• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam539
Toplam Ziyaret2911445

Kaçış (1): Kaçış bir kurtuluştur…


Kaçış (1): Kaçış bir kurtuluştur…

17 Aralık 2020

‘’Bir gün herkes kaçar… Çünkü bazen kaçış bir kurtuluştur’’ derdi Şehriyar… Ve devam ederdi Şehriyar: ‘’İşte bu nedenle kimisi bir başka ülkeye, bir başka diyara, bir başka mekâna kaçar kurtulur, kimisi de kendi içine kaçar; kendi ülkesinde sürgün olup, kendi içine sürgün edilir kurtulur... Ancak, kendi ülkende sürgün olup da kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve daha acımasızdır.’’

İnsan ister bir başka ülkeye, diyara veya mekâna kaçsın, isterse de kendi içine kaçsın, oraya sürgün edilsin her zaman zordur bu kaçışlar… Tarih bunun örnekleriyle doludur… ‘’Türkler geliyor’’ diye Balkanlardan Macarlar, Hırvatlar, Sırplar, Slovaklar ve daha niceleri Avusturya’ya doğru kaçmışlar… Sonra tersine dönmüş bu kaçış… Ruslar, Avusturyalılar, Bulgarlar, Yunanlar geliyor diye insanlar Balkanlardan, Kafkasya’dan Anadolu’ya kaçmış… Bugün Adana’da hala ‘’Kaç kaç olayı’’ hafızalardadır; Fransız ve işbirlikçisi Ermeniler geliyor diye Adana halkı Toroslara doğru kaçmış. (10 Temmuz 1920) (Daha önceleri yazmıştım bu ‘Kaç Kaç Olayı’nı bu sayfalarda) Hitler’den Yahudiler, aydınlar kaçmış dünyanın dört bir yanına… Günümüzde de Suriye’den kaçanlar var, Irak’tan, Afganistan’dan kaçanlar var… Ülkesinden kaçanlar var…

Bunların dışında, Şehriyar’ın söylediği gibi, bu sürgünlerden, bu kaçışlardan her zaman daha zor, daha acımasız olan kendi ülkesinde sürgün olup da kendi içine kaçanlar, kendi içine sürgün olanlar var… Genellikle bu kaçışlar, bu sürgünler sessiz sedasızdırlar, pek bilinmezler…

Böylesi kendi içine sürgün edilenleri hatırlıyorum... Bunlardan hem mekân olarak kendi kulesine, hem de ruhen kendi iç kalesine (‘’İç Kale’’ deyimi Goethe’ye ait) kapanan, kendi içine sürgün olan Montaigne’i hatırlıyorum… Onun bu kaçışı esnasında yazdığı meşhur eseri ‘’Denemeler’’ini ve Stephan Zweig’in Montaigne’inin üzerine yazdığı biyografisini hatırlıyorum…

Zweig denince, Zweig’in kendisinin de kaçanlardan olduğunu hatırlıyorum… Nazi Almanya’sından kaça kaça Rio de Janeiro’ya kadar gelen Zweig, çağının vahşetine ve dehşetine daha fazla dayanamaz: 1942 yılının Şubat ayının son günlerinde otel odasına girenler yatağa uzanmış Zweig ve elini onun göğsüne koymuş eşi Lotte’yi huzurlu ve sonsuz bir uykuda bulurlar.

Zweig’ın son yazısının “Montaigne”in biyoğrafisi üzerine olması da tesadüf değildir… Mezhep savaşlarından, büyük katliamlardan, bağnazlıklardan kaçan Montaigne’in benzer nedenlerle çağının vahşetinden kaçan Zweig’in ilgisini çekmemesi mümkün değildir…

Fransız edebiyatının en hüzünlü, en melankolik, en yalnız ancak Fransız şiirinin en büyük, en yüce ve piri olan bir şairi Charles Baudelaire’i ve onun "Uzak İklimlerin Kokusu" isimli şiirini hatırlıyorum... Ahmet Hâşim’i ve onun en güzel eseri ‘’O Belde’’yi ve ‘’O Belde’’nin hayal ürünü güzel, ince, saf, leylî, masum, ince, huzur veren ve gözlerinde hüzün ve sükûn olan kadınlarını hatırlıyorum… ‘’Ütopya’’nın yazarı Thomas More’u hatırlıyorum… Bunları hatırladıkça ütopyadan distopyaya geçişin dehşetini ve hüznünü ben de ayrı ayrı yaşıyorum…

Ancak bu saydığım isimlerin içe kaçışlardan da ortaya bir sanat, bir edebiyat, bir felsefe ve bir aydınlanma çıkıyor… Çünkü kendi içine sürgün olanlar, kendi iç kalelerinde yaşayanlar da hep kendileri ile diyalog halinde oldukları için bu diyaloglar da edebi, felsefi ve sanatsal oluyor… Bu diyalog için Montaigne şöyle diyor: ‘’İnsanın kendisi ile diyaloğu erişilebilecek en yüksek sanat formudur…’’

Bu iç kale de kişinin, sanatı ile edebiyatı ile felsefesi ile aydınlanması ile vahşi dış dünyanın etkilerinden korunduğu gerçek bir kale haline geliyor. Böylesi bir iç kale ise Ahmet Cemal’in kaleminden, Stefan Zweig’ın Montaigne’ye yönelik yorumunda şöyle veriliyor:

‘’Zweig’ın anlatımıyla Montaigne, denemelerinde dış dünyanın gelgitlerinin ortasında kendine hep bir tür ‘iç kale’ inşa etme ve bu kaleyi dış dünya karşısında ne pahasına olursa olsun, ayakta tutabilme çabasıyla belirginleşen bir kişiliktir. Montaigne’e göre böyle bir iç kale inşa edilemediğinde birey, dış dünyadaki dalgalanmalar karşısında neredeyse savunmasız kalır; bu savunmasız kalma durumunun en büyük sakıncası, bireyin dış dünyada olup bitenleri aklın süzgecinden geçirmesinin engellenebilmesidir. Bu engel, bireyin bir kaos ortamında kendi yönünü saptayamadan dış olayların akışıyla rastgele sürüklenmesine neden olur. Oysa kendine bir ‘iç kale’ inşa etmeyi başarabilmiş olan birey, en büyük kaosların anaforundayken bile kale kapılarını kapatıp içeri çekilebilir ve olup bitenlere bir de dışarıdan bakarak kendi duruşunu şekillendirebilir.’’

Montaigne’e göre iç kaleleri olmayanlar, alışılmışın dışında başka bir hayat yokmuşçasına yaşarlar…

Bu insanlar, dış dünyanın vahşetinden kaçarken iç dünyalarıyla, iç kaleleriyle, ütopyalarla daha iyi, daha mutlu, daha huzurlu bir dünyayı ararlar... İnsanı insan yapan arayışlar işte bu iç kalelerde, bu ütopyalarla zenginleşir, anlam kazanır… Bu konuda klasik geleneğin önde gelen temsilcileri arasında kabul edilen Nobel ödüllü Fransız yazar Anatole France şunu söyler; “eskinin ütopyacıları olmasaydı insanlar bugün de mağaralarda sefil ve çıplak yaşıyor olacaklardı...”


İnsanoğlunun yaşamına anlam yükleyen, heyecan katan ideallerin bileşkesidir bu iç kaleler, bu ütopyalar... Geleceğimizin daha güzel olması için hayal kuranların ve bunun için savaşanların Kutupyıldızı’dır iç kale ve ütopyalar…

Ancak unutuldu gitti iç kaleler, ütopyalar... Şimdi ‘’ütopik’’ diye alay konusu edilir oldu ütopyalar… Artık dünyamızda ütopya değil bir distopya var…

Artık bunakların, delilerin, vandalların yönettiği bir distopya var… Doğanın, ağaçların, hayvanların, çocukların, kadınların, insanların göz göre göre, alenen katledildiği, göz göre göre, alenen tecavüz edildiği, yönetimdeki vandalların bunlara çanak tuttuğu, suskun kaldığı hatta teşvik ettiği bir distopya var…

Tevfik Fikret’in “Kanun kanun diye kanun tepelendi” dizelerin­deki gibi, “demokrasi, demokrasi, demokrasi’’” diye diye insanların ve insanlığın tepelendiği bir yerdir distopya… Kapitalist dünyanın; değerleri ve metaları sömüre sömüre posasını çıkardığı, içine ede ede de lağıma çevirdiği bir yerdir distopya…

İşte kaçış, içe kapanış, iç kale, ütopya işte bu distopyadan bir kurtuluştur…

Dışa kaçışları, sürgünleri, tehcirleri, göçleri herkesler biliyor… Ancak sessiz sedasız yaşanılan içe kaçışlar, içe kapanışlar pek bilinmiyor… Ard arda dört günlük ‘’Kaçış’’ yazı serisi ile bu içe kaçışları, bu içe kapanışları anlatmak istiyorum… Daha önceki yazılarımda Baudelaire’i ve Ahmet Hâşim’i ve onun ‘’O Belde’’sini bu sitemde anlatmıştım. Şimdi de önce kendi ‘’İç Kale’’sine kapanan Montaigne’yi, sonra da  ‘’Ütopya’’sı ile Thomas More’u birer örnek olarak anlatmak istiyorum…

Bu yazılarımın; yaşadığı çağdan, dünyadan ve bu distopyadan yorulduğunu ve ağırlığı altında ezildiğini hissedip de kaçmak duygusuyla dolup taşanların beğenecekleri ve kendilerini bulacakları bir yazı serisi olduğunu düşünüyorum…

Kaçış bir kurtuluştur...

Devam edecek...


Osman AYDOĞAN

 


Yorumlar - Yorum Yaz