• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi11
Bugün Toplam306
Toplam Ziyaret3378626

Duvardaki fotoğraf


Duvardaki fotoğraf


09 Şubat 2025

Duvardaki fotoğrafın ne olduğunu anlatmadan önce –mutat olduğu üzere- kısa bir tarih turunun yapılması gerekiyor. Önce İkinci Dünya Savaşına, Romanya’ya gidilmesi sonra da Türkiye’ye dönüp buralarda neler olduğuna kısaca bir bakılması gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşında Romanya’da kahvelerdeki duvar fotoğrafları

Hitler Romanya üzerinden Moskova’ya giderken işgal ettiği bölgelerde kahvelerde duvarlarda Hitler’in fotoğrafı bulunuyor. Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve arkasından da Rus askerleri gelirken yine aynı kahvelerdeki duvarlarda da bu sefer Stalin’in fotoğrafı asılıyor. Burada tuhaf olan bu fotoğrafların arkalı önlü olmalarıdır; fotoğrafın bir yüzünde Hitler’in fotoğrafı, diğer yüzünde ise Stalin’in fotoğrafı yer alıyor. Çünkü bazı bölgeler birkaç kez el değiştiriyor.

İkinci Dünya savaşındaki Türkiye’deki fotoğraf

Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmadığı için kahve duvarlarında değişen fotoğraflar yer almıyor ancak ülke siyasetinde değişen fotoğraflar bulunuyor.

Hitler Moskova’ya ilerlerken Türkiye’de ne kadar solcu varsa tutuklanıyor. Hitler Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve Ruslar karşı taarruza geçmişken de bu sefer de solcular serbest bırakılıp ülkede ne kadar Türkçü, Turancı, milliyetçi varsa onlar tutuklanıyor.

Bu konunun biraz açılması gerekiyor:

İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarında Almanya ve İtalya’nın başını çektiği milliyetçi blok Avrupa’da hızla ilerlerken Türkiye savaşa girip girmemek konusunda kararsız bulunuyor. Türkiye, her iki taraftan gelen baskılara direniyor. Bu günlerde Türkiye’deki Turancılar, savaşa Almanya’nın yanında savaşa girerek Kafkasya’daki Türklerle birleşmenin doğru olduğuna inanıyor. Bunu gören ve durumdan faydalanmak isteyen Alman hükümeti de bu konuda Turancılara destek veriyor.

Almanya'nın o dönemki Ankara Büyükelçisi von Papen, Turancı çevrelerle görüşerek Orta Asya Türk cumhuriyetleri hakkında bilgi toplayıp destek arıyor. 1942 yılında Almanya Sovyetler'e doğru ilerlemekteyken Alman Büyükelçi von Papen İsmet İnönü ile de görüşüyor. Büyükelçi tarafsız kalmaya kararlı İnönü’den beklediği desteği bulamıyor. Ancak İnönü, Alman desteğiyle süren Turancı akımların pek fazla üzerine giderek Almanya’nın tepkisini çekmek de istemiyor. Hatta Nazım Hikmet gibi, Sabahattin Ali gibi solcular hapislerde süründürülürken Turancılar baş tacı ediliyor, resmî ideoloji tarafından hoşgörüyle karşılanıyor, hatta bizzat hükümetten destek buluyor. Bu uygulamalar Rusların Alman kuşatmasını kırarak Avrupa’ya doğru ilerlemeye başlamasına kadar sürüyor.

Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşılınca rüzgâr tersine dönüyor.

1944 tarihine kadar faşist Almanya’ya şirin görünmek için Turancılar baş tacı edilirken, bir anda Sovyet ilerleyişine karşı kalkan edilmek uğruna bu Turancılar tabutluklara tıkılıyor. Bu çerçevede o dönem Türkçü diye bilinen Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Reha Oğuz Türkkan ve Fethi Tevetoğlu gibi insanlar tutuklanıyor. Bu insanlara "Turancılık" suçu isnat ediliyor.

Yazar Çağrı D. Çolak ‘’1944 Irkçılık – Turancılık Davası: Tutuklamalar, İşkenceler, Savunmalar’’ (Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2019) adlı kitabında bu davanın Türkçü - Turancı harekete dâhil olmayanlar tarafından bile eleştirilen dava olduğunu ifade ediyor. Çağrı D. Çolak bu kitabında Niyazi Berkes ve Uğur Mumcu’nun dava hakkında görüşlerine yer veriyor: Niyazi Berkes: "Turancılık olayı, Rusların gözüne girmek için tezgâhlandı. Rusların bu oyunu yutmadığı görülünce, Turancılar aklandı." Uğur Mumcu: "1944 Irkçılık - Turancılık Davası, nereden bakarsanız bakın bir siyasal davaydı. Her siyasal davada olduğu gibi, bu davanın sorgularında da sanıklara işkence yapıldı. Fakat Almanlarla işbirliği yaptıklarını ortaya koyacak bir kanıt çıkmadı."

Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmadığı için kahve duvarlarında değişen fotoğraflar yer almıyor ancak anlattığım gibi ülke siyasetinde değişen fotoğraflar bulunuyor. Özetle; Hitler Moskova’ya ilerlerken Türkiye’de ne kadar solcu varsa tutuklanıyor, Hitler, Moskova’da bozguna uğrayıp çekilirken ve Ruslar karşı taarruza geçmişken de bu sefer de solcular serbest bırakılıp ülkede ne kadar Türkçü, Turancı, milliyetçi varsa onlar tutuklanıyor.

Tarihin hep tekerrürden ibaret olduğunu söyleniyor. Şimdi de günümüze, günümüzdeki duvar fotoğraflarına bir göz atmamız gerekiyor.

ABD, NATO, Kızıl Tehlike ve Türkiye

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş döneminde Türkiye ABD yanında yer alıp NATO’ya giriyor. Bu dönemden sonra, ABD yönetiminin McCarthy döneminden (1950'ler) bu yana tüm dünyaya yaydığı “kızıl tehlike” kavramıyla birlikte Türkiye’de de bu kavrama uygun olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen hemen bütün kuruluş değerlerinden vazgeçiliyor. Köy Enstitüleri bu dönemde kapatılıyor. Milli Savunma Sanayiinden, sanayileşmekten, kalkınmaktan, tam bağımsızlıktan, laik ve aydınlanmacı eğitimden bu dönemde vazgeçiliyor.

‘’Kızıl tehlike’’ kavramına karşı Türkiye’nin laik eğitim sistemi bir engel olarak görülüyor. Türkiye'nin 10. Genelkurmay Başkanı ve 5. Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay, 1968 yılında şu sözleri söylüyor: ‘’Memleketin yönetimini laik okullardan yetişen gençlere bırakamayız, devletin kilit noktalarını İmam Hatip lisesi mezunlarına teslim edeceğiz.’’

Bu çerçevede yapılan 12 Mart 1971 Muhtırası ile gerek siyasetteki ve gerekse de TSK'ndeki antiemperyalist sol akımlara büyük darbe vuruluyor.

Yeşil Kuşak Projesi ve Türkiye

Yeşil Kuşak Projesi, 1977 yılında Başkan Jimmy Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanı olan Zbigniev Brzezinski tarafından ortaya atılan, ABD’nin Komünizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği projenin adı oluyor.

Bu projenin esasını; Komünizmin ve Sovyetler Birliği’nin ilerleyişini durdurmak ve petrol zengini körfez ülkelerinde ve bölge üzerinde etkisini engellemek amacıyla radikal İslam’ın kalkan olarak kullanılması oluşturuyor.

Ancak ABD, Komünizmin, Sovyetler Birliği’nin ve Çin’in yayılmasını engellemek için Afganistan, Pakistan, İran ve Türkiye gibi ülkelerde Komünizme, Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e karşı demokratik yönetimleri güçlendirmek ve ekonomiyi kalkındırmak yerine bu bölgelerde radikal İslamcı akımların güçlenmesini sağlıyor. Bu kapsamda; Afganistan’da Babrak Karmal’a karşı El Kaide ve Usame Bin Ladin ortaya çıkartılıyor, İran’da Batı yanlısı Şah Rıza Pehlevi, Ayetullah Humeyni tarafından devriliyor, Pakistan’da Zülfikar Ali Butto, General Ziya Ül Hak tarafından devrilip asılıyor, projenin sonuna doğru Filistin’de El Fetih’in gözden düşürülüp HAMAS güçlendiriliyor.

Bu projenin Türkiye’deki tezahürü ise 12 Eylül 1980 askerî darbesi oluyor. Bu darbe ile beraber Türkiye’de Türk-İslam sentezi uygulanmaya başlanılıyor. Bu proje çerçevesinde bilim ve siyaset dünyasında ve TSK içerisinde aydın, Atatürkçü ve antiemperyalist sol ve ulusalcı sağ düşünceler tasfiye edilirken İslami akımlar güçlendiriliyor.

Ilımlı İslam Projesi ve Türkiye

ABD’nin bu ‘’Yeşil Kuşak Projesi’’, 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ters teperek kendi yarattığı güçlerin hedefi haline geliyor.

ABD’ye yapılan 11 Eylül 2001 saldırıları bu konuda bir milat oluyor. Bu sefer de ABD, radikal İslam’ı dizginleyebilmek adına ‘’Ilımlı İslam Modeli’’ni ileri sürerek bu doğrultuda BOP (Büyük Orta Doğu Projesi)’ni uygulamaya koyuyor. BOP’a göre Türkiye dâhil olmak üzere 22 devletin sınırlarının değişmesi öngörülüyor. Bunun sonucu olarak da ilk olarak Irak işgal edilip dağıtılıyor, Irak kuzeyinde IKBY kuruluyor, ardından Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya ve Yemen'de iktidar değişikliklerini sağlanıyor. Ancak bu uygulama Suriye’de Rusya’nın devreye girmesiyle on yıllık bir gecikmeye uğruyor, sonuçta 2024 yılın son günlerinde Suriye’de de iktidar değişikliği sağlanıyor ve Suriye’nin kuzey doğusunda de facto bir SDG/PYD/YPG yönetimi oluşturuluyor.

ABD’nin bu ‘’Ilımlı İslam Politikası’’na ve projesine uygun olarak da Türkiye’de FETÖ palazlandırılıyor, FETÖ, AKP ile ittifaka sokularak, Türkiye’de bu Ilımlı İslam Projesine ters düşen veya bu politikaya engel olabilecek ülke içindeki bütün milli, Cumhuriyetçi, laik ve ulusal karakterde başta TSK, askerler ve aydınlar olmak üzere ne kadar kişi, kurum ve kuruluş varsa kumpaslarla tarumar ediliyor. Balyoz – Ergenekon kumpas davaları da bu çerçevede yapılıyor. 1950'lerden beri bozulan laik eğitim sistemi iyice terk ediliyor. ABD'nin Ilımlı İslam ve BOP çerçevesinde Irak'ın, Libya'nın ve Suriye'nin parçalanmasında koç başı olarak AKP Hükumeti kullanılıyor.

ABD’nin ve Donald Trump’ın adı henüz konulmamış yeni stratejisi


05 Kasım 2024 tarihinde yapılan 60. Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimini Donald Trump kazanıyor ve Donald Trump, 20 Ocak 2025 tarihinde ABD’nin 47. Başkanı olarak göreve başlıyor. Donald Trump’ın gerek ABD iç politikasına ve gerekse de ABD dış politikasına dair herkesçe malum olan düşüncelerini ve Donald Trump’ın bir politikacı olarak karakteristik özelliklerini, demokrasinin desteklenmesiyle ilgisinin bulunmayışını ve güçlü liderlere yönelik ilişkilerini burada tekrarlamak ihtiyacı bulunmuyor.

Ancak şu tespitin yapılması gerekiyor: ABD, Trump ile beraber Yeşil Kuşak Projesi gibi, Ilımlı İslam Projesi gibi henüz adı konmamış yeni bir stratejiyi uyguluyor.

Trump’ın bu yeni stratejisinde ABD çıkarlarını öncelenerek “Önce Amerika” politikası uygulanıyor. Bu yeni politikaya bazı yorumcular ‘’MAGA’’ (Make America Great Again) adını veriyor.

Trump’ın bu yeni stratejisinde dört unsur öne çıkıyor: İsrail’e olan koşulsuz destek, İran’a karşı daha agresif bir politika, Rusya ile pragmatik bir ilişki tesis ederek Ukrayna-Rusya savaşını sona erdirmek ve son olarak dikkatini Asya-Pasifik’e yönlendirerek Çin’e odaklanmak.

Trump’ın, ABD ulusal çıkarlarını önceleyen ve bu yeni stratejisinde; demokrasi değerleri, insan hakları, özgürlükler, uluslararası hukuk ve müttefiklik ilişkilerinin yeri bulunmuyor. Başka bir iifade ile; ABD, Trump ile beraber ABD'nin çıkarları ve menfaatleri doğrultusunda otokrat yönetimlerle olan ilişkilerinde ideolojik ve demokratik uyum beklentisinden vazgeçip daha pragmatik bir yaklaşıma geçiyor.

Bu yaklaşımın da ABD ile otokrat yönetimler arasında karşılıklı jeopolitik, siyasi ve ekonomik bir anlaşma sonucu olduğu değerlendiriliyor. Örneğin ABD (Trump), Rusya (Putin) ile görüşerek ''Rusya'nın, Suriye konusunda ABD çıkarlarına engel çıkarmamasını, buna karşılık olarak da ABD'nin Ukrayna konusunda Rusya çıkarlarına engel olmayacağı'' anlaşması yapılıyor. Suriye ve Ukrayna konusunda yaşananlar da bu iddiayı doğruluyor. Trump'un Rusya ile yaptığı anlaşmanın benzerlerini, dünyadaki diğer otokrat yönetimlerle de ABD çıkarları doğrultusunda ''al - ver'' tarzında, pragmatik ve Makyavelist bir şekilde yaptığı ve yapacağı değerlendiriliyor. 


Trump’ın bu yeni stratejisinin etkisi başta AB olmak üzere tüm dünyaya yayılıyor. Bu durum; Avrupa’daki göç dalgası, milliyetçilik, ırkçılık akımları, Brexit, Rusya - Ukrayna Savaşı, Rusya tehdidi ile birleşince zaten Soğuk Savaşın bitiminden beri sorun yaşayan Avrupa Birliği’nin iktidarsızlığını artırıyor, siyasetteki elitizmin çöküşüne yol açıyor, Avrupa’daki liberal hegemonya sarsılıyor, müttefiklere yönelik güven kaybına yol açıyor ve sonuçta Avrupa’da merkez siyaset çöküyor. Sonuçta da Avrupa da kendi içine kapanıyor. Ve kendi derdine düşen Avrupa'nın da Trump gibi; demokrasi değerleri, insan hakları, özgürlükler ve uluslararası hukuk gibi bir derdi de kalmıyor.

Avrupa Birliği'nin işte bu iktidarsızlığı, Trump'ın demokrasiyi öncelemeyen pragmatik yaklaşımı, Trump'ın kişiliği ve Trump'ın dünyadaki aşırı sağ ile olan ilişkisi; dünyadaki otokratik rejimlerin ve totaliter liderlerin önünü açıyor, onların daha bir kontrolsüz, daha bir denetimsiz ve daha bir fütürsuz hareket etmelerine yol açıyor.


İkinci Dünya Savaşında Almanya ve Rusya’nın politikaları, ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi ve Ilımlı İslam Projesi gibi projelerinde yukarıda anlattığım gibi Türkiye’deki hükûmetler tarafından ülke içinde ne tür politikalar uygulanmışsa, ABD ve Trump’ın henüz adı konulmamış yeni stratejisi çerçevesinde de AKP hükumetinin ülke içinde benzer politikaları izlediği ve izleyeceği değerlendiriliyor. İkinci Kürt açılımı, anayasa değişikliği, antidemokratik uygulamalar, muhalefete yapılan baskılılar, muhalif belediyelere yapılan kayyum atamaları, gözaltılar, astrolog falcıların bile gözaltına alınması, tutuklamalar ve Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ’ın tutuklanmasının da bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor. Bu dalganın burada da kalmayıp daha da ileri gideceği bekleniyor. 

Sonuç

İç politikayı ve ülke içindeki siyasi davaları anlamak için görüldüğü gibi asıl olarak ülkeyi yönetenlerin gözünü diktikleri büyük güçlerin politikalarına dikkat etmek, yani duvardaki fotoğrafı iyi teşhis etmek gerekiyor. Bu örnekler bize; ekonomik ve siyasal bağımsızlığın, güçlü olmanın, özgürlüğün, demokrasinin ve parlamentonun ne kadar önemli olduğunu anlatıyor.

Bu konuyu hazin hazin anlatmak da bana kalıyor.

Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz