• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam561
Toplam Ziyaret2917687

Türkiye’de şiddet ve terör, sebepleri ve çözüm önerileri


Türkiye’de şiddet ve terör, sebepleri ve çözüm önerileri

17 Haziran 2022

Türkiye, yaklaşık kırk yıldan beridir şiddet ve terörle boğuşuyor. Terörü önlemek için Türkiye’nin harcadığı insan, zaman, kaynak, emek, para ve çabanın haddi hesabı bilinmiyor. Türkiye’nin buna rağmen tam olarak terörü bitirdiğini, tam olarak bir sonuç aldığını söylemek de ne yazık ki pek mümkün gözükmüyor. O halde bir şeyler ters gidiyor…

Genç yazarlardan Burhan Sönmez'in (1965) güzel bir kitabı bulunuyor: ‘’Labirent’’ (İletişim Yayınları, 2018) Kitapta şöyle bir cümle geçiyor: ‘’Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. ‘Olmaz’, demiş genç adam, ‘seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun’. ‘Ama’ demiş yaşlı adam, ‘ben çıkmayan yolları öğrendim’.”


İşte böyle… Kırk yıldır devam eden terörle mücadelede ‘’çıkış yolunu’’ bulamasak bile geçen süre bize en azından ‘’çıkmayan yolları’’ öğretiyor... Bu yazıda Türkiye’de şiddet ve terörün sebeplerini ortaya konularak yeni çıkış yolları ortaya koyuluyor... 

Şark cephesinde yeni bir şey yok

Geçen yüzyılın ünlü Alman yazarlarından Erich Maria Remarque’ın Birinci Dünya Savaşı’nda geçen ve dilimize de çevrilen “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (“Im Westen Nichts Neues”) (Everest Yayınları, 2017) adlı romanı, şu satırlarla bitiyor: “...ve o günün savaş raporlarında batı cephesinde kayda değer bir şey olmadığı yazılıydı...”


Savaşın bitmesine çok az zaman kalıyor. Romanın kahramanı tam da o gün cephede vurulup ölüyor. Ama bir kişinin ölümü yüzünden dünyalar yıkılmıyor. Ve bu sıradan gerçek, o günün raporlarında bu sıradanlığa yakışır bir korkunçlukla dile getiriliyor: “Batı cephesinde kayda değer bir şey yok...”

Türkiye terörle 1980’lı yıllarda tanışıyor. Aradan kırk yıl geçiyor. Ne yazık ki bizde garp değilse de şark cephesinde değişen bir şey olmuyor…

Çünkü teşhis yanlış konuluyor. Teşhis yanlış konulunca da tedavi yanlış uygulanıyor. Hatta yanlış tedavi de yanlış uygulanıyor…

Bu yazımı, doğru teşhisi koyabilmek için; ‘’Şiddetin ve Terörün Kaynakları’’, şiddetin ve terörün önlenebilmesi için yapılması gereken ‘’Örnek Projeler’’, ‘’Yapılan Yanlışlar’’, ‘’Üzerinde Hassasiyetle Durulması Gereken Konular’’ ve ‘’Sonuç’’ başlıkları altında işleyeceğim…

ŞİDDETİN ve TERÖRÜN KAYNAKLARI

O halde teşhis doğru konulmalıdır. Zaten teşhis doğru konulunca da doğru tedavi uygulanıyor. Doğru tedbirler alınıyor… Bu bölümde sadece terörün değil, şiddetin de kaynaklarını aktarmak istiyorum. Çünkü şiddetin bir adım ötesi de terördür…


Terör, sosyo-ekonomik temelli bir sorundur

Emile Durkheim, intiharı belirleyen gücün, sanılanın aksine psikolojik değil, toplumsal (sosyolojik) olduğunu söylüyor. (Raymond Aron, ‘’Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Kırmızı Yayınları, 2006, s. 308) Durkheim’ın intiharı psikolojik değil de sosyolojik olduğunu tanımlaması gibi terör de sanılanın aksine bir güvenlik sorunu olarak değil, sosyo-ekonomik temelli bir sorun olarak tanımlanıyor.


İşte bu noktada terörün kaynağı olarak sosyo- ekonomik değil de güvenlik temelli bir teşhis konulunca da kırk yıldır yanlış tedavi uygulanıyor. Bu nedenle de şimdiye kadar sorunu çözmek için güvenlik odaklı askerî çözüm dışında da ne yazık ki çok azı dışında yollar, yöntemler, ekonomik, sosyolojik projeler uygulanmıyor...

Teröristle mücadelede güvenlik önlemleri ve stratejileri uygulanabilse de terörle mücadelede güvenlik projeleri değil, sosyo-ekonomik projelerin uygulanması gerekiyor. Ancak kırk yıldır birkaçı hariç ne böyle bir proje yapılıyor ne de o birkaç proje de tam olarak uygulanıyor… Mesela GAP gibi... Bir Bölgesel Kalkınma Projesi olan GAP ne yazık ki bir türlü bitirilemiyor…

Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır.

Şimdi bizde siyaset denilince siyasete genellikle soğuk bakılıyor. Siyasetin ne olduğu bile bilinmiyor. Hâkim düşünce, genellikle, insanların siyasetle uğraşmalarını istemiyor. Aslında bu yanlış bir düşünce oluyor. Siyaset nedir? Siyaset bir sanattır. Siyaset aklın kullanılması sanatıdır.  Siyaset sorunları güç kullanmadan çözme sanatıdır. Sorunları güç kullanarak çözüyorsanız zaten bu siyasetinizin iflas ettiği anlamına geliyor. Terörle mücadelede geldiğimiz nokta, vardığımız yer, işte ne yazık ki siyasetin de iflas noktası oluyor. Siyaset iflas ettiği için iş, güvenlik kuvvetlerine, askere kalıyor, askere, polise havale ediliyor.


İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir

Sorunun temeli birinci öncelikle ekonomide yer alıyor. Nedense bu husus pek görülmüyor. 19. yüzyılda yaşamış İngiliz devlet adamı Cecile Rhodes’in şöyle bir sözü bulunuyor; ‘’İmparatorluk… Ekmek peynir meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız.’’ Bu söz Cecile Rhodes’in yaşadığı ve emperyalist devletlerin hüküm sürdüğü 19. yüzyıla ait bulunuyor. Bu sözü günümüze uygun olarak şöyle değiştirmek ve geliştirmek gerekiyor: ’’İç barış; ekonomik, siyasi, demokratik ve kültürel cazibe merkezi olma meselesidir. Eğer iç savaşı önlemek istiyorsanız cazibe merkezi olacaksınız.’’ Bunu sağlayacak olan da siyaset oluyor. Bunu yaparsanız iç barışı sağladığınız gibi bir mıknatıs gibi bölge ülkelerine de kendinize çeker bölgede huzur sağlarsınız. Eğer içeride iç barışı sağlamak istiyorsanız ekonomik, kültürel, siyasi ve demokratik güç olacaksınız. Cecile Rhodes’in sözünün günümüze uyarlaması bu şekilde oluyor...


Demokratik insan

Sorunun temelinde yer alan bir başka konu ise Türkiye’nin demokratikleşme sürecini tamamlayamamış olmasında yatıyor. Ne yazık ki ülkede hemen hemen her kesimde gerçek demokratik bir düzen, demokratik bir tavır ve demokratik bir davranış ortaya konulamıyor. Gerçek demokratik bir düzen için demokratik insanın da yetiştirilmesi, insan davranış ve değer yargılarının da demokratik düşünceye uygun bir biçimde değiştirilmesi gerekiyor. Ne yazık ki bunlar, bu nitelikler ülkede bulunmuyor... Ülkede son kırk yılda eğitim dinsel yönde değil de bu yönde dönüştürülseydi, yani eğitim, demokratik insanın yetiştirilmesi, insan davranış ve değer yargılarının da demokrasiye uygun bir biçimde değiştirilmesi yönünde yapılsaydı, sanırım sorun da büyük ölçüde çözülmüş olurdu…


Eğitim

Eğitim; irdeleme, sorgulama, analiz etme, çözümleme ile düşünme yeteneğinin ve kişiliğin geliştirilme sürecidir. Bütün bunların odak noktası da üniversiteler oluyor.  Batı’da üniversitelerin oluşması ‘’uyanış çağı’’ ile başlıyor, Batı’nın sanayileşmesi daha sonra gerçekleşiyor. Halkın eğitimi, tümüyle, gençliğin üniversitelerde doğru biçimde eğitilmesine bağlı bulunuyor. Fikir özgürlüğü, bilimsel özgürlük, eleştiri, özeleştiri olmadan bir toplum çağdaşlaşamıyor, bir devlet yücelemiyor. Belleğe bilgi doldurmakla eğitim olmuyor. Halil İnalçık, bir yazısında da şu uyarıda bulunuyor: "Bu memlekete ve geleceğine güvenerek çok çalışmalı. Esas mesele fikir zenginliğidir. O yüzden ne olursa olsun fikir hürriyetini muhafaza etmek gerekiyor." Bu anlattığım eğitim tanımının hiçbirisi ve fikir zenginliği Türkiye’de bulunmuyor. Bunlar olmazsa ne oluyor? İşte yaşadıklarımız oluyor...


Demokratik değerler ve güçlü ekonomi

Aslında ‘’demokratik değerler’’ ile ‘’güçlü ekonomi’’ günümüzde iç içe geçmiş kavramlar olarak bulunuyor. Ekonominin güçlü olması için demokratik değerlerin yaşama geçmesi gerekiyor, demokratik değerler güçlü olduğu için de ekonomi güçlü hale geliyor. Ülkede ekonomi güçlü ise halkın refahı artıyor, yoksulluk ortadan kalkıyor, terörün de kökü kuruyor…  


‘’Demokratik değerler’’ ile ‘’güçlü ekonomi’’ arasındaki ilişkiyi açıklayan iki kitaptan bahsedeceğim. Birincisi Daron Acemoğlu ve James Robinson’un beraber yayınladıkları bir kitap: ‘’Ulusların Düşüşü’’ (Doğan Kitap, 2013) Kitap “Tarih, kaderden ibaret değildir!” diye başlıyor ve ulusların güç, zenginlik ve yoksulluğunun kökenlerini araştırıyor. Yazarlar 496 sayfalık eserlerinin sonunda şu sonuca varıyor: ‘’Bir toplumda, siyasi ve iktisadi alanda eşit rekabet ortamı varsa, hukuka saygılıysa, mülkiyet hakları korunuyor, siyasi gücün üzerinde denge ve fren mekanizması saat gibi çalışıyorsa yani yargı, sivil toplum, medya güçlüyse; büyüme sürekli oluyor, bu refahı getiriyor... Bu saydıklarının tersi olursa, rekabet ortamı oluşmamışsa, siyaset belirleyici, yargı bağımlı, hukuk ayaklar altında, sivil toplum güçsüz, medya işlevsizse; o ülke büyüse bile sürdürülebilir bir büyüme olmuyor, refah gelmiyor, halk yoksullaşıyor.’’ Tez olarak kitap; hukukun üstünlüğü, gerçek demokrasinin varlığı ile zenginleşme arasında bir bağ kuruyor… 

Fransız bir ekonomist olan Thomas Piketty’nin yayınladığı “21. Yüzyılda Kapital” (İş Bankası Kültür Yayınları, 2014) kitabı bu ilişkiyi açıklayan ikinci kitap oluyor. Kitapta özet olarak Piketty şunu söylüyor: ‘’Sermaye, ekonomiden hızlı büyüdüğü zaman, eşitsizlikler ortaya çıkıyor. Bu eşitsizlikler büyük huzursuzluklara yol açıyor ve demokratik değerleri zayıflatıyor. ‘’

Görüldüğü gibi sorun gelip ekonomiye dayanıyor. Ekonomi de demokratik değerlerle paralel yükseliyor. Bu ikisi (ekonomi ve demokratik değerler) yoksa halk yoksullaşıyor. Sonuç olarak; ekonomi güçlü ise toplumda refah hâkim oluyor, yoksulluk ortadan kalkıyor, terör de bulunmuyor. Sorunun özü de burada düğümleniyor. Bunu en iyi İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov’un şu sözü ile anlatıyor: ‘‘Terör yoksulların savaşıdır, savaş ise zenginlerin terörüdür.’’ Peter Ustinov bir başka ifadeyle diyor ki; ‘’Terörü yok edecekseniz eğer öncelikle yoksulluğu ortadan kaldırın.’’

