• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam609
Toplam Ziyaret2892439

Bir kavak ve İnsanlar


Bir kavak ve İnsanlar

24 Ekim 2019

Bu sefer de sizlere Haldun Taner’den bir öykü sunayım:  ‘’Bir Kavak ve İnsanlar’’ Ancak siz bu öyküyü okurken öyküde geçen kavak yerine Kaz Dağlarında kesilen 200.000'ye yakın ağacı, maden arayacağız diye dağlarımızda kesilen binlerce ağacı, bilmem ne koyunda kesilen binlerce ağacı, şehirlerimizi beton yığınına gömerken kesilen binlerce ağacı, cayır cayır yanan ormanlarımızda diri diri yanan yüzbinlerce ağacı ve bu ağaçlar etrafındaki bitki örtüsünü, kuşları, ceylanları, kaplumbağaları, tavşanları, börtü böceği düşünerek okuyun...

***
"Kavağın altına" demişti. "Beni, o sahildeki kavağın altına gömün."

Kavak zaten kulübesinin uzağında değildi. Sahile bakan dik yamacın üstünde, dağ çilekleriyle böğürtlenlerin sarmaş dolaş oldukları vahşi bir kırlığın ortasında idi. İhtiyar, elinde tespihi, her akşam onun altında oturur, denizin aşağıda kumluğu tatlı tatlı yalayışını seyrederdi. İşte şimdi mezarını o kavağın yaprakları gölgeleyecek, yine dalgalar ayakucunda o çok sevdiği besteyi söyleyecekti.

Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, bahar geçip de mayıs güneşi bir genç kızınkine benzeyen ılık nefesini tabiata hohlayınca bademler birden beyazlara büründü, kırlar kokularını süründü, deniz aniden duruldu, o sakin mavisini yeniden buldu.

Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak açmıştı. Köylüler bu bahar onda tuhaf bir değişiklik keşfediyorlardı. Hayır, hayır, bu sade yapraklanmaktan ileri gelen o her yılki mutat değişiklik değildi. Öyle kolay kolay anlaşılamayan, kat'i olarak tespit edilemeyen ancak ve ancak sezilebilen bir bambaşka, bir acayip gelişme idi.

Kavakta şimdi o nebatlara mahsus görünüşten fazla bir şey, âdetâ insanlara has bir şey, nasıl söylemeli, sanki bir nev'i hüviyet belirmekte idi. Kadınlardan biri "İhtiyar" diye haykırdı. "İhtiyara benziyor kavak." Gerçekten de kavak, sanki altında yatan ihtiyarın bütün özünü kökleriyle emip gövdesine geçirmişe benziyordu. Şekil itibariyle yine aynı ağaçtı belki, fakat insan ona bakarken o uzun kametli, zayıf ihtiyarı görmüş gibi oluyordu. Yapraklarıyla şimdi bir başka yeşil görünüyordu. Daha munis, daha sıcak, âdetâ gülümseyen bir yeşil. Rüzgârdan hışırdayışları bile bir başka türlüydü. Ağaç, yapraklarıyla dile gelmişti sanki. Durgun havalarda bir fısıldayış, rüzgârda mırıldanış, fırtınada ise homurdanış halini alan bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Ne söylediği anlaşılamıyordu gerçi. Fakat onu tanıyanlar bu ısrarlı hışırtılarda ihtiyarın sesini, konuşma tarzını, hatta cümle yapısını bile tanımakta güçlük çekmiyorlardı.

Tevekkeli oraya gömülmek istemişti. Adam işte ne yapmış yapmış, ruhunu ağaca verip kendini o çok sevdiği yeryüzüne atmanın bir yolunu bulmuştu. Hem böylece tabiatı daha yakından, olanca haşmetiyle tadabilecekti artık. Nitekim şimdi sağlığında iken yapamadıklarını yapıyor, nezle bronşit korkusu olmaksızın göğsünü yaz yağmurunda ıslatıp rüzgârında kurutuyordu. Eski dostlarının bu suretle tekrar aralarına karışması, sade köylüleri değil, kuşları, bulutları velhasıl bütün tabiatı da sevinçlere garketti. Kuşlar şimdi gelip yüzüne gözüne konuyor, bulutlar bazen alçalıp alnından öpüyorlardı. Onun ölümünden beri boyunları bükük duran çiçeklerse başlarını otların arasından çıkarıp yine eskisi gibi keyifli keyifli sallanmaya başladılar. Hatta öyle ki deniz bile, o karada olup bitenlere bigâne deniz bile, bu işe pek sevinmiş, şimdi kumsalda beyaz köpüklerini göstere göstere gülüyordu.

Fakat hangi saadet ebede kadar sürmüş ki? Bir sabah yapraklarındaki çiğ damlalarını silkeleyip kurutan kavak, az ötesinde birtakım insanların eğilip kalkıp yerleri ölçtüklerini gördü. Adamlar öğle vakti gelip onun altında oturdular. Elindeki plânlardan mimar olduğu anlaşılan bir tanesi, üç katlı ensesinden mal sahibi olduğu anlaşılan bir başkasına: "Makine dairesi şurada olacak, laboratuvarlar beri yanda kurulacak, lojmanlar ise garp cephesine rastlayacak" diye izahat veriyordu. Kavak gerisini dinleyemedi. Bu duyduğu sözlerden yaprakları diken diken olmuştu. Demek burada fabrika kuracaklardı. Demek bu cennet kıyıları, bu canım yerleri makine uğultusuna, kurum kokusuna boğacaklardı. Dünyada başka yer mi kalmamıştı ya rabbim? Hayır, hayır bunu yapamazlardı. Bu kadar zevksiz, bu kadara vicdansız olamazlardı. Fakat yaptılar işte. Onlar öyle renklerden, kokulardan, denizden, tabiattan zevk alacak soydan değillerdi. Maliyet fiyatı diyor da gözleri başka bir şey görmüyordu. Maliyet fiyatı ise bu sahilde çok düşük olacaktı binaenaleyh.

İlkin sahile bire iskele kurdular. Malzeme deniz yoluyla daha ucuza nakledilebilecekti. Sonra bir mendirek inşa edip denizle sahilin alâkasını kestiler. Dalgalar artık suları tatlı tatlı okşamaz olmuşlardı. Mendireğin içinde kalan miskin ölü sulara ise deniz demeye bin şahit isterdi. Sade deniz mi ya, çiçekler de vaziyetten şekvacıydılar. Papatyalar kurumdan simsiyah oluyorlardı. Gelinciklerin kırmızısı ise isli çatana bayraklarına dönmüştü. Kuşların cıvıltısı, şantiyeden yükselen çekiç sesleri arasında güme gittiğinden onlar da birleşip koro halinde ötmeyi denediler. Fakat bu gürültülü medeniyet konseri ile baş edemeyeceklerini anlayınca akıbet onlar da küsüp ötmemeye karar verdiler. Hem zaten pazarları gıcır gıcır çifteleriyle ava çıkan şantiye mühendisleri hayatı onlara zehretmeye başlamışlardı. Kuşlar küsüp, deniz susup, çiçekler de solunca kavak öksüze döndü. "Bir yıldırım gelse de, beni de yok etse bari!" diye kötü kötü düşündüğü oluyordu.

Fakat yıldırıma hacet kalmadı. Bir sabah, daha uykuda iken belinde keskin bir testere sızısı ile uyandı. Ve neye uğradığını anlamadan yan üstü böğürtlenlerin üzerine devriliverdi. Ötede bir ses, fabrikatörün sesi: "Günah da ne demekmiş" diye bağırıyordu. "Bize ağaç değil yer lâzım yer... Zaten neye benziyordu. Tek başına, sipsivri bir ağaçtı." Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Bundan çok güzel telefon direği olur." dedi. Ve ihtiyar kavak soyuldu, yontuldu. Bilcümle direkler gibi göztaşı mahlûlü ile muamele görüp toprağa girecek kısmı ziftlendi ve bu işler bitince, üzerine bir parmak kalınlığında boya sürülüp tepesine de külah gibi çinko bir başlık geçirildikten sonra ana şebekeyi fabrika santraline bağlayan yola, öbür direklerin arasına dikildi.

Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti, her yıl olduğu gibi bahar bir genç kız misali etekliğini kaldırıp sıcak rayihası ile yine kırların üzerine çöküyordu. Gezici kuşlar gittikleri yerlerden döndüler. Böceklerle kurtlar saklandıkları yerlerden çıktılar. Papatyalar tavada yumurta gibi ortalığı sarı ile beyaza boyadı. Ve gelincikler bir yıl evvel fabrika kurumundan solup giden cetlerine inat, kıpkırmızı açıyordular. Bu arada kavaktan bozma direk de bütün vücuduna su yürüdüğünü hissediyor ve gece gündüz çıtır çıtır tatlı bir bahar sarhoşluğu içinde gerinip duruyordu. Nihayet bir gün evvelâ o kalın boya tabakasını pul pul kabartan sivilceler döktü. Sonra orasında burasında beyaz beyaz körpe dallar sürdü ve bir sabah baştan aşağı yemyeşil yapraklarla donandı. Buna sade köylüler, kuşlar, çiçekler değil, tersine çevrilmiş kahve fincanlarına benzeyen izolatörler bile şaştılar. Fakat fazla yağlarını eritmek için karısı ile yürüyüşe çıkan fabrikatör onu bu halde görünce küplere bindi. "Vay namussuz" diye haykırdı. "Bu, o devirdiğimiz kavaktan yapılan direk değil mi? Görüyor musun hanım, bana inat yapıyor. İnan olsun bana inat yapıyor." Köylüler, her ne kadar "değildir beyim; bu, o kavak değildir." dedilerse de fabrikatörü teskin edemediler.

Adam fena halde kızmıştı. "Yaprak açan telefon direği nerede görülmüş." diye feryat ediyordu. "Olacak rezalet mi bu? Bari bundan sonra teller de meyve versin. Biz burada mesaiden iktisat etmeye bakıyoruz. Bu direk kalkmış dal budak salıyor. Bütün direkler dal sürecek olsa budamaya adam mı yeter?" Sonra maiyetindeki mühendislere dönüp: "Kesilsin" diye ferman etti.

Derhal merdivenli otomobil geldi. Adamlar tellerle izolatörleri bir başka direğe aktarıp yapraklısını yere yıktılar. Fabrikatör bir balta kapmış, direğin kök bağlamış ziftli kısmına, yaprak açmış dallarına vuruyor, vuruyordu. Hırsını bununla da alamadı. Direği adamlarına kuşbaşı doğrattı. Bu parçaları dahi ortada bırakmaktan korkuyordu. Ne olur ne olmaz, bir dahaki bahar yine kim bilir ne madik oynardı. Direğin enkazını orada, gözünün önünde bir güzel yaktırdı ve külleri toplatıp denize attırdı. Gerçi ihtiyar kavak şimdi de dalgalara karışıp sahile vurabilir, buhar olup yağmur tanesi şeklinde yine sevdiği kırlara yağabilirdi. Fakat fabrikatörün aklı o kadar incesine pek ermiyordu. Bu itibarla memnun ve mesrur ellerini yıkayıp dairesine mayonezli levrekle fasulye pilâkisini yemeğe gitti.

O gece çiçekler sabaha kadar kan ağladılar. Kuşlara gelince, onlar da ilkin ah ve vah ettiler ama sonra baş başa verip bu harekete bir misilleme çaresi aradılar. Bir ağaçkakan: "İntikam!" diye bağırdı. Serçelerin en yaşlısı: "Peki ama nasıl?" diye sordu. Canı tatlı bir saksağan: "Herifler dişlerine kadar silâhlı!" dedi. "Toptan gitsek hepimizi vururlar." Tecrübeli baykuş: "Bir fedai seçeriz" diye teklif etti. "İçimizden biri." Daha sözünü bitirmemişti ki ihtiyarın avucundan yem yemiş bir ibibik kuşu "Ben giderim" diye atıldı. "Yarın zaten fabrikanın açılış töreni var. Ben hepinizin intikamını alırım, icap ederse bu uğurda seve seve ölürüm."

Ertesi gün, daha sabahın erken saatinden, fabrikada bir faaliyettir başladı. Her pencereden bir bayrak sarkıyor, her tarafta allı morlu, yeşilli beyazlı kurdeleler dalgalanıyordu. Bacalar bile gemi direkleri gibi flamalarla süslenmişti. Bir bando durmadan marşlar çalarken, hususi otomobiller de davetlileri getirip getirip anfiteatr şeklinde hazırlanmış tribünlere bırakıyordu. Ne davetliler vardı, ne davetliler! Erkeklerin çoğu silindirli ve jaketalı idiler. Kadınlar ise beyaz elbiseler, geniş kenarlı hasır şapkalar giymişlerdi. Bir ara bando durdu, ses kesildi ve ön sırada oturan tıkız fabrikatörün ayağa kalkıp önüne mikrofonlar yerleştirilmiş kürsüye doğru ilerlediği görüldü. Adam ağır ağır basamağı çıktı. Notlarını önüne açıp "öhö öhö" diye sesini ayar etti, sonra: "Sayın vekil Bey, muhterem davetliler" diye söylevine başladı.

Saklandığı pervazdan aşağısını gözleyen ibibik kuşu "İşte tarihi an geldi" diye söylendi. Seke seke pervazın üzerinde ilerledi ve tam fabrikatörün dazlak başını nişan alıp bir güzel pisledi. Gerçi, ibibik kuşu olmak sıfatıyla esasen çok kolay def'i hacet ederdi fakat o, sadece bu kabiliyetiyle yetinmemiş, bu tarihi günün şerefine bir gece evvelinden küf tutmuş kendir tohumu yiyip üzerine bol miktarda deniz suyu içmişti. Bu itibarla sabah beri büyük sancılar bahasına katlandığı hamulesini şimdi durmadan dinlenmeden aşağı boşaltıyordu.

Fabrikatör, çıplak başında şaplayan ilk damla üzerine gayr-i ihtiyari yukarı baktığından ikinci üçüncü postaları yüzüne gözüne giydi. Dinleyiciler ilkin bir şaşırdılar. Bir iki kadın davetli gülmesini tutamadı. Cesaret alan öbürleri de makaraları koyuverdiler. Artık şimdi hepsi eğile kalka, kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı. Vekil Bey bile yüzü mosmor kesilmiş kahkahasını mendilinde boğmaya çalışıyordu.

Fabrikatör, yüzüne çok defa pisletilmiş insanların pişkin tebessümü ile mendilini çıkardı. Yavaş yavaş, ağzını, yüzünü, gözlerini, çıplak başını silip sıvazladı ve gürültünün kesilmesinden bilistifade: "Bayanlar, baylar!" dedi, "Bayanlar, baylar! Şu mesut hadise dahî, tesislerimizin memleket için ne kadar hayırlı, ne kadar uğurlu ve kademli olacağını bir fal-i hayr sayılmaz mı?" ve tıkız fabrikatör bu zaruri girizgâhtan sonra tekrar notlarına dönüp imal edeceği termosifonların emsaline faikıyetini izaha girişti.

Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz