaşmak üzere Galiçya’ya gönderiyor. Türk ordusu Galiçya’da destan yazıyor. Yani Türk ordusu orada ‘’işini doğru yapıyor’’. Ancak o tarihlerde Ruslar, Erzurum’u, Erzincan’ı ele geçirip Sivas’a merdiven dayamışken, Irak cephesinde, Filistin cephesinde İngilizlere karşı askere ihtiyaç varken Galiçya’ya asker göndermek (doğru iş yapmamak) felaketlere yol açıyor. Bu felaket koskoca bir imparatorluğu batırıyor.
Yine tarihten bir başka örnek vermek istiyorum.
Medine Kaplanı Fahrettin Paşa!
Ömer Fahrettin Türkkan. Biz kendisini bu şekilde değil de Birinci Dünya Savaşı sırasında çıkan Şerif Hüseyin isyanında, zor şartlar altında Medine'de yönettiği iki yıl yedi ay süren Medine savunmasını yapan ''Fahrettin Paşa'' olarak tanıyoruz. Bu nedenle Fahrettin Paşa; "Türk Kaplanı", "Çöl Kaplanı", "Medine Kahramanı" lakaplarıyla da anılıyor. Gerçekten de Fahrettin Paşa zor şartlarda, ikmal yolları Arap aşiretler tarafından kesildiği için askerlerine çekirge yedirerek Medine’yi savunuyor. Hasılı Fahrettin Paşa İslam’ın kutsal şehri Medine’yi çok iyi savunuyor. Yani Fahrettin Paşa ‘’işini doğru yapıyor’’.
Ancak Fahrettin Paşa ‘’doğru iş mi yapmıyor?’’ Fahrettin Paşa, ‘’işini doğru yapıyor’’ (Medine’nin savunması) ancak ‘’doğru iş yapmıyor’’. Şöyle ki;
Başkomutan Vekili Enver Paşa, Diyarbakır’dan gelen 16. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa ve Kudüs’ten gelen 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın katılımıyla 28 Şubat 1917 tarihinde, Şam’da iki gün süren bir toplantı yapıyor. Bu toplantı sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın teklifi ile ‘’Medine’nin boşaltılması ve Hicaz’daki kuvvetlerin Filistin’i savunmak üzere geri çekilmesi kararı’’ alınıyor. Başkomutan Vekili Enver Paşa, Suriye’den döndükten sonra 02 Mart 1917 tarihinde bu kararını kesinleştirerek emre döküyor. (Hikmet Özdemir, ‘’Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk’’, Doğan Kitap, 2019, s. 136) Fakat Fahrettin Paşa bu emri dinlemiyor, Medine’yi savunmaya devam ediyor. Bu savunma esnasında binlerce Anadolu evladı çekirge de yiyerek Arap çölünde kırılıyor, şehit oluyor. Sonunda hem Medine düşüyor hem de savunmasız kaldığı için Filistin düşüyor, ardından Şam düşüyor, o zamanlar Antep kadar Türk olan Halep düşüyor. Yani Fahrettin Paşa, savunma ‘’işini doğru yapıyor’’ ancak görüldüğü gibi ‘’doğru iş yapmıyor’’.
Türk tarihinde buna benzer daha çok örnekler bulunuyor.
Ancak özet olarak şunu demek istiyorum: Biz Türkler hep ‘’işi doğru yapmağa’’ odaklanıyoruz. Hem kendimizi hem de insanlarımızı buna zorluyoruz. Ancak ‘’doğru işi yapmak’’ konusunda yalpalıyoruz, bu konuda sınıfta kalıyoruz.
Aynı hatayı AKP hükumeti Suriye’de de yapıyor.
Suriye
Suriye’de 2011 yılından bu yana yaşanan son gelişmeleri ve bu gelişmelerdeki AKP hükumetinin katkısını yazımın girişinde anlattım. Suriye’de 13 yıl boyunca devam eden bu iç savaş sonunda devlet kapasitesi büyük yara alıyor. HTŞ’nin saldırmasıyla paralel olarak da İsrail, güneyden Suriye’ye saldırıyor. İsrail, 1967 Savaşında işgal ettiği Golan tepelerini de aşarak, Golan Tepelerinden Şam’a 20 km. kadar olan bölgeyi işgal ediyor. İsrail hava saldırıları sonucu da iç savaştan arta kalan Suriye devlet kapasitesi de tamamen imha ediliyor. İsrail, Gazze çatışmaları bittikten sonra Lübnan Güneyine saldırarak Lübnan Hizbullah’ını da etkisiz hale getiriyor.
HTŞ’nin Suriye’de yönetimi ele geçirmesiyle Suriye, fiilen etnik ve mezhep gruplarına göre parçalara bölünüyor.
Suriye’deki etnik ve mezhep yapı
Ancak Suriye’deki hiçbir etnik grup, Esad’ın Suriye’den ayrılmasından sonra hâkim oldukları bölgede tek başına çoğunluğu oluşturmuyor, bir başka ifadeyle bu bölünmüş bölgelerde hiçbir etnik grup kendi içinde homojen bir yapıyı oluşturmuyor. Örneğin SDG/PYD/YPG oluşumu, ABD’nin desteği ile Fırat’ın doğusunu kontrol ediyor. Ancak Suriye’de Kamışlı, Haseke vilayetinin kuzeyindeki bölgelerde, Ayn El Arap ve Afrin’de Kürt nüfusu çoğunluğu oluştururken Rakka, Deyrizor, Münbiç ve Tel Rıfat gibi bölgelerde ise Arap nüfusu çoğunluğu oluşturuyor. Bu bilgi nüfusa oranlanırsa; Fırat’ın doğusunda SDG/PYD/YPG oluşumunun kontrol ettiği bölgenin nüfusunun sadece yüzde 17’si Kürt, kalan büyük kısmı Araplar ve azınlıklardan oluşuyor. Suriye'deki mevcut su kaynaklarının, tarım üretiminin ve petrol yataklarının çok büyük bir kısmının Fırat'ın doğusunda ve SDG/PYD/YPG oluşumunun kontrol ettiği bu bölgede olması burada yaşanacak olan paylaşım kavgasının şiddetini gösteriyor.
Suriye’de bugünden sonra yaşanacaklar
Bu gelişmelerden sonra Suriye’de şu olayların yaşanacağı bekleniyor:
- İsrail’in Suriye güneyinde, Golan tepeleri ile Şam arasındaki bölgede kendisine bir tampon bölge kuracağı,
- İsrail’in, Filistin’i tamamen yok etmesi için artık önünde hiçbir engelin kalmadığı, İsrail’in artık Filistin diye bir sorununun olmayacağı,
- Esad’ın düşmesi ve Lübnan Hizbullahı’nın bitmesiyle önceden bölgede olan İran’ın, Suriye’ye uzanan kolları kesildiğinden, İsrail aleyhine bölgeye etki etme kapasitesinin kalmayacağı,
- Suriye'nin bölgede artık ABD'nin kuklası, İsrail'in şamaroğlanı sözde bir devlet olarak varlığını sürdüreceği,
- Carl Von Clausewitz’in tezi: ‘’Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ (Carl Von Clausewitz, ‘’Vom Kriege’’, Dümler Verlag, 1989) olarak biliniyor. Ancak İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar, askerî tarihçi John Keegan (1934-2012)’ın güzel bir kitabı bulunuyor; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (Verlag: Rowohlt Tb. 2007) John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın ve çatışmanın esas nedenini kültüre bağlıyor. Ve diyor ki Keegan; ‘’İşbirliği özelliğinin ve davranışının gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz oluyor.’’
Miras için kardeşlerin bile birbirlerini boğazladıkları ve hiçbir şekilde uzlaşı kültürünün olmadığı, çatışma kültürünün hâkim olduğu bu coğrafyada; Suriye’deki Dürzi, Nusayri, Arap, Sünni, Kürt ve Türkmen grupları arasında tüm bir Suriye’de, 20-30 yıl gibi, için için yanan yangın yeri gibi uzun süreli, daha vahşi bir iç savaşı yaşayacakları, ABD, İngiltere, Fransa, İsrail, Rusya, İran, Suudi Arabistan, Mısır ve BAE gibi ülkelerin kendilerine yakın grupları destekleyecekleri bu iç savaşın, çok uzun süreli ve çok kanlı olacağı,
- Bu iç savaş esnasında ağıtların Arapça, Kürtçe ve Türkçe olarak yakılacağı, zafer şarkılarının ise İbranice ve İngilizce söyleneceği.
Suriye’de yaşanacak uzun süreli bu iç savaşın Türkiye’ye etkileri
- Bu şekilde Suriye’de yaşanacak uzun süreli iç savaş süresince, öncekilerden de çok daha fazla sığınmacının Türkiye’ye akın edeceği,
- SDG/PYD/YPG yapılanmasının uzun vadede Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile birleşmek isteyeceği, bu isteğin Irak, Suriye, İran ve Türkiye’deki Kürtlerden oluşan hayali Büyük Kürdistan iştihasını kabartacağı, bu iştihanın Türkiye’nin Güneydoğu bölgesini etkileyebileceği ve bu iştihanın da ABD ve İsrail tarafından destekleneceği,
- SDG/PYD/YPG yapılanmasının içerisinde çok sayıda PKK militanının bulunması nedeniyle bu oluşumdan PKK’nın destek alarak Türkiye’de azalan eylem gücünün takviye edebileceği,
- Alman Asya uzmanı Peter Scholl- Latour, 1996 yılında yazdığı ‘’Das Schlahtfeld der Zukunft; Zwieschen Kaukasus und Pamir’’ (Siedler Verlag, 1996) (Geleceğin Muharebe Sahası; Kafkasya ve Pamir arası) adlı eserinde, Kafkasya ve Pamir arasındaki bölgeyi geleceğin muharebe sahası olarak görüyor. Yazara göre bu bölge arasında, özellikle Afganistan ve Tacikistan’da yaşanan iç savaş, ideolojik bir ayırımı meydana getirmiştir. Bu ideolojik ayırımın sonuçları da başta Rusya, Türkiye ve Çin olmak üzere tüm bölge ülkelerini ve Ortadoğu’yu derinden etkileyecektir. Peter Scholl- Latour’un öngörüsü 2000’li yılların başından beri tüm bir Ortadoğu’da ve Türkiye’de yaşanıyor. Peter Scholl- Latour’un eserindeki tespitine benzer bir şekilde Suriye’de oluşacak olan radikal cihatçı selefi terör rejiminin, uzun vadede hem bölgeyi hem de Türkiye’yi ideolojik yönde etkileyebileceği değerlendiriliyor. Belki de HTŞ’yi destekleyenler HTŞ'yi bunun için destekliyor.
Tekrar dönmek üzere konuyu bu noktada bırakıp ABD’nin bölge ile ilgili politikalarına bir göz atmamız gerekiyor.
ABD’nin bölgeye yönelik politikaları, İran ve Çin
2000’li yılların başından itibaren; Çin dünya sahnesindeki yerini alıyor, Rusya da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte Putin ile beraber toparlanıyor. Rusya Devlet Başkanı Putin, 10 Şubat 2007 tarihinde Münih Güvenlik Konferansı’nda tarihi bir konuşma yapıyor: “Tek kutuplu modelin günümüz dünyasında sadece kabul edilemez değil, aynı zamanda imkânsız olduğunu düşünüyorum.” Putin'in bu konuşması dünya siyasetinde bir dönüm noktasını oluşturuyor. Putin, bu konuşmasıyla ABD’nin tek kutuplu dünya özlemine son veriyor.
Bu konuşmanın ardından Rusya; 2007 tarihinde AKKA sürecini askıya alıyor, 2008 yılında G. Osetya ve Abazya’yı Gürcistan’dan ayırıyor, ardından Rus askerleri G. Osetya ve Abazya’ya giriyor, 2014 yılında Kırım’ı ilhak ediyor ve 2015 yılında da AKKA’dan tamamen çekiliyor, 2014 yılında Suriye'nin yanında yer alıyor, Suriye'ye askerî güç gönderiyor.
Bu gelişmeler üzerine ABD, birisi Aralık 2017 yılında, diğeri de Ekim 2022 yılında olmak üzere iki ‘’Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’’ni açıklıyor. Bu belgelerden çıkartılacak sonuç: ABD, Rusya ve Çin’i kendisine en büyük stratejik rakip ve tehdit olarak görüyor. Bu belgelerde ABD, özellikle de Çin’i, ABD’nin güvenlik ve refahının tam karşısında konumlanmış asıl düşman kategorisinde değerlendiriyor. Dolayısıyla ABD’nin, kendisine stratejik rakip olarak gördüğü Çin ve Rusya’yı büyük ekonomik ve askeri kaynak harcamaya zorlayacak jeopolitik istikrarsızlıklara yol açacak bir politika izlemesi akla yakın gözüküyor.
ABD’nin doğrudan Çin’e yönelmesini engelleyen üç güç
Ancak ABD’nin doğrudan Çin’e yönelebilmesi için önünde üç engel bulunuyor: Birincisi Rusya, ikincisi ise İsrail için güvensiz Ortadoğu ve üçüncüsü de İran.
ABD, birinci ve ikinci engeli çok rahat bir şekilde aşıyor.
Rusya’nın, 24 Şubat 2022 tarihinde Ukrayna’ya saldırması ile Rusya, ABD’nin 2014 yılından beri eğitip, donatıp, desteklediği Ukrayna’da kilitleniyor. Bu şekilde ABD; Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılımı ve NATO üyesi Avrupa ülkelerinin savunma harcamalarını artırmaları ve artan silahlanmaları ve Rusya’ya ABD ve AB tarafından uygulanan ambargolar ile zayıflamış, dişleri dökülmüş Rusya’yı Avrupa’nın kucağına bırakıyor. Rusya, Ukrayna’da öylesine bağlanıyor ki Esad’lı Suriye’ye, yapılmazsa tüm Ortadoğu’dan çekilmesine sebep olacak desteği bile sağlayamıyor. ABD, bu şekilde Rusya engelini aşmış oluyor.
ABD, ikinci engeli, İsrail için güvensiz Ortadoğu engelini çok daha rahat aşarak bölgeyi İsrail için dikensiz bir gül bahçesi haline getiriyor. Şöyle ki:
ABD, önce tüm Arap ülkelerini İsrail ile barıştırıyor. ABD, önce Mısır ile başlıyor. Mısır, Eylül 1978’de "Camp David'’ anlaşmasıyla İsrail'i tanıyarak, İsrail’i, işgal ettiği topraklardaki varlığını meşru sayan ilk Arap devleti oluyor. Ardından Ürdün geliyor. Ekim 1994’de Ürdün ile İsrail arasında yapılan ‘’Vadi Arabe’’ anlaşmasıyla iki ülke arasında diplomatik ilişki kuruluyor. Ürdün’ü diğer Arap ülkeleri takip ediyor: Ağustos 2020’de İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında ilişkilerini normalleştirdikleri duyurusu yapılıyor. Eylül 2020’de İsrail ve Bahreyn "ilişkilerini tamamen normalleştirmek konusunda anlaşmaya vardıkları" ilan ediliyor. İsrail, BAE ve Bahreyn arasında ‘'İbrahim (Abraham) Anlaşması'’nı imzalanıyor. Ekim 2020’de Sudan, İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesini kabul ettiğini açıklıyor. Lübnan, İsrail ile masaya oturmak üzere çerçeve anlaşmasına varıldığını duyuruyor. Aralık 2020’de Fas, İsrail ile ilişkilerini yeniden başlatacaklarını açıklayarak bu normalleşme kapsamında İsrail ile dört anlaşma imzalıyor. Suudi Arabistan ise zaten baştan beri ABD’nin Ortadoğu projelerinin merkezinde, İsrail’in yanında ve Filistin’in karşısında yer alıyor.
Bu arada 70’li yıllardan 90’lı yılların sonuna kadar tüm dünya antiemperyalist kamuoyunun büyük desteğine sahip laik karakterli Filistin hak arama mücadelesi, FKÖ’nün belkemiğini oluşturan El Fetih yerine ile 2007 yılından sonra, Siyasal İslam, İsrail, MOSSAD ve CIA tarafından desteklenen Siyasal İslamcı ve İhvan’cı HAMAS ile yapılmaya başlanıyor. HAMAS'ın; aşırı dinci dili, sert, şiddet yanlısı söylemi, sözde Siyonizme karşı çıkarken ırkçılığa varan söylem ve tutumları ve Filistin’in kurtulmasından önce İslamlaştırılmasına öncelik veren tutumu dünyanın Filistin’e olan desteğini çekmesine yol açıyor. Bu ise Filistin mücadelesinin dünyada yalnız kalmasına yol açıyor.
Geriye İsrail ile barışmaları mümkün olmayan üç ülke kalıyor: Irak, Libya ve Suriye. Bu üç ülkenin hem İsrail düşmanı hem de Filistin savunucuları olmaları ortak özellikleri oluyor.
İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçileri olan bu ülkeler; Saddam’lı Irak, Kaddafi’li Libya ve Esad’lı Suriye, ABD tarafından ortadan kaldırılıyor. İsrail’in baş düşmanı ve Filistin’in en büyük destekçileri olan bu üç ülke ABD tarafından ortadan kaldırılırken ABD’ye en büyük desteği Türkiye’de AKP iktidarından Suudilere Müslüman devletler sağlıyor.
HAMAS'ın 07 Ekim 2023 Cumartesi sabahı İsrail'e karşı ev yapımı uyduruk roketlerle başlattığı savaş, İsrail’in dev savaş makinesi tarafından orantısız bir mukabelesi ile bir katliama dönüştürmesi fırsatını veriyor. Sonuçta Gazze yerle bir ediliyor. İsrail’in artık Filistin diye bir sorunu kalmıyor. Bu savaş bahanesiyle İsrail, Güney Lübnan’a da saldırarak Lübnan Hizbullahı’nı da etkisiz hale getiriyor. HTŞ, Şam’a yürürken aynı anda İsrail Güney Suriye’yi işgal ederek sınırlarını genişletiyor.
Bu şekilde ABD tarafından bölge, Türkiye’de AKP iktidarı ve diğer Arap ülkelerinin de katkısıyla İsrail için dikensiz bir gül bahçesine çevriliyor. Ukrayna’da saplandığı bataklık nedeniyle Rusya Esad’a yardım edemeyip bölgeden çekilmenin şartlarını hazırlıyor. Esad düşünce ve Lübnan Hizbullahı etkisizleştirilince İran’ın bölgeye uzanan kolları da kesiliyor.
İsrail’in bölgede kalıcı güvenliği
Düşmanları ortadan kaldırılan İsrail’in bölgede kalıcı güvenliği için ABD tarafından Kürtler seçiliyor. Bu maksatla önce Irak parçalanarak Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi, şimdi de Suriye dağılınca Suriye’de Fırat doğusunda oluşturulan SDG/PYD/YPG yönetimi kuruluyor. Zaten bu maksatla da Suriye iç savaşı başladığı 2011 yılından beri SDG/PYD/YPG yönetimi ABD tarafından korunup, kollanıp, destekleniyor. Nasıl ki AKP yönetimi Suriye iç savaşı esnasında, Esad’ı deviren HTŞ yönetimini 2017 yılından 2024 yılına kadar koruyup, desteklediyse aynı şekilde ABD de 2011 yılından beri SDG/PYD/YPG yönetimini korunup, kollanıp, destekliyor.
ABD’nin doğrudan Çin’e yönelmesini engelleyen son güç: İran
ABD’nin doğrudan Çin’e yönelmesini engelleyen son güç olarak İran kalıyor. İran’ı etkisiz hale getirmek için ABD muhtemel ki İran’a doğrudan saldırmayı planlamıyor.
İran’a önce ABD ve İsrail’in, İran'ın nükleer yakıt geliştirme programını bahane ederek hava kuvvetleri ile saldırması, İran pes etmezse eğer İsrail ve ABD hava kuvvetleri deteğinde bir kara harekâtı için yıllardır destekleyip silahlandırdıkları HTŞ ve SDG/PYD/YPG yönetimini, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimini ve İran içindeki PEJAK’ı kullanacağı değerlendiriliyor. Daha şimdiden HTŞ, ‘‘korkularının kaynağının İranlı milisler, Hizbullah ve devrilen Baas rejimi olduğunu’’ söylüyor. (Skynews, 11 December 2024)
Ancak ABD’nin İran’daki Molla rejimini devirmesi beklenmiyor. ABD, İran harekâtıyla İran’da geride, kolu kanadı kırılmış, gardı düşmüş, burnu sürtülmüş bir Molla rejimi bırakması bekleniyor. ABD’nin başta Suudiler olmak üzere Körfez emirliklerini başka nasıl korkutup kendisine kul köle olmasını sağlayabilir ki? Tabii ki İran’daki Molla rejimi ile korkutarak.
ABD’nin son olarak Çin’e yönelmesi
ABD, dişleri dökülen, artık ABD için bir tehdit olmaktan uzaklaşan Rusya’yı, güçlendirdiği ve silahlandırdığı Avrupa'nın (AB) kontrolüne bıraktıktan, tüm bir Ortadoğu’da iyi bir mıntıka temizliği yapıp Ortadoğu’yu da İsrail’e emanet ettikten ve İran’ı da bertaraf ettikten sonra, kendisi artık rahat rahat ve sorunsuz bir şekilde Çin ile nihai bir hesaplaşmanın planlarını yapması bekleniyor.
Dünyanın en büyük strateji ustası Sun Tzu’nun strateji ilkelerini (‘’Savaş Sanatı’’, İş Bankası Yayınları, 2014) en iyi 18. yy.’dan itibaren İngiltere, 20. yy.’dan itibaren de İngiltere’nin ardılı ABD uyguluyor: “Savaş sanatından anlayan kişi başkalarının gücünü savaşmadan alt eder, kentleri kuşatmadan düşürür. Hasım milletleri, uyumlarını, morallerini çökerterek teslim alır.” Tabii ki Sun Tzu’nun bu strateji ilkesi doğrultusunda ABD'nin Çin ile doğrudan sıcak bir çatışmaya girmesi ve savaşması beklenmiyor. Hem dünyada ve bölgede ABD'nin maşa olarak kullanabileceği mebzul miktarda araç bulunuyor hem de ABD’nin bu maşaları kullanacak deneyimi bulunuyor.
Ve Türkiye
Türkiye’de MHP liderinin 2024 yılı Kasım ayındaki çağrısı üzerine bir kısım DEM milletvekilinin PKK’nın başı ile görüştükten sonra meclisteki siyasi parti liderleriyle görüşmesi ve Türkiye’de adı konmamış bir açılım hareketinin de amacının ABD’nin bu İran politikasına dayandığı değerlendiriliyor. Adı konmamış bu sürecin arka planında Suriye’deki gelişmeler olduğu, birinci amacının Suriye'deki SDG/PYD/YPG yapılanmasının Türkiye tarafından tanınması olduğu değerlendiriliyor. Ayrıca ABD ve AB tarafından; Suriye'deki SDG/PYD/YPG yapılanmasının AKP tarafından tanınması karşılığı olarak, Suriye’de yeniden yapılanma esnasında altyapı inşasında Türk müteahhitlerine pay verilebileceği değerlendiriliyor.
Eğer Türkiye, Suriye'deki SDG/PYD/YPG yapılanmasını, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi gibi tanır ve desteklerse, bu tanıma ve destek hem İsrail’in güvenliğini sağlayacağı hem de Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve Suriye'deki SDG/PYD/YPG yapılanması ile beraber birleşik olarak ABD’nin İran’a yapılacak bir kara harekâtında kullanılabileceği değerlendiriliyor.
Geriye sadece AKP hükumetinin, ABD Irak’ı işgalinde çıkardığı 1 Mart 2003 Tezkeresi veya 19 Mart 2003 Tezkeresi gibi bir tezkere ile Türkiye hava sahasının ABD ve İsrail uçaklarına açılması kalıyor.
ABD’nin İran harekâtı sonucunda; İran’ın parçalanması, İran Kürt Yönetiminin ortaya çıkması (zaten şimdiden İran’da PJAK -Kürdistan Özgür Yaşam Partisi- adında faaliyet gösteren Kürt milliyetçisi silahlı bir örgüt bulunuyor), Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve Suriye'deki SDG/PYD/YPG yapılanmasının da bu süreçten güçlenerek çıkması ve süreç sonunda bu üç bölgesel Kürt yönetimlerinin birleşmeleri bekleniyor. Tabi ki geriye sözde Birleşik Büyük Kürdistan’ın oluşması için Türkiye’deki parçanın da bu üçlüye katılması gerekiyor.
Ancak Türkiye’nin hem NATO üyesi olması hem de AB ile olan sıkı ekonomik bağları nedeniyle Türkiye’deki parçanın Irak, Suriye ve İran’daki parçalar gibi bir iç savaş sonucu ayrılması beklenmiyor. Türkiye’deki parçanın nasıl ayrılması gerektiğini
teee 1995 yılında Almanya Dışişleri eski Bakanı Hans Dietrich Genscher söylüyor: ‘’Yugoslavya’da uygulanan model, Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi için de uygulanabilir’’ (Erhan Yarar, ‘’21nci Yüzyılın Eşiğinde Birleşmiş Almanya – Doğu ve Batı Gerçekten Birleşti mi?’’, Yeni Yüzyıl, 7 Ekim 1995) Türkiye’de son zamanlarda yürütülen adı konulmamış sürecin bu doğrultuda değerlendirilmesi gerekiyor. Her ne kadar ilgili taraflar süreci şeffaf yürüteceğiz diye açıklasalar da süreç şeffaf olarak yürümüyor, sorunu ‘’mecliste görüşeceğiz’’ diyorlar ancak mecliste neyi görüşeceklerini söylemiyorlar. Mecliste görüşülecek olan konunun anayasa değişikliği olduğu değerlendiriliyor. Anayasanın değiştirilmesi istenen konuların ise anayasanın ilk dört maddesinde yer alan ve değiştirilemez olan ‘’ulus devlet’’ ve ‘’Türkçenin resmi dil olması’’ hükümleri, Anayasa’nın “eğitimde Türkçe dışında başka bir dil anadil olarak okutulamaz” hükmünü içeren 42. maddesi ile Anayasa’nın ‘’yurttaşlık’’ tanımının yapıldığı 66. maddenin deriştirilmek istenildiği değerlendiriliyor. Ki bu anayasa değişikliği sonucu sözde Birleşik Büyük Kürdistan’ın Türkiye’deki parçası sorunsuz bir şekilde ayrılsın. Son zamanlarda AKP hükumetinin muhalefete karşı sertleşmesi, muhalif siyasilere açılan davalar, Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ’ın tutuklanması ve açılan diğer siyasi davaların bu süreçle ilgili olduğu, bu sürece karşı çıkacak olanların sesinin kesilmesi amacını taşıdığı değerlendiriliyor.
Sonuç
Yazımın en başında da söylediğim gibi toplum olarak karıştırdığımız ‘’verimlilik’’ ve ‘’etkinlik’’ kavramlarını AKP de Suriye’de de karıştırıyor. Düşman, Sivas’a merdiven dayamış, vatan elden gidiyor, siz Galiçya’da destanlar yaratıyorsunuz. Filistin düşüyor, Kudüs düşüyor, Şam düşüyor, koskoca Suriye düşüyor siz Medine’de destanlar yaratıyorsunuz. Enver Paşa’dan, Fahrettin Türkkan Paşa’dan bir farkınız kalmıyor. Enver Paşa’nın, Fahrettin Türkkan Paşa’nın aynı hatasını AKP hükumeti Suriye’de yapıyor. AKP iktidarı Suriye’deki Esad rejimini devirerek kendi ‘’işini doğru yapıyor’’ ancak AKP iktidarı Suriye’de hiç mi hiç ‘’doğru iş yapmıyor’’. AKP hükumeti
Suriye’de Türkiye’nin kuyusunu kazıyor, sonra da ‘’kendimize ne güzel kuyu kazdık’’ diye zafer naraları atıyor. Daha şimdiden Suriye ile ilgili bütün planlamalardan Türkiye dışlanıyor. AKP’nin koruyup kolladığı HTŞ bile artık Türkiye’yi istemiyor. AKP’nin Suriye politikası baştan itibaren bataklığa çıkıyor ama AKP bunu görmüyor.
Yönetici ''işleri doğru yapan'' kişi oluyor, lider kişi ise ''doğru işleri'' yapıyor. Bu nedenle günümüzde Türkiye’de her seviyede eksikliği hissedilen ''lider'' kişi oluyor.
Bu ülkeye Mustafa Kemal Atatürk'ten sonra lider gelmiyor.
Mustafa Kemal Atatürk incelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltleri de bulunuyor. Mustafa Kemal Atatürk bu eseri okurken bir cümlenin altını kırmızı kalemle çiziyor ve o cümlenin yanına da çok mühim olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koyuyor. (Gürbüz D. Tüfekçi, ‘’Atatürk’ün Düşünce Yapısı’’, Turhan Kitabevi, Ankara, 1986, s. 47) O cümle şöyleydi:
“Tarih, ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”
Osman AYDOĞAN