Peter Ustinov’un bu sözünü de doğrularcasına, biraz önce “21. Yüzyılda Kapital’’ isimli kitabından bahsettiğim Thomas Piketty bir makalesinde, Ortadoğu ülkelerinde petrolün ve servetin çok küçük bir nüfusun elinde toplanmış olmasının çok büyük kitlelerin “yarı köle” koşullarında yaşamasına yol açtığını, bunun da IŞİD’in ve İslam adına yapılan terörün nedeni olduğunu söylüyor. Bu düzeni, kendi çıkarları için istismar eden Batılı ülkelerin desteklediğini belirten Piketty, İslam adına yapılan terörü doğuran bu ekonomik eşitsizlikten de Batı ülkelerini sorumlu tutuyor. Sonuç olarak Piketty, terörle mücadelenin de en iyi biçimde, ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi yoluyla yapılacağını belirtiyor.

Tabii doğal olarak her yoksulluk terör getirmiyorsa da, terör doğurmuyorsa da başka güçlerin istismarına, suiistimaline, onların terörü teşvik etmelerine, terörü kullanmalarına açık hale getiriyor.

Şiddetin kökleri

Şiddetin kökleri konusunda Gandhi’nin çok güzel bir sözü bulunuyor: “Şiddetin kökleri: çalışmadan elde edilen zenginlik, ahlaktan yoksun ticaret, insanlıktan yoksun bilim, özveriden yoksun tapınma, ilkeden yoksun politika...” Bugün için Türkiye’de: “Çalışmadan elde edilen zenginlik’’ bulunuyor mu? Bulunuyor… ‘’Ahlaktan yoksun ticaret’’ bulunuyor mu? Bulunuyor… ’’İnsanlıktan yoksun bilim’’ bulunuyor mu? Bulunuyor… ”Özveriden yoksun tapınma’’ bulunuyor mu? Bulunuyor… ‘’İlkeden yoksun politika’’ bulunuyor mu? Bulunuyor… Öyleyse Türkiye, şiddetin ve terörün kaynağını işte öncelikle burada araması gerekiyor, Doğu’nun ve Güneydoğu’nun dağlarında değil!... Karanlık ambarda kaybolan anahtarı kapı önünde gün ışığında aramak çözüm getirmiyor… Gandhi’nin bahsettiği şiddetin kökenleri sadece PKK terörüne değil, İŞİD’den Taliban’a her türlü terörün de yeşermesi için zemin hazırlıyor…


Teröristlerin tamamı bekâr ve işsiz

Görevim esnasında çok sayıda teslim olan ya da teslim alınan PKK’lı teröristlerle görüşüyorum, hem 1993-1995 yılları arasında Ergani – Dicle bölgesinde hem de 2006-2007 yılları arasında Şırnak Bestler-Dereler Bölgesinde hem de 2008 yılında Muş bölgesinde… Onlara iki şey soruyorum: ‘’Dağa çıktığınızda bir işiniz var mıydı ve evli miydiniz?’’ Her iki soruma da yüzde yüz ‘’hayır’’ cevabını alıyorum. Yani dağa çıkan her terörist hem bekâr oluyor hem de çalıştığı, meşgul olduğu bir işi bulunmuyor…


Çok ağaç kesmek sorunu çözmüyor

Soruna yukarıdan bakılması gerekiyor. Eğer bir orman içinde çangılda kaybolmuşsanız ve bu ormandan çıkmak için ne kadar hızla ağaç keserseniz kesin, ne kadar iyi organize olursanız olun, ne kadar modern ağaç kesme makinaları kullanırsanız kullanın, ekiplerinizin bir kısmını, ağaç kesmede, bir kısmını hızar, balta bilemede, bir kısmını kesilen ağaçları temizlemede kullanarak hızla ilerleseniz dâhi çangıldan çıkamayabiliyorsunuz. Soruna yukarıdan bakıp, belki de hızla ve çok sayıda ağaç keserek yol açtığınız istikametin sizi çıkışa götürmediğini görmeniz gerekiyor. Bu durumda ne kadar hızlı ve ne kadar çok ağaç keserseniz kesin, selamete çıkma, aydınlığa çıkma, kurtuluşa çıkma yerine, o kadar hızla ormanın bir başka karanlığına veya bir bataklığa çıkıyor olabiliyorsunuz.


Bu örneği şunun için veriyorum; ne yazık ki siyasetin, terörün durdurulması için sosyo-ekonomik bir stratejisi bulunmuyor. Olaya sosyo-ekonomik olarak bakılmıyor. Her dönem faklı farklı yollar deneniyor. Hep yalpalanılıyor. Hep zikzaklar çiziliyor. Aklı başında birisinin yukarı çıkıp daha hızlı ve daha çok ağaç keserek gidilen istikametin ülkeyi daha koyu bir karanlığa götürdüğünü görmesi ve söylemesi gerekiyor…

Çatışma kültürü

Hemen herkes bilir Carl Von Clausewitz’in tezini: ‘’Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.’’ Ancak İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar, askerî tarihçi John Keegan (1934-2012)’ın güzel bir kitabı bulunuyor; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (John Keegan, Verlag: Rowohlt Tb. 2007) John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın ve çatışmanın esas nedenini kültüre bağlıyor. Ve diyor ki Keegan; ‘’İşbirliği özelliğinin ve davranışının gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz oluyor.’’


Sorunun bir kaynağı da bizde bir ‘’uzlaşma kültürü’’nün olmayışı olarak yer alıyor. Bizde uzlaşma kültürü yok ama yerine ‘’çatışma kültürü’’ bulunuyor. Bu çatışma kültürü ise toplumu yavaş yavaş zehirliyor, toplumu usul usul çürütüyor, toplumu ağır ağır yozlaştırıyor. Her zamankinden daha fazla bizim ‘’uzlaşma kültürü’’ne ihtiyacımız bulunuyor.

Kurumsallaşmamış siyaset 

Ne yazık ki Türkiye’de siyaset bir türlü kurumsallaşamıyor. Siyaset kurumsallaşamayınca da Türkiye’de devlet adamı ve siyaset adamı yetişmiyor, devlet adamı ve siyaset adamı yetişmeyince de terör dâhil, komşuluk ilişkileri, dış politika dâhil hiçbir soruna çözüm üretilemiyor. Sorun Türkiye’nin geçmişinde –ve de halen- kendi ‘'Siyasal Düşünce’'sini, '’Siyaset Felsefesi'’sini ve '’Siyaset Kuramı'’nı oluşturmamış olmasından kaynaklanıyor… 


Türkiye’nin geçmişinde –ve de halen- kendi ‘'Siyasal Düşünce’'sini, '’Siyaset Felsefesi'’sini ve '’Siyaset Kuramı'’nı oluşturmamış olması da doğal bulunuyor. Çünkü Türkiye’nin kendi Sokrates’i, Platon’u, Aristo’su hiç olmuyor. Çünkü Türkiye’de Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville,  Emile Durkheim, Vilfredo Pareto,  Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger vb. düşünürler yetişmiyor. Diyelim ki böyle düşünürler yetişmedi Türkiye’den, ama More, La Boétie, Machiavelli, Spinoza, Kant, Proudhon, Marx ve Nietzsche yeterince anlaşılmıyor. Çünkü Türkiye’den bir Thomas Hobbes bir ‘’Leviathan’’ yazmıyor. Çünkü Türkiye’de Wittgenstein, Dewey, Merleau-Ponty, Arendt, Lévinas, Derrida, Foucault, Bourdieu vb. düşünürler yeterince bilinmiyor. Hepsi bir tarafa; dün ve bugün Türkiye’de ülkeyi yönetenler, devlet adamları, siyasetle meşgul olanlar veya siyaseti meslek edinenler siyaset biliminin temelini oluşturan yukarıda sayılan isimleri bilmiyorlar, bilenler varsa bile onların ne demek istediklerini anlamıyorlar, anlayanlar varsa da anladıklarını içselleştirmiyorlar...

Belki yukarıda saydığım siyaset felsefecilerini Batılı diye anlamadılar diyelim. Hep Doğu ile öğünen Türkiye’yi yönetenler, siyasetle meşgul olanlar veya siyaseti meslek edinenler; Konfüçyus’dan, Zen bilgelerinden, Budha’dan, Brahma’dan, Vişna’dan, Şiva’dan, Lao Tzu’dan vazgeçtim, vazgeçtim bunlardan, bunlar Müslüman değillerdi, en azından Müslüman olan Hayyam’ı, Şirazlı Şadi’yi, Hafız’ı, İbni Sina’yı, İbni Rüşd’ü, İbni Haldun’u, Ahmet Yesevi’yi, Firdevsî’yi, Mevlânâ’yı, Şems-i Tebrizi’yi, Muhyiddin İbn-i Arabî’yi, İmam-ı Rabbanî’yi, El Kindi’yi, Hacı Bektaşi Veli’yi, Akşemseddin’i ve Nizamülmülk'ü tanımıyorlar. Tanımışlarsa da onları anlamıyorlar. Anlayanlar varsa da bunların düşüncelerini içselleştirmiyorlar…

Türkiye siyasetini kurumsallaştıramayınca da siyaset, sınıf temelli bir siyaset yerine etnik ve mezhep temelli bir zemine oturuyor. Halbuki Batı demokrasilerinde kurumsallaşmış partiler, toplumdaki farklı kimlikleri ortak sınıfsal çıkarları doğrultusunda birleştirip bütünleştiriyor. Türk siyasetinde yer alan siyasi partiler ise kültürel kimlikler üzerinden adeta toplumu kutuplaştırıp ayrıştırıyor. Bu şekilde kültürel kimlikler üzerinden yapılan etnik ve mezhep temelli siyaset ise hem Türkiye’yi dünyada ve bölgesinde yalnızlaştırıyor hem de Türkiye’yi kendi içinde parçalayıp uçuruma sürüklüyor.

Siyasette kullanılan kin ve nefret söylemleri…

Ülkede, özellikle siyasi alanda, yukarıdan itibaren bir kin ve nefret söylemi bulunuyor. Bir Yunan atasözü; “kelimenin gücü Tanrı’nın gücüne eşittir” diyor. Ve devam ediyor atasözü; ‘’İnsanoğlu bilseydi kelimenin gücünü, kötü bir kelimeyi değil kullanmak, aklından bile geçirmezdi.’’ Bir Japon atasözü de şunu söylüyor: ‘’Güzel kelimeler güzel doğa, çirkin kelimeler çirkin doğa yaratır.’’ ‘’Sevgi’’ ve ‘’nefret’’ gibi duygular bulaşıcıdır.. Yukarıda mevki işgal edenlerin, makam sahibi olanların, kamuoyunda akil adam gibi, medya gibi etki ve güç sahibi olanların kin ve nefret içeren çirkin ve kötü söylemleri vatan sathına artarak ve şiddetlenerek dalga dalga yayılıyor... “Kızgınlık kör, nefret sağır eder, her kim ki seviyorsa her şey tamdır” diye bir Yunan atasözü bulunuyor. Siyasi alandaki bu kızgınlık tüm bir ülkeyi kör, nefret ise tüm bir ülkeyi sağır ediyor. Böylesi bir ortamda yavaş çıkan gerçeğin sesi hiç mi hiç duyulmuyor. (Freud: ‘’Gerçeğin sesi yavaş çıkar’’ - Die Stimme der Wahrheit kommt leise.) Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bektaşi Veli’nin yetiştiği ve yeşerdiği bu topraklarda onların dili kullanılmıyor, onların hoşgörüsü benimsenmiyor. Bu topraklara hiç mi hiç yakışmayan siyasi makamlardaki bu kızgınlık, bu kin ve nefret söylemleri; şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, dağ dağ, bayır bayır tüm ülke sathına artarak, katlanarak şiddet olarak yansıyor…


Ötekileştirilen, yabancılaştırılan her şeyi daha sonra düşmanlaşıyor…

Almanlarda ‘’Fremdbild’’ (yabancı resmi) ve ‘’Feindbild’’ (düşman resmi) diye kavramlar bulunuyor. Özet olarak şunu söylüyor bu iki kavram: ‘’Ötekileştirilen, yabancılaştırılan her şey daha sonra düşmanlaşıyor.’’ Bizde de tam da bu tanıma uygun olarak kendimiz gibi olmayan, kendimiz gibi düşünmeyen herkesi ve her şeyi önce ötekileştiriyor sonra da yabancılaştırıyoruz.  Ötekileştirdiğimiz ve sonra da yabancılaştırdığımız her şeyi daha sonra da bize düşmanlaştırıyoruz. Evrensel kuraldır; yaklaşmadığımız her şey bizden uzaklaşıyor.


ŞİDDETİN ve TERÖRÜN ÖNLENEBİLMESİ İÇİN ÖRNEK PROJELER

Bahsettiğim bu sosyo-ekonomik projeler de aslında uygulanması zor veya imkânsız devasa projeler de değildir… Burada anlatacağım örnek projeler görev yaptığım bölgelerde kendi düşündüğüm projeler. Üzerinde düşündükçe hem aynı hem de başka bölgelerde başka projeler de olabilir…


Kız çocuklarının eğitimi

2008 yılında Muş’ta bulunuyorum... Yanlış hatırlamıyorsam o zaman devlet tarafından sadece kadınlara 50 TL’lik çocuk yardımı yapılıyor. Ben bu miktarın arttırılması ve mesela para ödenmesi için şartlar getirilmesi gerektiğini, özellikle yardım yapılma şartlarından birinin de kız çocuklarının okula gönderilmesi olduğunu düşünüyorum. 50 TL değil 500 TL verirsiniz ama sadece kız çocuklarına, ama bir şartla; okuması şartıyla. Liseye giderse de 1000 TL verirsiniz. En iyi öğretmenleri de yüksek ücretlerle buraya çekersiniz. Sadece ve sadece çağdaş bir insanı yetiştirmek için en iyi eğitim programını uygularsınız. Bu şekilde liseyi bitiren bir kız çocuğu evlendiğinde çok çocuk yapmaz, en fazla iki-üç çocuk yapar. İsteği dışında evlendirilemez, birisine kuma gitmez. En önemlisi de çocuklarını iyi yetiştirir.

Halil Cibran’ın bir sözü vardı: ‘’Eğitimli bir kadın toplum hayatının gelişmesinde bin erkekten daha etkilidir’’ diye. Ziya Gökalp de Malta’da sürgünde iken eşine yazdığı mektuplarda kızının mutlaka okutulmasını ister. Bu şekilde veya bir başka şekilde bölgenin kız çocuklarını eğitirseniz Doğu’nun bin yıllık makûs talihini de yenmiş olursunuz. Ortada ne feodal yapı kalır, ne cehalet ne de terör. Ayrıca verdiğiniz bu para da ekonomiye geri döner, bölgeye canlılık getirir, istihdam yaratır. Bu da yine terörü önler.

Bugün Süper Futbol Liginde takımların hemen hemen hepsi üçer, beşer, onar milyon Euro’ya yabancı futbolcu transfer ediyorlar. Bu paralar ülkeyi terk ediyor. Benim anlattığım tedbir için harcanacak para bir futbol takımının mesela FB veya GS’ın harcadığı parayı bulmuyor. Bu para üstelik bölge ekonomisini canlandıracak bir katkı yapıyor, ekonomiyi döndürüyor…


Yerel mal alımı

Bölgede PKK’ya en çok katılım Muş ilinden oluyor. Hakkâri ve Şırnak’ta sınır ticareti var, ama bu imkân Muş’ta bulunmuyor. Muş’ta tarım da yok, hayvancılık da ölmüş. Bölge sahipsiz. Bölgede acilen istihdam yaratacak tedbirler alınması gerekiyor. Bu aslında çok zor ya da çok devasa da bir konu da değil. Bölgede de irili ufaklı birçok üretim yapan tesis bulunuyor. Ancak sadece askeriye değil birçok devlet kurumu ihale kanunu gereği Batıdan ürün alıyorlar. Bölgenin müteahhidi ihaleye giriyor, bölgeden alışveriş yapmak, o bölgenin insanlarını kalkındırmak yerine ucuz diye ürünleri gidip Batıdan alıp getiriyor. MSB, merkezi alım yaparak bölgedeki askerî birliklerin ihtiyacını çoğunlukla Batı bölgelerinden sağlıyor.

İhale kanununda değişiklik yapılarak bölgedeki asker dâhil kamu kuruluşlarına özellikle et, süt ve peynir gibi hayvancılık ürünlerinde, tarım ürünlerinde yerel ürün alma zorunluluğu getirilebilir. Örneğin, 2006-2007 yıllarında Şırnak bölgesinde bulunuyorum. Şırnak ve civarında yaklaşık 30.000 asker bulunuyor. Operasyonlar için su ihtiyacını devlet pet şişe ile Batı’dan karşılıyor. Hâlbuki bölgede birçok su şişeleme tesisi bomboş duruyor...


Bazı kamu kuruluşlarının ve askerî eğitim merkezlerinin Doğu’ya taşınması

Bazı kamu kuruluşları, kamu tesisleri, askerî eğitim birlikleri bölgeye taşınabilir. Bu oradaki ekonomiyi ve sosyal hayatı canlandırır, üretimi artırır, istihdam yaratır. Bugün için Manisa’da, Antalya’da, Isparta’da, Ankara’da bulunan birçok askerî eğitim merkezleri Doğu bölgelerine taşınabilir. Keza bazı bakanlık birimleri Doğu bölgelerine taşınabilir. Kuzeydoğu’da; Erzincan, Erzurum, Kars, Ağrı illeri, Güneydoğu’da; Malatya, Elazığ, Bingöl, Van, Diyarbakır, Siirt ve Şırnak illeri bazı projelerin merkezi haline getirilebilir. Keza İstanbul ve İzmit civarındaki bazı sanayi tesislerinin bu bölgelere taşınması için özel tedbirler alınabilir…


Doğu’nun öz sermayesi Batı’ya kaçıyor

Doğudaki en büyük sorunların birisi de bölgenin kendi öz sermayesinin Batıya kaçıyor olmasıdır. Doğuda yetişen işadamları bu bölgede edindikleri sermayeyi (Doğu’nun kendi öz sermayesi) batıya götürüyor, yatırımlarını batıda yapıyor…


Bu konuda bir örnek vermek istiyorum. 1980-1983 yılları arasında ilk kıtam olan Patnos’tayım. Teğmenim. Futbola merakım var. Taburumuzda amatör kümelerde oynamış askerlerimiz var. İyi bir futbol takımımız var. Patnos’ta da Patnos Esnaf Spor adında bir futbol takımı var. Adı üstünde, esnaftan oluşuyor. Sık sık dostluk maçı yapıyoruz. Patnos Esnaf Spor’un oyuncuları ile iyi bir dostluğumuz var. Oyunculardan birisi ile yakın görüşüyorum. Adını da zikredeyim: Burhan Er. Üç kardeşler: Burhan, Orhan ve Metin Er. Hafta sonları dükkânında çay içmeye gidiyorum. Burhan’ın dükkânı çok işlek. Özellikle sonbaharda gelen köylüler traktörler dolusu kışlık gıda alıp gidiyorlar. 20 çuval pirinç, 30 teneke yağ gibi… Ben Patnos’tan ayrılıyorum. Bir süre Burhan Er ile irtibatım devam ediyor, sonra da kopuyor. Aradan yıllar geçiyor. 2006 yılında generalliğe terfi edip Patnos’a atanıyorum. Göreve başlayınca ilk işim Burhan’ın dükkânına uğramak oluyor. Burhan’ı da ben yaşlarda bekliyorum. Ancak dükkânda genç bir delikanlı var. Burhan Er’in yeğeni olduğunu, Burhan’ın İstanbul’a göç ettiğini söylüyor. Delikanlıya Burhan’a telefon açmasını söylüyorum. Sonra da Burhan ile görüşüyorum. Burhan, İstanbul’da ‘’Sebze ve Meyve Komisyoncuları Derneği Başkanı’’ olduğunu, yani ‘’İstanbul Hal Başkanı olduğunu’’ söylüyor. Burhan konuşma esnasında bir ara ‘’şu an Çin’deyim’’ diyor. ‘’Hayrola Burhan Bey, ne işiniz var Çin’de?’’ diye soruyorum. Burhan Bey; ‘’Dünya Hal Birliği Yönetim Kurulu üyesiyim. Bu yılkı toplantımız Pekin’deydi, onun için geldim’’ diyor. Düşünsenize, Burhan Bey bu sermayesini, bu bilgi ve birikimini, bu zekâsını Patnos’a yatırım yaparak kullansaydı?

Burhan Er örneği gibi yine Patnos’ta, Şırnak’ta, Diyarbakır’da, Ergani’de, Dicle’de, Muş’ta çok sayıda tanıdığım işadamları bulunuyor Batı’ya göç eden… Ancak bu insanları bu göçe de zorlayan bölgede feodal yapı da bulunuyor, bölgede olmayan sosyal ve kültürel hayat da bulunuyor… İşte devletin bu insanları bölgesinde tutabilecek, sermayelerini bölgelerinde yatırıma teşvik edecek politikalar geliştirmesi gerekiyor. Örneğin Almanya, eyaletler arası sermaye transferini caydırıcı yönde çeşitli yasal düzenlemelere tabi tutuyor… Doğunun öz sermayesinin Doğuda kullanılacak şekilde yasal düzenlemeler yapılması gerekiyor…


Ürün desteği

Bir de o dönem uygulanan bir tarım politikası bulunuyor. Toprak sahibine sahip olduğu toprağa dönüm başı belli bir para veriliyor. Ekilmeyen topraklar ekildi gösterilip toprak sahiplerine iyi denecek miktarda paralar aktarılıyor. Tarım zordur ve risklidir. Devlet diyor ki toprak sahibine ‘’bu zorluklarla uğraşma, bu risklere de girme al sana parası…’’ Bu politika yüzünden milyonlarca dönüm arazi boşta kalıyor, ekilmiyor, sulanmıyor, kullanılmıyor. Zaten bu topraklar da büyük toprak sahiplerine ait bulunuyor. Verilen bu paralar da yatırıma gitmiyor. Çoğunlukla Batıda gazinolarda, eğlence merkezlerinde harcanıyor. Bu arazilerde çalışabilecek milyonlara varan bir işgücü istihdam edilmemiş oluyor. Tarla sürülseydi, traktör çalışacaktı, traktör çalışsaydı, petrolcü, bakımcı, tamirci, şoförü çalışacaktı, onlar çalışsaydı esnaf, çarşı çalışacaktı. İşsiz kalan bu insanların çoğu dağa çıkıyor… Hâlbuki dönüm başı para vermek yerine ürün teşvik edilseydi, ürün desteklenseydi, ürüne fazla para verilseydi, ekilmeyen bir avuç toprak kalmazdı. Bu da milyonlarca istihdam yaratırdı... Ekonomide ‘’çarpan katsayısı’’ diye bir kavram var. Hiç ama hiç kullanılmıyor…


Şırnak Ortadoğu Üniversitesi

Şırnak’a gerçek anlamda bir Orta Doğu Üniversitesi kurmak. Irak’tan, Suriye’den, bölge ülkelerinden öğrencilerin okuyabileceği gerçek anlamda tüm bölgenin en büyüğü, en kalitelisi olacak olan bir Şırnak Orta Doğu Üniversitesi. Şırnak’ın kuzeyinde Namazdağı bulunuyor. Namazdağı zirveye teras teras yükseliyor. Namazdağı’nın da zirvesi dümdüz. Bir vakitler buraya Şırnak Havaalanı yapılması düşünülüyor ancak hava şartlarının zirvede sık değişmesi nedeniyle vazgeçiliyor. Bu alan üniversite için, dağa çıkan teraslar fakülteler halinde hem kampüsleri hem de sosyal tesisleri için değerlendirilebilir.


Namazdağı teraslarına yapılacak sosyal tesisler Şırnak’ı bölgenin cazibe merkezi haline getirebilir… Toplumsal gelişmede altyapı üstyapıyı belirliyor…

Silopi Serbest Bölgesi

Türkiye  - Suriye – Irak üçgenine Silopi’de bir serbest bölge yaratarak yine bölgenin en büyük ticaret merkezini yapılabilir. Bölge üretsin, ticaret merkezine getirsin, komşular gelsin alsın. Herkes kazansın... Bölgeyi öldüren ne yazık ki projesizlik ve sahipsizlik oluyor…


Doğu’da ekonomik işletmeler yeniden açılabilir

Et kombinaları bölgede tekrar açılabilir. Şeker fabrikaları bölgede tekrar açılabilir. Bunlar zaten vardı da devletin bilerek ve isteyerek bu bölgeden adım adım çekilmesi sonucu bu noktaya geliniyor. Özellikle tarım ve hayvancılığın bölgede mutlaka canlandırılması ve teşviki gerekiyor… Master planı teee 1966-1967 yıllarında hazırlanan Muş Alpaslan Devlet Üretme Çiftliği ne yazık ki geliştirilmediği gibi Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğüne (TİGEM) devredilip 2011 yılında özelleştiriliyor. O günden beri bu işletme neredeyse atıl halde tutuluyor… Muş’a hiçbir faydası olmuyor… Bu tür işletmelerin devlet eliyle rehabilite edilip bölge ekonomisine katkı sağlaması gerekiyor…


Bunun dışında tarıma ve hayvancılığa dayalı bazı üretim merkezleri, lojistik merkezler, ticaret merkezleri kurulabilir. Özelleştirilerek kapatılan bazı et kombinaları tekrar açılabilir. Bölge su kaynakları açısından zengin. Akarsu, göletler ve barajlarda balıkçılık yapılabilir, su ürünleri yetiştirilebilir.. Yapılmıyor değil bunlar ama çok yetersiz.

Muş Süt, Muş Et, Muş Yün, Muş Deri

Ben 2008 yılında Muş’ta iken Muş’a o zamanki Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan Muş’a gelecekti. Kendisi Muş’ludur. Beraberindeki iki uçak dolusu Muş’lu işadamlarıyla... Yani kendileri ile beraber Muş’un kendi öz sermayesini Batı bölgelerine götüren işadamlarıyla. Muş ileri gelenleri sandılar ki yatırım yapmaya geliyorlar. Sonuç sıfır. Muş Sanayi ve Ticaret Odası Başkanına o zaman söylemiştim ‘’bu işadamlarından bir şey beklemeyin’’ diye. Şu öneriyi getirdim kendilerine: Muş’un güneyi Kurtik Dağları. Kurtik Dağları sürekli yeşillik içinde. Hayvancılığa müsait. Muş ovası ha keza öyle hem tarıma hem de hayvancılığa müsait. Orada Muş Süt ve Bulanık’ta Bilican Süt tesisleri bulunuyor ama üretim yok. Niye üretim yok, çünkü bu ürünleri alan yok. Gelen Bakan’dan ve Muş’lu iş adamlarından şunu isteyin dedim; ‘’ürettiğimiz ürünleri alın’’.

Hayvancılık sektörü aslında tam bir sanayi sektörüdür. Süt ve süt ürünleri gelişse, yoğurdu, peyniri, (peynirinde bin çeşidi var neredeyse), hayvancılık gelişir, hayvancılık gelişirse et sektörü gelişir, düşünüyor musunuz Muş et, Muş salam, Muş sucuk, Muş sosis, hayvancılık gelişirse dericilik gelişir, Muş deri, deri çanta, elbise, ayakkabı, hayvancılık gelişirse yün sektörü gelişir… Yem sektörü gelişir... Ambalaj sektörü gelişir... Bunlar olunca çarşı pazar dolar taşar. İstihdam sorunu kalmaz.. İstihdam olunca terör örgütüne katılan olmaz... Daha en başta söylemiştim ya bölgede PKK’ya en çok katılım Muş’tandır diye. Alın size basit bir çözüm. Bunun için milyon dolarlık yatırımlara da gerek yok.  Demiştim ya bölgeyi öldüren ne yazık ki projesizliktir diye... Alın size proje… ‘’Maraş Dondurması’’ aslında bölge için güzel, güncel ve canlı bir örnek olarak duruyor…


ŞİDDETİN ve TERÖRÜN ÖNLENEBİLMESİ İÇİN ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Şiddetin ve terörün önlenebilmesi için sadece örnek projeler yeterli olmayacaktır. Bu projeler yapılırken bazı tedbirlerin de alınması gerekiyor…


Valilik teşkilatları

Balıkesir Valiliği teşkilatı ile Ağrı, Şırnak, Muş, Hakkâri, Diyarbakır Valiliği teşkilatı arasında hiçbir fark bulunmuyor. Hâlbuki Şırnak’ın, Muş’un Hakkâri’nin, Diyarbakır’ın Balıkesir’den farklı olarak bazı hassasiyetleri, özellikleri bulunuyor. Şırnak, Muş, Hakkâri, Diyarbakır gibi illerin valilikleri bünyesinde tecrübeli psikologlar, filozoflar, sosyologlar, antropologlar bulunması gerekiyor. Tabii valinin de bunları dinlemesi gerekiyor. Makedon Kralı İskender sefere çıkarken yanında danışman olarak bu bahsettiğim psikologları, filozofları, sosyologları, antropologları alıyor. Bunları yanına aldığı için zaten İskender neredeyse dünyayı fethediyor…

Bölgede ‘’Soft Power’’ faktörler olmalı

Kısacası terörü çözmek için devlet buraya bütün ekonomik gücüyle yüklenmesi gerekiyor, askerî gücü ile değil... Üzerinde düşünüldüğünde hem kolay, hem masrafsız daha birçok çözüm bulunuyor… Moda terimle söyleyeyim; devlet ağırlıklı olarak ‘’hard power’’ gücüyle değil ‘’soft power’’ gücüyle bölgeye yüklenmesi gerekiyor. Terörün kaynağı ekonomidir, işsizliktir, istihdamın olmayışıdır, demokrasi eksikliğidir... Bölgedeki hemen hemen bütün belediyelere kayyum atanıyor. Bölge halkının seçtiği belediye başkanı henüz mazbatasını almadan görevden alınıyor. Eğer belediye başkanının suçu varsa neden seçime girmesine müsaade ediliyor? Böylesi bir demokrasi anlayışı hem bölge halkının adalet duygusunu zedeliyor hem devlete olan güven sarsılıyor hem de teröre zemin hazırlıyor.


Bölgede görev yapan memurların özellikleri

Osmanlı, Ziya Paşa gibi en iyi ve en yetenekli ve en etkili ve en tecrübeli adamlarını Doğu bölgelerine gönderiyor. Bizde ise tam tersi yapılıyor. Öğretmenden doktoruna, polisinden emniyet amirine, kaymakamından valisine kadar göreve yeni başlayan memurların tamamı bu bölgeye gönderiliyor. Şimdi burada Doğu’da beraber görev yaptığım vali, kaymakam, emniyet müdürü, Cumhuriyet Savcısı gibi görevlileri isim isim yazmak istemiyorum. Tamamının Doğu ilk görev yerleri oluyor. Hâlbuki buralarda tecrübeli,  kaliteli, donanımlı, sosyal zekâsı yüksek, sıcakkanlı ve demokrat profile sahip insanların görev yapması gerekiyor. Halkla sıcak ilişkiler kurabilecek donanımda olmaları gerekiyor. Biz ise genç, çoğu bekâr, tecrübesiz ve acemi insanları buralara gönderiyoruz. Doğuda görev yapanlar daha sonra Batıya, büyük şehirlere, İstanbul ve Ankara’ya atanıyor. Aslında bence tam aksi olmalı. Batıda, İstanbul’da Ankara’da görev yapanlar, buralarda tecrübe kazananlar bölgeye gönderilmeli. Bu görevliler sosyal zekâsı gelişmiş insanlar olmalı. Sadece Silahlı Kuvvetler en seçkin ve en tecrübeli personelini buralara gönderiyor.


‘’Gücü hakka, itaati göreve çevirmedikçe, en güçlü bile efendi olabilmek için yeterince güçlü değildir’’ diye Jacques Rousseau’nun güzel bir sözü bulunuyor. Burada geçen ‘’efendi’’ sözcüğü yerine ‘’idareci’’ sözcüğü konması gerekiyor. Sadece bölgede görev yapan değil ülkedeki tüm idarecilerin bu sözü içselleştirmeleri gerekiyor…  

Sadece bu bölgede değil, tüm Türkiye’de görev alan devlet adamlarının, siyasetçi olsun, bürokrat olsun ayrıca özel vasıflarının olması gerekiyor. Yine tarihten örnek vereceğim. Osmanlı devlet adamı, diplomatı, çevirmen ve oyun yazarı, Türkçülük hareketinin öncüsü, ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında İstanbul vekili ve bu meclisin başkanı, iki defa maarif nazırlığı (eğitim bakanı) ve iki defa başvekillik (sadrazamlık, başbakanlık) görevini yapan, devlet adamlığının yanı sıra 16 dil bilen bir bilim adamı olan Ahmet Vefik Paşa (1823 – 1891)’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabı bulunuyor…

Ahmet Vefik Paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arıyor; muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır). Hatta diyor ki kitabında Ahmet Vefik Paşa;  '’siyasetçi ve yöneticide ne kadar ‘M’ harfi ile başlayan özellik varsa siyasetçi - yönetici o kadar mühim işler yapar.’’ Ahmet Vefik Paşa tüm bu '’M’'li özellikleri saydıktan sonra ekliyor; ‘'Bu evsafın hepsine sahip olmak yetmez. Bir şey daha lazımdır. O da devletin bu idareciye hakikaten salahiyet vermek isteyip istemediğidir’.'’

Sadece terör konusu değil, deprem, sel, salgın, mülteci sorunu gibi ülkemizde yaşanan son olaylar gösteriyor ki; ne vatandaş bu evsafa sahip siyasilere görev veriyor, ne de siyasiler bu evsafa sahip yöneticilere salahiyet veriyor. Liyakat yerine partiye ve kişiye sadakat esas alınıyor. Bir Çin atasözü şöyle söylüyor; ''Bir memlekette kısa boylu adamların gölgeleri uzuyorsa o memlekette Güneş batıyor demektir.'' Belki de yaşadığımız sıkıntıların temel kaynağı bu oluyor… Bu memlekette Güneş durduk yerde batmıyor… Ülkede müthiş bir kaht-ı rical (nitelikli devlet adamı eksikliği) sorunu yaşanıyor…

Terörle mücadele bir maç değildir

Terörle mücadeleyi bir basket maçı olarak görmemek gerekiyor. Daha çok terörist öldürüldüğünde daha çok başarılı olunduğu anlamına gelmiyor. Sanki maç sonucu gibi muhasebe yapılıyor; ‘’şu kadar terörist öldürüldü, şu kadar şehit verildi’’ diye. Terörle mücadeleyi bir maç olarak, bir skor olarak görmemek gerekiyor. Dünyadaki en kutsal şey insan hayatıdır. Politika da, siyaset de bunun için bulunuyor, insanlar ölmesinler diye yapılıyor. İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’in bir sözü bulunuyor: ‘’Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun. Boğucu egemenlik teröre ilham kaynağı olur; mücadeleye anlam kazandırır.’’ Siyasetçilerin bu söz üzerinde düşünmeleri gerekiyor… Terörle mücadelede adımların düşünülerek atılması gerekiyor… Terörle mücadelede zafer, yarış gibi kazanılmıyor…


PKK’nın amacı

PKK’nın bir amacı da mümkün olduğu kadar hangi etnik kökenden olursa olsun, hangi taraftan olursa olsun çok sayıda insanın ölmesi… PKK’nın esas amacı bu zaten. Terörist diye öldürülen insanlar kıtalar arası sefere çıkıp savaş açılan yabancı bir ülkenin insanları değil, adına ne derseniz deyin, suçlu da olsa, terörist de olsa, hain de olsa neticede kendi vatandaşımız. Ölen PKK’lının ailesi, babası, anası, abisi, ablası, kardeşi, dayısı, amcası, halası, teyzesi devlete düşman olabiliyor, aynı şekilde şehit olan asker ve polisin güvenlik güçlerinin aileleri de bölge insanına düşman gözüyle bakabiliyor. PKK’nın esas amacı binlerce yıl beraber yaşamış, bu coğrafyada kader birliği yapmış insanların ayrışmasını sağlamaktır…


HDP Türkiye’nin bir partisi olmalı ve siyaset arenasında yer almalı…

HDP’nin siyasi arenada var olması ve artık Türkiye’nin bir partisi olması gerekiyor. 7 Haziran 2014 seçim döneminde HDP, bu yönde hedefleri olduğunu açıklıyor ve ciddi oranda oy alıyor. HDP bu söylemle yüksek vekil sayısı ile meclise giriyor. Ancak PKK, HDP’nin Türkiye’nin bir parçası olmasını istemiyor. PKK, bunu önlemek için, HDP’nin güçlenmesini önlemek için de her şeyi yapıyor. PKK, gücü paylaşmak ve siyasi bir muhatap yaratılmasını istemiyor. HDP siyasi hareketinin de artık çağ dışı kalmış etnik temelli politikalarını terk ederek, tüm topluma ve Türkiye’ye entegre olması gerekiyor. Bu anlamda HDP’yi meclisten dışlamak da PKK’nın ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyor.


TERÖRLE MÜCADELEDE YAPILAN YANLIŞLAR

Türkiye’de terör ve şiddetin kökenleri, terörü önlemek için yapılabilecek projeler ve bu projeleri destekleyecek tedbirler anlatılırken bu arada da terörle mücadelede yapılan yanlışların da anlatılması gerekiyor.


Teröre karşı askerî harekâtta yapılan yanlışlar

Yazımın girişinde teşhisin yanlış konulduğunu, teşhis yanlış konulunca da tedavinin yanlış uygulandığını, yanlış uygulanan tedavinin de yanlış yapıldığından bahsetmiştim… Bu konuda kısaca şunları söyleyebilirim…


Prusyalı savaş felsefecisi Carl von Clausewitz (1780-1831), ‘’Savaş Üzerine’’ (vom Kriege) (Doruk Yayınları, 2015) adlı eserinde tez olarak özetle şunu söylüyor: “Savaş, politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.'' Clausewitz, kitabında ayrıca şunları söylüyor:

"Kuvvetlerini kötü kullanan ülkenin siyaseti iflasa sürüklenir."

‘’Savaşı, düşmanın onsuz direnemeyeceği ‘ağırlık merkezi’‘ni çökerterek kazanın. Bu aslında ana kuvvetlerin yok edilmesi anlamına gelir.’’

‘’Topraklar aslında çok da önemli değildir. Mesela düşmanın başkentini ele geçirmişseniz ama ana kuvvetleri hala etkin durumdaysa sorun bitmiş demek değildir. (Örneğin, Napoleon Moskova’yı aldı ama Rus ordusu dağılmadı). Topraklar, ancak düşmanı çökertmenize yardımcı oluyorsa işe yarıyor demektir. Sırf bir tepeyi ele geçirmiş olmak için hamle yapılmaz.’’

Türkiye, 1983 yılından beridir PKK’ya karşı sınır ötesi dâhil yüzlerce operasyon yapıyor. Ancak bu operasyonların hiçbirisi PKK’yı tamamıyla imha etmiyor.  Irak’ın kuzeyindeki o tepeler o kadar şehitler vererek ele geçiriliyor… Ancak bu tepelerin ele geçmesiyle PKK imha edilmiyor. PKK terör örgütünün ağırlık merkezinin Kandil Dağı olduğu bir sır değil, sağır sultan tarafından bile biliniyor. Kırk yıldır PKK’ya karşı yapılan askerî harekâtta Kandil Dağı ne yazık ki hava harekâtı hariç hiç hedef alınmıyor. Sonra da Doğu’nun dağlarında, Irak’ın Kuzeyinin dağlarında PKK operasyonu diye fidan gibi gencecik insanlarımız harcanıyor… Bu ambarda kaybolan anahtarı orası karanlık diye dışarıda kapı önünde aramaya benziyor…

Alman filozof Hegel 1831 yılında 71 yaşında koleradan hasta yatağında yatarken ziyaretine öğrencileri geliyor. Hegel, öğrencilerini üzüntü ile süzdükten sonra yavaş bir sesle ‘’beni öğrencilerimden sadece Michael anladı’’ diyor. Sonra Hegel, bütün öğrencilerini mahzun bir eda ile süzerek devam ediyor: ‘’Ne yazık ki o da beni yanlış anladı.’’ Hegel örneğinde olduğu gibi; teröre karşı sadece güvenlik unsurları kullanılıyor, o da yanlış kullanılıyor…

Sözde çözüm sürecinde yapılan yanlışlar

Çözüm sürecinde yapılan şey “Şark usulü’’ bir takiyye olarak yapılıyor. Batı usulü bir çözüm olarak yapılmıyor. Bu anlamda çok yanlışlar yapılıyor…


Çözüm sürecinin dünyada örnekleri bulunuyor. İspanya ETA ile görüşüyor. Ancak bu görüşmeler planlı, programlı ve şeffaf yürütülüyor. İngiltere-İRA görüşmeleri de öyle yapılıyor. Tony Blair, 2011 yılı Ekim ayında İstanbul’da geldiğinde verdiği demeçte şöyle diyor: “IRA’ya şunu net olarak söyledik: Görüşmeler devam ederken arka planda tehdidin devam etmeyeceği konusunda çok açık olmalısınız. Eğer söylediklerinizi kabul etmezsek ya da yapmazsak gidip insanları öldürmeye başlamayacağınızdan emin olmamız lazım.” Silahını bırakmayan hiçbir terör örgütüyle dünyanın hiçbir yerinde müzakereye oturulmuyor. Bu usul çatışma yönetiminde evrensel bir kuralı olarak biliniyor. PKK’nın, vazgeçtim silah bırakmasını, sürecin baş mimarı o zamanlar şunları söylüyor: "PKK çözüm sürecini ihanet ederek değerlendirdi. Çözüm sürecini bunlar silah stoklama süreci olarak değerlendirdi. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar.’’ Sözde çözüm sürecinde bile PKK saldırıları nedeniyle onlarca asker korucu şehit veriliyor… PKK’ya en çok katılım bu dönemde yaşanıyor. Elde silah varken bu iş olmuyor. Siyasi iktidar, o dönem iktidarda kalmak için sanki bunu bir siyaset aracı olarak kullanıyor… İsmet İnönü “vatan pahasına siyaset olmaz” derdi… Vatan pahasına sözde çözüm süreci yaşanıyor. Bu birinci yanlışları oluyor.

Daha vahim hatalar da yapılıyor. İkinci yanlış olarak siyasi iktidar PKK’yı muhatap olarak alıyor. O kadar ki neredeyse PKK’yı meşrulaştıracak hale geliyor. Muhatap olarak yerel akil adamları alacaklarına, muhatap olarak en azından HDP’yi alacaklarına PKK alınıyor… Bölgenin ileri gelenleri, toplumda saygınlığı olan insanlarla görüşülmüyor. Bu da şeffaf bir şekilde yürütmüyor. Gizli kapılar arkasında toplumdan saklanarak bu görüşmeler yapılıyor. Bu da ikinci yanlışları oluyor…

Görüşmelerde ise MİT kullanılıyor. MİT bir güvenlik unsurudur, sosyal politika üreten bir kurum olarak yer almıyor. MİT ile bu işi yapamazsınız. Bu fil ile züccaciye dükkânına girmenize benziyor. Aynı şekilde asker ve polis de olsa onlarla da yapılamıyor. Araç olarak güvenlik unsuru kullanılmamalıydı. Bu da üçüncü yanlışları oluyor.

Sözde süreç zaten Habur’da çöküyor. Oslo görüşmeleri siyasi iktidar adına tam bir rezalet olarak değerlendiriliyor. Sonra Kandil’i, İmralı’yı deniyorlar. Akil adamları deniyorlar. Onlar olmayınca Dolmabahçe’yi deniyorlar. Bu görüşmelerde ne bir ilke yer alıyor ne de bir tutarlılık, ne bir plan ve de ne de bir program bulunuyor. Biraz önce söylediğim İsmet İnönü’nün sözüne nazire yaparcasına sadece ‘’vatan pahasına’’ şark usulü siyaset yapılıyor.

Dördüncü yanlış ise yaratılan beklenti oluyor. Sözde “Çözüm süreci”nin başlangıcı ile her iki tarafta müthiş yüksek bir beklenti yaratılıyor. “Apo meclise girecek, PKK’lılar dağdan inecek güvenlik gücü olacak, Kürtçe resmi lisan olacak, özerklik gelecek vb.” algı yaratılıyor Doğuda. Batıda da ‘’PKK çözüldü, şehitler gelmiyor’’ algısı yaratılıyor. Fransız düşünür Alain Badiou’nun şöyle bir tespiti bulunuyor; ‘’hakikat var değildir, hakikat olur’’. Badiou’nun dediği gibi bu sanal görüntü, olmayan hakikat, topluma gerçekmiş gibi sunuluyor. Bütün bu süreç de iki kişinin ağzına bakıyor… Şark usulü bir görüşme oluyor. Balon şişirildikçe şişiriliyor. Ve balon sonunda çok kötü patlıyor… Yaşanılan sonuç kaçınılmaz hale geliyor…  

Dış politikada komşu ülke ilişkilerinde yapılan yanlışlar

PKK, sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmak istiyor… PKK, bu sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı önce Irak, sonra Suriye, sonra Türkiye’deki ve sonra da İran’daki Kürtleri birleştirerek kurmak istiyor… PKK, önce bu ülkelerde ayrı ayrı adı ne olursa olsun federal, özerk veya bölgesel Kürt yönetimlerini kurmayı, sonra da bu özerk veya federal Kürt bölgelerini birleştirerek sözde ‘’Büyük Kürdistan’’ı kurmayı hedefliyor. PKK’nı bu amacı konusunda bir tereddüt bulunmuyor... Tereddüt edenler varsa PKK’nın kongrelerinde aldıkları kararlara bakmaları gerekiyor...


PKK’nın amacı bu ise aklıselim; Türkiye’nin bu komşu ülkelerin ülke bütünlüğünü korumak için bu ülkelerle işbirliği yapmasını gerektiriyor…

Ancak Türkiye’de kırk yıldır aklıselim bulunmuyor. Ve Türkiye tarafından tam tersi yapılıyor. Türkiye, Irak’ı parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yapıyor… Türkiye’nin el vermesiyle ve desteği ile Irak’ta ‘’Bölgesel Kürt Yönetimi’’ni kuruluyor. Türkiye, Suriye’yi parçalamak için emperyalistlerle işbirliği yapıyor.

Ayrıca dış politikada ‘’güven’’ çok önemli bir yer tutuyor… Eğer siz komşularınıza düşman gözüyle bakıyorsanız onlar da size zarar veriyor…

Ayrıca, ne yazık ki bizlerde eğitim ve kültürle yaratılan algı tüm komşularımızın bize düşman olduğu üzerine kuruluyor. Eğitim sistemi ve yerleştirilen algı ile her tarafımızı düşmanlarla kuşatıyoruz… Oysa siyaset, aynı zamanda güce başvurmadan dost kazanma sanatı oluyor. Bu, Anadolu’nun jeopolitik gerekliliğidir: Eğer siz bu coğrafyada oturuyorsanız, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da güven içinde olmak zorunda kalıyorsunuz. Yoksa bu topraklarda huzur içinde yaşayamıyorsunuz. Doğu Roma, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti hep bu öğreti üzerine dış politika inşa ediyor… Doğu Roma; Kafkasya’da hâkimiyeti kaybettiği an (Selçuklulara karşı, 1071, Malazgirt) yıkılıp gidiyor. Selçuklular; Balkanlara hâkim olamıyor (Haçlı seferleri), Kafkasya’ya hâkim olamıyor (Moğollar) ve sonuçta yıkılıp gidiyor. Osmanlı; daha Başkent İstanbul değilken Balkanlara hâkim oluyor, daha sonra Yavuz’la Ortadoğu’ya hâkim oluyor, Kafkasya’ya hâkim oluyor. Bu nedenle de bu topraklarda altı yüzyıl yaşayabiliyor. Osmanlı da Balkanlarda ve Kafkaslarda Ruslara engel olamayınca yıkılıp gidiyor…

Mustafa Kemâl Atatürk, dâhi bir devlet adamı idi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra fiilen hâkim olamadığı bu bölgelerde Balkan Paktını kuruyor, Balkanları emniyete alıyor, Sadabat Paktını kuruyor, Ortadoğu’yu emniyete alıyor, Kafkaslarda ise Sovyetlerle Dostluk anlaşması ile Kafkasları emniyete alıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu bölgelerdeki ülkelerle -iktidarda kimler olursa olsun- mutlaka ama mutlaka çok iyi ilişkileri olması gerekiyor. Tarihin ve bu coğrafyanın bize öğretisi bu oluyor…  


Şimdi günümüze bakıyoruz. Suriye’de büyükelçimiz bulunmuyor, İsrail’de büyükelçimiz bulunmuyor, Mısır’da büyükelçimiz bulunmuyor, Irak’la, İran’la ilişkiler iyi durumda bulunmuyor… Rusya’yı ezeli düşman, ABD ve AB’ni emperyalist, düşman ve üst akıl olarak algılıyoruz. Bu manzara ne yazık ki dış politikanın iflas tablosu olarak sırıtıyor. Yaşananlar ne yazık ki stratejik bir derinliğin ürünü değil, stratejik bir sığlığın tezahürü oluyor…

Mısır Arap dünyasının lideri olarak biliniyor. İster başta Nasır olsun, ister Mübarek olsun, ister Mursi gelsin veya Mursi gitsin Sisi gelsin bu durum hiç değişmiyor. Türkiye, Mısır’a Mursi zamanında 10 paket insansız hava aracı satıyor. Bunun tutarı 300 milyon dolar civarında bulunuyor. Türkiye Eximbank’tan 300 milyon Dolar kredi çıkarıyor, Mısır parlamentosu bunun alımını onaylıyor. Ancak Mursi gidince AKP Hükumeti bu anlaşmayı iptal ediyor. Bu kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına geliyor. Ama ABD bize vermediği Apaçi helikopterini Sisi’nin Mısır’ına satıyor. Hem de on adet.

Diplomasi sorunları önleme sanatı olarak biliniyor. Örneğin Alman parlamentosunun alacağı karar biliniyor. Türkiye hiçbir şey yapmadan kararın alınmasını bekliyor. Almanya kararını alıyor, sonra da Türkiye Almanya’dan büyükelçisini çekiyor. Türkiye bu şekilde dış politikada hep reaktif davranıyor. Ancak böyle bir dış politika yürümüyor. Böylesine bir dış politika sorunları çözmediği gibi hep düşman üretiyor. Ülkeyi dünyada yalnızlaştırıyor. Dış politikanın doğrusal bir çizgi üzerinde yürümesi gerekiyor. Dış politikadaki zig zak çizgiler devlete zarar veriyor. Dış politikanın iç politikaya alet edilmemesi gerekiyor. İç politika ağzıyla dış politika konuşmamak gerekiyor. Söylemlere dikkat edilmesi gerekiyor, herkes not ediyor, yeri geldiğinde acısını çıkarıyor…  

Ayrıca dış politikada açıkçası mezhep güdüsüyle hareket ediliyor. Bu politika ülke çıkarlarına hizmet etmiyor. Mezhep güdüsüyle hareket edilince dost olması gereken ülkeler uzaklaştırılıyor, düşman olunması gereklerle kol kola hareket ediliyor. Kıbrıs konusunda Rumlar destekleniyor, Suriye’de Esad karşıtlığı adına muhalif grupları destekleyeceğiz diye terör örgütleri ile Hamas ile içli dışlı görüntüler veriliyor. Farklı mezhepten diye Suriye ve Irak yönetimi dışlanıyor, aynı mezhepten diye Hamas’a, Müslüman Kardeşler’e kucak açılıyor… Müslüman Kardeşler yüzünden Mısır’a sırt dönülüyor. Suriye sınırı kevgire dönüyor… Suriye rejim muhalifi diye PYD’den El Nusra’ya, Müslüman Kardeşlerden Hamas’a teröristlere kucaklar açılıyor…

Günümüzde dış politikada izlenen bu siyaset ve uluslararası ilişkilerde ulaşmış olduğumuz ‘’değerli yalnızlığımız’’ bana tarihin aktörü ve tanığı Ebû Müslim Horasanî’nin Emevîlerin yıkılışı ile ilgili ve her türlü ittifaklar konusunda bir strateji ilkesi olan şu iki sözünü hatırlatıyor;

“Size düşman olanlara yaranmaya çalışır ve dostlarınızdan uzaklaşırsanız, onlar size dost olmaz; fakat siz dostlarınızı kendinizden uzaklaştırırsınız. İşte o zaman düşmanlarınızın avucuna düşersiniz.”

''Onlar (Emevîler); zararından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Düşmanlarını kazanmak için yakınlarına aldılar. Yanlarına aldıkları düşmanları dost olmadığı gibi, uzakta tuttukları dostları da düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince, yıkılmaları mukadder oldu.''

Şu anda Türkiye’de yaşananlar, olan bitenler de tam da bu oluyor. Türkiye’yi yönetenler hep geçmişten bahsediyorlar ancak zerre kadar tarih bilmiyorlar, zerre kadar tarihten ders almıyorlar...

ABD’nin PYD ve YPG’ye yaptığı destek

II. Dünya Savaşı’ndan bu yana NATO/ABD/Avrupa (Batı) bloğunda yer alan Türkiye 2000’li yılların başına kadar bazı sorunlara rağmen hep bu bloğun içinde kalıyor. Bu süreç içerisinde dış politikada, özellikle AB ile olan sorunlarda ABD, bazı sorunlar olmasına rağmen (Kıbrıs, ambargo gibi) Türkiye’nin en büyük destekçisi oluyor…


Ancak 2000’li yıllardan itibaren artan bir hızla Türkiye bu bloktan (Batı) uzaklaşmaya başlıyor. 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’yi yönetenler mezhepçi politikalarla Hamas ve İhvan gibi radikal İslami örgütlere yanaşıyor. Bu politikanın bir parçası ve ideolojik olarak yaptığı İsrail düşmanlığı daha önce kendi güvenliğini Türkiye’de gören İsrail’i ve ABD’yi bölgede özellikle İran, Hizbullah, Hamas ve İhvan tehlikesine karşı başka müttefikler aramaya yönlendiriyor… Türkiye’nin de çok büyük katkıları olduğu bölgenin parçalanmasıyla (Irak ve Suriye gibi) İran, milis kuvvetleriyle bölgeye yerleşiyor. İran, bölgeye yerleştikçe ve Türkiye, Hamas ve İhvan’a yaklaştıkça da İsrail de bu kaos ve tehdit ortamında kendilerine aradıkları müttefiki hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürtlerde buluyor… ABD’nin Suriye Kürtlerine (PYD) (Demokratik Birlik Partisi)’ne ve onların silahlı gücü olan YPG (Halk Koruma Birlikleri)’ne ve Irak Kürtlerine (KDP, Barzani) olan desteği İsrail’in bu güvenlik endişesinden kaynaklanıyor. İsrail’in bu güvenlik endişesi devam ettiği sürece de bu desteğin devam edeceği değerlendiriliyor.

ABD’nin, kendileriyle gerçek anlamda sarsılmaz çıkar bağları olan, bütün temel konularda aynı görüşleri paylaşan ve aynı politik çizgiyi izleyen iki stratejik ortağı bulunuyor. Bunlardan birisi İngiltere, diğeri ise İsrail oluyor. Churchill, ABD’nin bu iki stratejik müttefiki şöyle ifade ediyor: “Ne zaman Manş ve Atlantik ötesi arasında bir tercih yapmak gerekse hep Atlantik ötesini seçen İngiltere, ikincisi ise kurulduğu günden beri, Ortadoğu’daki en büyük Amerikan jandarması olan, bölgede Amerika’sız varlığını sürdürmesi bile imkânsız İsrail’dir.” Dolayısıyla İsrail'e karşı politika geliştirirken ABD'ni de hep hesaba katmak gerekiyor. 

Dolayısıyla Türkiye, İsrail ile olan ilişkilerini düzeltmediği ve Türkiye, Hamas ve İhvan gibi radikal İslami terör örgütleriyle ilişkisini kesmediği sürece, ABD’nin İsrail’in güvenliği için PYD/YPG’ne ve KDP’ne olan desteğinin artarak devam edeceği, hatta hatta Türkiye’nin Hamas’a ve İhvan’a olan ilişkisi ve desteği arttıkça, PKK/PYD//YPG’nin de Türkiye’ye olan saldırılarının da artacağı değerlendiriliyor.

Ayrıca son yirmi yılda İsrail üç bin yıllık hedeflerini elde ediyor: Kudüs'ü bir bütün olarak başkent yapıyor, Golan Tepelerini ve bütün Filistin'i (Gazze Şeridi henüz hariç, -İsrail'in Gazze şeridini de ilk fırsatta ilhak edeceği bekleniyor-) ilhak ediyor. İsrail, bölgedeki bütün düşmanlarını da bertaraf ediyor. Bu kapsamda İsrail'e düşmanlıkları olan Irak, Libya ve Suriye uyduruk bahanelerle bombalanarak, darmadağın edilerek, iç savaşa sürüklenerek bertaraf ediliyor.

Dolayısıyla İsrail'e düşmanlık yaparken veya İsrail düşmanlarıyla dostluk yaparken bütün bu hususların da göz önünde bulundurulması gerekiyor...

ÜZERİNDE HASSASİYETLE DURULMASI GEREKEN KONULAR

Şiddetin ve terörün önlenebilmesi için yapılacak projeler ve alınacak tedbirler doğru olarak yapılsa bile ve yukarıda bahsettiğim yanlışlar yapılmasa bile bazı hassas konuların üzerinde titizlikle durulması gerekiyor.


Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem emperyalist savaşlar hem de Fransız devriminin yarattığı fikir akımları nedeniyle Avrupa'da imparatorluklar çatırdamaya başlıyor. 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra ard arda Avrupa’da teokrasinin, monarşinin ve feodalitenin yerine “ulus devlet”ler kuruluyor…


Bu süreçte Fransa’da bulunan başta Alsaslılar olmak üzere Lothringerliler, Bretonlar, Korsikalılar, Oksidanlar, Flamanlar, İtalyanlar, Katalanlar, Basklar, Yahudiler, Sintiler ve Romanlar olmak üzere toplam 50 kadar etnik topluluk feodal kimliklerinden sıyrılıp tek bir çatı altında birleşerek Fransız milletini (ulusunu) oluşturuyor. Bir Fransız’a etnik kökenini asla sorulmuyor. Bunların tamamı ‘’Ben Fransız’ım’’ (Je suis Français) diyor… Almanya’daki öğrenimim esnasında Alsas Loren’li, kökeni Alman, ana lisanı da Almanca olan Fransız vatandaşı bir hocamız vardı. Bu hocamız Fransız olmakla övünürdü. Kendisine bir türlü ‘’ben Almanım’’ dedirtememiştim…  

Yine bu süreçte Almanya’da ise başta Bayern olmak üzere Alaman, Frank, Flemenk, Thüringen, Hesse, Schawabe, Sakson, Fallen, Fris ve Pfalz gibi toplam 30 kadar Germen kabileleri de tek bir çatı altında birleşerek ‘’Deutsch’’ (Alman) ulusunu oluşturuyor ve bir ulus devlet kuruluyor: Deutschland (Almanya). Rein – Koblenz bölgesinde konuşulan Almancayı diğer Almanlar anlamıyor. Keza Schwäbische diyalektiğini konuşanları da diğer Almanlar hiç mi hiç anlamıyor… Ama hangi etnik kökenden olursa olsun bunlara kimliğini sorduğunuzda ‘’Ben Alman’ım’’ (Ich bin Deutsch) diyor… Bir Alman da asla etnik kökenini söylemiyor…

Avusturyalılar da Cermen kökenli bir etnik grup olmasına rağmen Avusturyalıları ağırlıklı olarak Cermenleşmiş Macar ve Slavlar'ın karışımı oluşturuyor. Sırp, Hırvat, Boşnak hepsi Slav kökeni içinde yer alıyor. Bunların dışında Slovenler, Çekler ve daha küçük sayıda da İtalyanlar ve Rumenler ülkenin etnik yapısını oluşturuyor.  

Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk artığı bir devlet olarak kuruluyor. Bu nedenle Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, etnik temele dayalı bir sistemin mahsurunu da ortadan kaldırarak şu düsturu esas alıyor: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…’’ Türk ulusu bu şekilde oluşuyor, hiçbir etnik temele de dayanmıyor. Bugün Türkiye, Afganistan gibi bir kabile hayatı yaşamıyorsa bunu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu düsturuna borçlu bulunuyor.

Aydın olmak için ‘’tarih bilmek’’ yetmiyor, ayrıca ‘’tarih bilinci’’ gerekiyor. Sözde aydınlar, 50 etnik temelden oluşan gruba Fransız, 30 etnik temelden oluşan gruba Alman diyor da aynı sözde aydınlar sıra Türk’e gelince dili varmıyor, ‘’Türkiyeli’’ diyor. Daha yenilerde yaşıyoruz: AB’nin fonlarıyla beslenen ve doğal olarak da sahibinin sesi olan bir medya grubu haberleri verirken ‘’zehirlenen Rus muhalif Navalny’’ diye bahsediyor, ‘’kazada yaralanan Alman sporcu Jasha Sütterlin’’ diye bahsediyor, ardından da ‘’bir Türkiyeli voleybolcu daha’’ diye haber yapıyor… Bu haber grubunun Türk demeye dili varmıyor. Bu ifadeler hiç de masum ifadeler olmuyor. Bu ifadeler sehven verilmiyor, bu ifadeler Türkiye’nin birliğine, dirliğine hizmet etmiyor.


Böylesine bir bilinçten uzak günümüz siyasetçileri ise mikrofon önünde ve kürsülerde nutuk atıyorlar sanki Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu ‘’ulus devleti’’ bölmek, parçalamak istercesine: “Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Boşnak, Roman, Pomak, Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Gürcü...’’ Sonra da burada da kalmıyor, devam ediyorlar: ‘’Müslüman, Nusayri, Hıristiyan, Musevi, Şii, Alevi, Dürzi...” diye…

Ulus devletlerde etnik ve dini farklılıklar tabii ki oluyor ancak dışlanmıyor. Bunun garantisi de sözde değil özde demokrasi oluyor... Gerçek anlamda bir demokrasi olmazsa zaten bu farklılıkların bir arada yaşamaları da mümkün olmuyor. Çünkü gerçek demokrasi ile taçlandırılmayan ulus devletlerin sonu ya ırkçı bir faşizme ya da dinci bir faşizme kayıyor…

Yugoslavya böyle parçalanıyor… Avrupalı hiçbir Yugoslav’ı Yugoslav olarak kabul etmiyor. Yugoslav’ı, sen Boşnak’sın, sen Hırvat’sın, sen Sırp’sın, sen Makedon’sun,  sen Sloven’sin diye diye parçalıyor. Yugoslavya’da beş yıl süreyle yaşanan iç savaştan sonra bugün Yugoslavya yerine AB’nin hazmına uygun yedi devlet kuruluyor. ABD’li yazar Diana Johnstone'in ‘’Ahmakların Seferi: Yugoslavya, NATO ve Batı'nın Aldatmacaları” (Bağlam Yayınları, 2004) (Özgün adı: "Fool's Crusade; Yugoslavia, NATO and Western Delusions")  adlı kitabı bu süreci çok güzel anlatıyor. 1990’lı yıllardaki Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher’in şu sözü hala bu gök kubbede yankılanıyor: ‘‘Biz Yugoslavya’da bir model oluşturduk. Bu modelin Türkiye’de Kürtler için de uygulanması mümkündür.’’

Aslında Avrupa, Türk’e de Yugoslav modelini çoktandır uyguluyor. Avrupalı ‘’Türk’’ demekten ısrarla imtina ediyor, ısrarla etik köken arıyor, ‘’ben Türk’üm’’ dediğinizde ısrarla kökeninizi soruyor:  Kürt müsün? Çerkez misin? Arap mısın? Nobel Ödülü'nü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Türk olduğunu Avrupa bir türlü kabul etmiyor ve ısrarla Kürt olduğunu, Arap olduğunu iddia ediyor. Bir röportajında Nobel'i almasının ardından kendisini arayan BBC muhabirinin ilk sorusunun "Kürt müsünüz, Arap mısınız?" diye sormasını saygısızlık olarak niteleyen Aziz Sancar, "Kızıyorum ona, çünkü bunlar Allah’ın gâvuru, orayı karıştırdılar yüz yıl önce, hâlâ karıştırıyorlar. İngiltere’de kaç çeşit etnik grup var, ben sana soruyor muyum?" diye konuşuyor. (Gazeteler, 18 Ekim 2015)

1970’li yıllarda İran modern bir ülke halindeydi, bugün kan gölüne dönen Lübnan o tarihlerde Doğu’nun Paris’i olarak tanınıyordu, Pakistan o tarihlerde nispeten daha müreffeh ve daha aydınlık bir ülkeydi, Suriye, Irak, Libya ve Yemen daha müreffeh, daha seküler bir halde idi… O yıllarda Afganistan yenileşme çabaları içerisindeydi. Bütün bu ülkeler bugün ya iç savaş içinde bulunuyor ya da karanlığın en dibinde yuvarlanıyor. Bu ülkelerin tek eksikliği bir ulus devlet olamamaları ve Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanma devrimini yaşamamış olmalarıdır. İşte bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…’’ düsturunun her zamankinden daha çok benimsenmesi, bu düstura sıkı sıkı bağlanılması gerekiyor… Bunun aksi bir politika şiddet, gözyaşı, kan ve felaket olarak önümüzde canlı olarak duruyor…

Mustafa Kemal Atatürk’ün çözümü

Avrupa’da bahsettiğim ulus devletler kurulurken Osmanlı İmparatorluğu ise en sıkıntılı ve en çalkantılı dönemini yaşıyor. İlber Ortaylı, ‘’İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’’ (İletişim Yayınları, 2005) adlı eserinde Osmanlı’nın yaşadığı bu sıkıntılı ve çalkantılı süreci anlatıyor.


Bu büyük sıkıntılı ve çalkantılı dönemde Osmanlı kurtuluşu değişik alanlarda arıyor. Yusuf Akçura, (1876 - 1935) 1904 yılında yayımladığı ‘’Üç Tarz-ı Siyâset'' (Ötüken Neşriyat, 2015) adlı makalesinde bu arayışları anlatıyor.

Yusuf Akçura bu makalesinde Osmanlı Devleti’nin temel devlet politikası olarak ‘’Osmancılık’’, ‘’Pan İslamizm’’ ve ‘’Türkçülük’’ olmak üzere üç siyaseti kıyaslayarak inceliyor. Yusuf Akçura makalesinde Osmanlıcılığı, Türklerin asimile olmasına yol açabileceği, etnik milliyetçiliğin bu merhaleye tırmandığı durumda uygulanabilir olmadığını söyleyerek “beyhude bir yorgunluk’’ olarak açıklıyor. Akçura’ya göre İslamcılık ise, birleştirici olabildiği kadar ayrıştırıcı da gözüküyor. Akçura “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisinde ise Türklerin siyasi birliğinden bahsediyor. Akçura’ya göre; Türklere (ya da Türkleşmiş topluluklara) ulus bilinci verilecek, böylece ümmetten millete geçilecektir. Bu tartışmada Namık Kemal’e göre Arap ülkeleri de vatan oluyor, Ziya Gökalp'e göre de ulus, Müslümanların birliği oluyor… Ancak bütün bu çözüm arayışları hüsranla sonuçlanıyor. Akçura’nın önerdiği “Tevhid-i etrak” (Türklerin birliği) teorisi de hüsrana uğruyor ve bu uğurda Enver Paşa Afganistan dağlarında harcanıp gidiyor.

Mustafa Kemal Atatürk, işte Osmanlı’nın çözüm olmayan bütün bu arayışlarını yaşayarak görüyor, deneyimliyor ve bütün çözüm olmayan bu arayışların dışında çağdaş bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyetini kuruyor. Sosyal bilimci Ernest Renan da ''Ulus Nedir?'' (Pinhan Yayıncılık, 2016) isimli kitabında ulusu zaten Mustafa Kemal Atatürk’ün tanımladığı gibi şu şekilde tanımlıyor; “Geçmişte kalan ortak şan, şeref ve acılar mirası ve gelecek için gerçekleştirilecek bir program.’’ Toplumu ve milliyetleri ulus yapan ortak unsurlar işte bunlar oluyor…

Kendi çözüm yollarını Osmanlı defalarca deniyor, bütün hepsinin çıkmaz yol olduğunu acı acı yaşayarak görüyor... Günümüzde Afganistan’dan Libya’ya kadar olan coğrafyada yaşadığımız olaylar Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunun ne kadar dosdoğru ve aydınlık bir yol olduğunu da gösteriyor. Osmanlının bu çözüm arayışlarının günümüzdeki uzantıları olan İslamcıların, Osmanlıcıların, Türkçülerin ve etnik kimlikçilerin Mustafa Kemal Atatürk’ün bulduğu bu çağdaş çözümle artık barışmaları gerekiyor.

Farklılıklarımız bizim zenginliğimizdir

Türkiye Cumhuriyeti imparatorluk artığı bir devlet olarak kuruluyor. Osmanlı çökerken Balkanlardan, Kafkaslardan, Ortadoğu'dan gelen ve Anadolu’da bulunan farklı farklı etnik gruplar Türkiye Cumhuriyetini kuruyor. Zaten bunun için de Mustafa Kemal Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir…’’ diyor… İşte bizim bu farklılıklarımızı bizim bir zenginliğimiz olarak görmemiz gerekiyor…

Farklılıklarımızı zenginliğimiz olarak gördüğümüz sürece Türkiye’nin önündeki bütün engelleri ve bütün sorunları aşması daha da kolaylaşıyor. Bunu sağlayacak olan ise demokrasi oluyor, parlamenter demokrasi oluyor, gerçek demokrasi oluyor, çağdaş demokrasi oluyor…


Tarihten ders almak

Tarih bilimcilerine göre; hayat ileriye doğru yaşanıyor, ancak geriye doğru anlaşılıyor. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibi oluyor. Geçmişin incelenmesi, insanı değişimleri anlamaya hazırlıyor; daha sonra da değişimlerden kaygı duyulmamasını sağlıyor. Yaşam hızlı bir şekilde değişiyor, buna karşın kurumlar, kuruluşlar ve yapılar çok yavaş bir değişim gösteriyor. Bu da toplum içindeki çelişkileri derinleştiriyor, sosyal patlamalara yol açıyor. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretiyor. Tarih; bize her şeyin tümden değişmesini engellemenin tek yolunun bazı şeylerin değişmesini kolaylaştırmak olduğunu gösteriyor. Değiştirilemeyen bir düzen kötü bir düzen oluyor…

Tarih bizim için iyi bir laboratuvar olarak önümüzde duruyor, ancak faydalanırsak. Einstein’ın bir sözü bulunuyor; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Ancak biz, toplum olarak hep unutuyor ve hiç mi hiç hatırlamıyoruz.


PKK’NIN GELECEĞİ

Bu bölüme son olarak PKK’nın da gelecekteki muhtemel hareket tarzının da yer verilmesi gerekiyor. Günümüzde PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde TSK’nin etkinliği, İHA ve SİHA’nın etkin bir şekilde kullanılması sonucu eylem kabiliyetini kaybetmiş gözüküyor. Bölgede eylem kabiliyetini kaybeden PKK’nın alan, yöntem ve strateji değiştirerek Suriye’ye kayacağı ve ABD ve AB tarafından tanınan PYD/YPG içinde yapılanarak meşruiyet kazanmayı deneyeceği değerlendiriliyor… Ve Türkiye’nin de buna göre strateji geliştirmesi gerekiyor…


SONUÇ

Aslında bu bölüme sonuç olarak bir şey yazmaya gerek bulunmuyor. Yukarıda terörün nedenleri ve terörü önlemek için yapılması gereken projeler, alınması gereken tedbirler, yapılmaması gereken hatalar ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken konular uzun uzun, açık açık ve tecrübi olarak anlatılıyor. Bunları yapmak için sadece ve sadece çaba harcamak kalıyor. Ancak olağanüstü, muazzam, samimi ve içten çabalar harcanmadıkça hiçbir çaba sonuca ulaşmıyor...


Özetle şunu söylemek istiyorum; terör sadece bir güvenlik politikası ile çözülecek bir sorun olarak bulunmuyor. Terör, öncelikle; ekonomik gelişmişlik ve demokrasi sorunu oluyor. Halil İnalcık da ‘’Atatürk ve Demokratik Türkiye’’ (Kırmızı Yayınları, 2017) isimli kitabında ‘’demokrasi’’yi; ‘’toplumda barışı güvence altına almak için bir uzlaşma ve denge zemini’’ olarak görüyor… Terör, bir güvenlik sorunu olsaydı eğer, ABD, yirmi yılda kullandığı kendi gücü, NATO gücü ve harcadığı trilyonlarca Dolar para ile Afganistan’da terörü önlerdi. ABD, bu kadar gücü ve imkânına rağmen güvenlik politikaları ile Afganistan’da terörü önleyemediği gibi tüm bir Afganistan’ı teröristlere teslim edip ayrılıyor…

Ancak terör konusunda son olarak şunu söylemek istiyorum: Devletin, geride; kin, nefret, intikam, acı ve gözyaşı bırakmadan ve devletin birliğini, bütünlüğünü ve üniter yapısını bozmadan sağlıklı ve kalıcı bir şekilde bu terörü bitirmesi gerekiyor. Böyle gittiği takdirde korkarım Türkiye’yi çok daha kötü günler bekliyor. Çinli düşünür Sun Tzu’nun bir sözü bulunuyor her devirde geçerli olan: ‘’Uzun süreli bir savaş önce orduyu sonra da toplumu yozlaştırıyor.’’ (Devlet Yönetme Sanatı, Anahtar Kitaplar, 2016))

Bana da naçizane bütün bu hususları kamuoyuna ve yetkililere arz etmek kalıyor…

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz