• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam250
Toplam Ziyaret2913379

Şükûfe Nihal


Şükûfe Nihal

21 Eylül 2016

Bugün, pek tanınmayan edebiyatçı, aydın, mücadeleci ve yaşamı sıradışı olan bir kadını tanıtacağım: Şükûfe Nihal. Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en duygusal, en içli, en mahzun ve aynı zamanda da en unutulan bir yazarı, şairi ve özgürlüğe tutkun, mücadeleci ve ayakları üzerinde dimdik duran bir kadındır.


Babası V. Murat'ın başhekimi Emin Paşa'nın oğlu, Eczacı Albay Ahmet Bey’di, entelektüel birisiydi… Annesi Nazire Hanım. Soy kütüğü, baba tarafından Katipzadelere, anne tarafından Fatih Sultan Mehmet'in Başressamı Nakkaş Mehmet Efendi'ye dayanır.

Şükûfe Nihal babasının görevleri gereği gittikleri Manastır, Şam, Beyrut ve Selanik’te Arapça, Farsça, Fransızca öğrenir.

1896 doğumlu olan Şükûfe Nihal 1919 yılında Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü'nü bitirerek "Türkiye'nin ilk üniversite mezunu kadını" unvanını alır…

Eserleri

Üniversiteyi bitirdiği yıl, ilk şiir kitabı "Yıldızlar ve Gölgeler" yayımlanır. Aruzla yazılan bu şiirleri hece ölçüsü ile yazdığı şiirler izler. 1928 yılında "Hazan Rüzgârları", 1930 yılında ise "Gayya" adlı şiir kitabı yayınlanır. Güçlü romantizmini düşünce gücüyle birleştirerek, sık sık toplumsal konularda yazar. Ancak, kendisinden önceki ya da o dönemdeki kadın şairlerden farklı olarak, bir erkek edasıyla ve kadın olduğunu unuturcasına yazmaz… O, belki de kadın sorunlarını ve yaşantısını ilk dile getiren kadın şair ve yazarımızdır…

Eserlerinde, kadının çalışmasının önemini ekonomik açıdan,  üretkenliğini insan yaşamına olumlu etkileri açısından sık sık vurgular.  Yaşamındaki çok yönlülük, edebiyat alanında da görülür. Şiirlerinin yanı sıra lirik bir anlatım kullandığı öyküler ve romanlar da yazar…

1928 yılında "Tevekkülün Cezası" adlı öykü kitabı ve ilk romanı "Renksiz Istırap" yayımlanır. Bunları, "Çöl Güneşi" (1933), "Yalnız Dönüyorum" (1938), "Domaniç Dağlarının Yolcusu" (1946), "Çölde Sabah Oluyor" (1951) adlı romanları izler. 1935 yılında "Finlandiya" adlı gezi notları yayımlanır. 1910 yılından itibaren "Kadın", "Tan" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde, "Ayda Bir" ve "Her ay" gibi dergilerde köşe yazarlığı yapar. Bu eserlerinden ''Yalnız Dönüyorum'' okunmaya değer bir eserdir. Şükûfe Nihal’in ‘’Domaniç Dağlarının Yolcusu’’ adlı yapıtı Şakir Sırmalı tarafından ''Unutulan Sır'' adıyla filme çekilir, 1945 yılında çekimi başlayan film, 1948 yılında gösterime girer.  

Kişiliği

Şükûfe Nihal, edebi kişiliğinin yanında eylemci kişiliğiyle de tanınır. Cumhuriyetin kurulması aşamasında, ikinci eşi Ahmet Hamdi Başar'la Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde önemli çalışmalar yaparlar. Şişli'deki evlerinde toplantılar düzenlenir, bu evde kurtuluş mücadelesinin kararları alınır…

Halide Edip, Sultanahmet'te tarihi demecini verirken, Şükûfe Nihal de, Fatih Mitingi'nde dinleyenleri oldukça etkileyen tarihi konuşmasını yapar: “Ey aziz vatan beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın.”

Bununla da kalmayıp Anadolu'ya çıkar, sonraki yıllarda da Anadolu'yu gezer, gördüklerinden etkilenen Şükûfe Nihal, eserlerinde Anadolu sorunlarına yer verir, gördüğü, tanıdığı köyleri ve köy kadınlarını anlatır…

Tarihimizde kadın özgürlüğünün ilk temsilcileri ve savunucularından biri olan Şükûfe Nihal, aynı zamanda Türk Kadınlar Birliği'nin de kurucularındandır. Kurtuluş Savaşı sonrasında da, ülkeyi yönlendiren kararlarda etkili olan Atatürk sofralarının vazgeçilmez konuğudur…

Hâlide Nusret ’’Bir Devrin Romanı’’ isimli kitabında (Kültür Bakanlığı Yay. 2000) birinci elden Şükûfe Nihal’den bahseder. Şükûfe Nihal ve Hâlide Nusret İstanbul Kız Lisesinden yakın arkadaştırlar. Hâlide Nusret kitabında Şükûfe Nihal’i şöyle anlatır; ‘’Çok zevkli döşenmiş evinde tertiplediği toplantılarda devrin genç, yakışıklı pek çok şair ve yazarı onun etrafında fır dönüyorlardı. Güzeldi, zarifti, kültürlüydü, üniversite bitirmiş nâdir kadınlardan biriydi.’’

Şükûfe Nihal’in yakın arkadaşı İsmet Kür (yazar Pınar Kür’ün annesi, Hâlide Nusret’in kardeşi), ‘’Yarısı Roman’’ (Everest Yay. 2011) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i şu şekilde tanımlar: ‘’Şükûfe Nihal hemen her görenin âşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. ‘Güzel’ denemezdi pek. Gözleri çukurdu ve ufaktı... Boyu hiç uzun değildi. Beden çizgileri dikkati çekmekten uzaktı. Ne ki, zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Dünyaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Onu bu kadar çekici yapan da, bu ‘dünyaya metelik vermeyen’ haliydi. Ve de, o sıralar, ‘hayran olunacak kadın’ sayısı da çok değil miydi? Ya da nitelikleri mi farklıydı? Sanırım, biraz öyle. Çocukluğumda, şıklık sembolüydü benim için. Onun üstünde görüp hayran olduğum kimi renkleri, kimi desenleri hâlâ sevdiğini biliyorum. Çok kaprisli bir kadındı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü ve de hoş konuşma biçimi vardı.’’

Aşkları

Hicran Göze ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ (Kubbealtı Yay. 2010) adlı kitabında Şükûfe Nihal’i, Fâruk Nâfiz’i ve aşklarını anlatır.

Kadınlı erkekli toplantılarda; ‘’Geldikçe Şükûfe sahn-ı meclis – Pürzemzeme gülistana döndü’’ diye övülen bir kadındı Şükûfe Nihal…

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Şükûfe Nihal’in etrafında ateşin etrafında dönen pervaneler gibi dönen âşıklardan birisi de de Nâzım Hikmet’ti... 1920’li yıllar... Erenköy bahçelerinde, köşklerinde şairlerin yazarların edebi sohbetlerin birindeydi… Hâlide Nusret’in dizlerinin üzerinden Şükûfe Nihal’e uzatılan, onun ise gülerek okusun diye Hâlide Nusret’e verdiği kağıt… Nâzım Hikmet’in delişmen yazısıyla; “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”  

Hâlide Nusret’in, kız kardeşi İsmet Kür’e söylediğine göre Nâzım Hikmet, “Bir Ayrılış Hikâyesi” adli şiirini Şükûfe Nihal için yazar:

‘’Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp 
parmaklarımı kanatarak 
kırasıya, 
çıldırasıya... 
Erkek kadına dedi ki: 
- Seni seviyorum, 
ama nasıl? 
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz, 
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz 
yüzde hudutsuz kere yüz... ’’

Nazım Hikmet, ‘’Yatar Bursa Kalesinde’’’ isimli eserindeki “İtizârname-i Nâzım” şiirini de Şükûfe Nihal için yazar. 

Dönemin ünlü şairlerinden sadece Nâzım Hikmet âşık değildi Şükûfe Nihal’e. Hâlide Nusret’e göre Faruk Nafiz de Ahmet Kutsi Tecer de Şükûfe Nihal’e âşık edebiyatçılardan biriydi.

İnişli çıkışlı ve dalgalı özel hayatı, karşılıksız ve tinsel aşkları ile farklı bir şairimizdir Şükûfe Nihal… Bu nedenle üzerinde akademik tezler yazılmıştır.  Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı, halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun yayınlanmış olan doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir: ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002) Bir diğer tez de Türkân Yeşilyurt Kayhan’ın ‘’Kadın Şairde Kadın: Şükûfe Nihal’in Şiirleri’’ (Bilkent Üniversitesi) isimli yüksek lisans tezidir. 

İlk evliliği

İlk eşi biraz da ailesinin ısrârı ile çok genç yaşta evlendiği Türkçe öğretmeni Mithat Sadullah (Sander) Bey’dir. Aralarında büyük yaş farkı vardır. Babasının zoruyla evlenir, evlenmemek için bileklerini keserek intihara teşebbüs eder. Bu evliliğinden oğlu Necdet (Sander) dünyaya gelir. Zorla evlendirildiği eşinden iki sene sonra ayrılır…

Bu ayrılık günlerindeki sıkıntılarına teselli olan ve ona aruzu öğreten biri vardır. Cenap Şahabettin’in küçük kardeşi (anne bir baba ayrı) edebiyatçı, şair ve ressam olan otuz yaş civarında genç bir adam: Osman Fahri (1890-1920).

Osman Fahri

Gazeteci Cevat Fehmi’nin ‘’izdivaçta aşk lâzım mıdır?” sorusuna Şükûfe Nihal  “İzdivaçta aşk birinci şarttır” diye cevap veren, evlilikte aşkı birinci şart olarak gören Şükûfe Nihal, Sander’le evliliğinde aradığı aşkı bulamayınca da Osman Fahri’ye karşı ilgisiz kalamaz.

Adile Ayda “Şükûfe Nihal, Böyle İdiler Yaşarken’’ (Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1984) adlı kitabında Nihal’in hayatta tek sevdiği kişinin Osman Fahri olduğunu ifade eder. Yazar, Şükûfe Nihal’in kendisine “Zaten insan hayatında bir defa sever. Gerisi kapılış, aldanış. Ben bütün şiirlerimi bir tek şahıs için yazdım. Hep onu anlattım, ona seslendim” dediğini yazar.

İsmet Kür, ‘’Yarısı Roman’’ (Yapı Kredi Yayınları, 1995) adlı yapıtında şairin ağzından şu sözleri aktarır: “Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı.”

Şükûfe Nihal gerek Adile Ayda’ya gerekse İsmet Kür’e tek aşkının Osman Fahri olduğunu söylese de bu aşkı başlangıçta pek ciddiye almaz, biraz da uçarı biçimde yaşar…

Şükûfe Nihal, ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan ve ağırlıklı olarak Osman Fahri ile olan aşkını anlattığı “Mermer Kapı” isimli şiirinde Osman Fahri ile aşkını bir oyun olarak yaşadığını ve bu sırada on yedi yaşlarında olduğunu belirtir:

“Bir on yedi bahar ki nankör, çılgın, zalimdi,
Seven de reddeden de o şımarık kalbimdi…
Sensiz kalmak muhâlken, hayır, aldandın, derdim!..
Sanırdım ki bu oyun ömrümce sürecektir…”

“Mermer Kapı”da yer alan dizelerinde ayrıca Osman Fahri’nin de kendisine şiirler yazdığını da ifade eder:

“Bir damla gözyaşıma
Kaç mısra dökülürdü
Kaleminin ucundan,
Kim bilir?”

Prof. Dr. Hülya Argunşah’ın doktora tezi olan ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal’’’ isimli eserinde şu bilgiyi verir: Osman Fahri, Şükûfe Nihal’in eşi Mithat Sadullah Sander ile yakın arkadaştır.  Arkadaşının karısına âşık olmayı kendisine yakıştıramayan Osman Fahri, biraz da başlangıçta Şükûfe Nihal’in kendisine umut vermeyişinden kaynaklanan ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle ve Cervantes’in söylediği; ‘’aşk, göğüs göğüse çarpışarak değil, ancak kaçarak yenilebilir bir düşmandır’’ sözüne uyup öğretmen olarak  tayinini İstanbul’dan Elazığ’a aldırır. Şükûfe Nihal’in Sander’le evliliği boşanmayla noktalansa bile Şükûfe Nihal Osman Fahri’yle bir daha bir araya gelmez. Şükûfe Nihal’e çılgınca âşık Osman Fahri’nin Şükûfe Nihal’i unutması da pek de mümkün olmaz.

Genç adam ümitsiz aşkının yarattığı küskünlükle öğretmen olarak gittiği Elazığ’dan da yalvarır:

‘’Sen benim hem dem-i hayalâtım,
Ben senin yârı tesellikârın
Olacakken; fakat nedense, Nihal
Sen benim gözlerimde dert aradın…
Ah! Mâdem ki sen de bir şair,
Ben de şâirim, bu kâfidir’’

Hepsi boşunaydı. Sevdiği kadından tamamen ümidini kesip, buhrana girip kafasına tabancayı dayayıp hayatına son verdiğinde takvimler 1920 senesini gösterir…

Bu intihar girişiminde beyninde kurşun kalan Osman Fahri İstanbul’a getirilerek Fransız hastanesine yatırılır ve bir süre sonra burada çıldırarak ölür.

Şükûfe Nihal, karşılıksız aşkı yüzünden intihar eden Osman Fahri’yi yaşamı boyunca hiç unutmaz, unutamaz… Şükûfe Nihal’in ‘’Yerden Göğe’’ adlı kitabında yer alan “Mermer Kapı” adlı uzun şiirinde hep Osman Fahri’nin izlerine rastlanır.

Şükûfe Nihal “Mermer Kapı” da Osman Fahri’nin cinnetine şöyle hatırlatma yapar:

“Sana Mecnun dediler,
Mukaddestir gözümde
Cinnet o günden beri…”

Şükûfe Nihal ikinci eşinden de ayrılıktan sonra daha çok içine kapanır ve tekrar hayatta olmayan Osman Fahri’ye sığınır.  O kadar ki bir zamanlar Osman Fahri’nin yaşadığı Elazığ’a gider. Zeynep Kerman’ın ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’ (Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1998) isimli kitabında yazdığına göre Elazığ’da Osman Fahri’nin yaşadığı eve gider ve saçından kestiği bir tutamı onun evinin bulunduğu bahçeye gömer.

Şükûfe Nihal, saçından kestiği o bir tutam saçı Osman Fahri’nin bahçesine gömerken kafesinde çırpınan bir kuş gibidir kalbi, çırpın çırpın çırpınır… Cama çarpan bir kuş gibidir kalbi göğüs kafesinde çırpın çırpın çırpınır…  Çırpınan bir deniz gibidir, sahile vuran azgın dalgalar gibidir damarlarındaki kanı, damarlarında çırpın çırpın çırpınır… Kümesine sırtlan girmiş tavuklar gibidir kalbi çığlık çığlığadır… Yörüngesiz kalmış kuşlar gibi feryaad figan halindedir kalbi çırpın çırpın çırpınır hep…

Şükûfe Nihal bu bahçeyi “Mermer Kapı”da şöyle anlatır:

‘’Yolunmuş sarmaşıklar, 
Söndürülmüş ışıklar, 
Bir türbe şimdi balkon… 
Diyorlar: ‘Orda en son, 
Seni sormuştu bize, 
Sarılıp elimize… 
Seni beklemiştik hep… 
Gelmedin neydi sebep?’..’’

Osman Fahri yaşarken Elazığ’a gitmediği için suçluluk duyan Şükûfe Nihal, yine “Mermer Kapı”da ondan af diler:

“O gurbet illerinde hep anmışsın adımı…
Gelemedim, affeyle, kırdılar kanadımı!..”

Ancak Şükûfe Nihal’in Osman Fahri’ye karşı duyduğu aşk zamanla marazî bir hal alır. Artık hayattaki tek isteği ona kavuşmaktır. Yine “Mermer Kapı”da ona seslenir:

“Yedi kat yeri delebilsem de,
İzini bulup gelebilsem de,
En son zerremle kavuşsam sana,”

Şükûfe Nihal iyice hayata küsmüştür artık... Bu hissiyatını ''Sabah Kuşlar'' adlı kitabındaki ''Neme Yetmez'' şiirinde görürüz:

‘’Yakut, mine, zümrüt bana birdir kayalarla;
Bir gül dikeninden kanayan el neme yetmez?
Kâşâne, sedir, sırma, ışık onların olsun;
Bir köhne kitap, bir sarı kandil neme yetmez?

Rûhum ki yanıktır ve şifâsızdır ezelden,
Sarmak dilesem, bir kara mendil neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?
Yanmaz ateşinden deli gönlüm bu diyârın,
Gökten bir alev bağrımı dağlar, neme yetmez?

Kestimse ümîd artık ezelden ve ebetten;
Bir eski rübâb ömrümü bağlar, neme yetmez?

Bir çölde biten dal gibi ıssızsa da rûhum,
Dost âleminin ettiği kem söz neme yetmez?
Vardır anacak bir gün olup ismimi elbet,
Bir servinin altında dolan göz neme yetmez?

Dağlar neme yetmez, bağlar neme yetmez?
Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?

(Cinuçen Tanrıkorur şairin bu “Neme Yetmez?” adlı şiirinden bir bölümü 1979 yılında uzzâl makamında nakış yürük semaî usulünde besteler…)

Bu hassas, bu nadide, bu duygulu şair artık iyice içine kapanır. Muhafazakâr çevre yapısı ve dışarıdaki katı dünya ile özgür, başı dik kadın yapısı ve hassas ve modern dünyası arasında sıkışır kalır.  Sonuçta topluma, çevreye ve kendisine yabancılaşır... Tabii bu haleti ruhiyesi de şiirlerine yansır. Gayya’daki “Söndürün” şiirinde şöyle der:

“Söndürün karşımda yanan ateşi;
 Kalbimin dört yanı buzla örtülü.
Bakışlarım ölü, şuurum ölü…”

“Taş Gibi” şiirinde iç dünyasının fotoğrafını çeker:

“Ben bu gece ruhumu elimle boğacağım,
Yarına bir kaskatı taş gibi doğacağım…”

“Heykel” şiirinde ruhunu anlatır, eşten dosttan kopuşunu:

“Gece bir heykeldir o, oyulmuş sarı taştan,
Ruhunun son bağları kopmuş eşten, yoldaştan…” 

Şükûfe Nihal ‘’Yakut Kayalar’’ romanını da Osman Fahri’yle yaşadığı aşk üzerine kurar. Romanda idealist bir genç kadın kendisi gibi toplumsal sorunlara ve sanata karşı duyarlı bir erkekle bir aşk yaşarken, ailesinin ve toplumun değer yargılarına uygun “zengin bir koca”yla evlenmeye zorlanınca erkeklere ve topluma isyan eder. Sevdiği adam ise tıpkı Osman Fahri gibi cinnet geçirir ve ölür. Başlangıçta onun cinnetine ve ölümüne kayıtsız kalan genç kadın, bir gün duyduğu bir ney sesiyle bu aşkın içinde yeniden canlandığını fark eder. Ancak kendisine kara taşları, toprakları “yakut kayalar” olarak gösteren aşkını artık kaybetmiştir: “Ve anladım ki, dünyanın kara taşlarını, topraklarını bana ‘yakut kayalar’ şeklinde gösteren füsûnu, ben artık kaybetmişim!..”

Şükûfe Nihal, ideal erkek imgesini ‘’Yakut Kayalar’’ isimli romanında şöyle anlatır: “O, benim için ideal bir insandı. Bütün eksik yaratılmışların arasında, o, kafası, kalbi, duyguları, sanatı, mantığı, ilmi, güzelliği ve gururuyla tam bir insandı.”

Zeynep Kermen’ın bahsi geçen ‘’Osman Fahri: Hayatı ve Şiirleri’’ kitabında verdiği Osman Fahri’nin “İhtizaz-ı leyal” adlı şiirinde Osman Fahri de Şükûfe Nihal’in Elazığ’a gelmesini beklemektedir:

“Gece, her yer sükûta müstağrak
Sana ruhum gelirse ağlayarak:
Onu bir lahza dinle, sonra uyu:
O senin şimdi bekliyor yolunu…”

Pek çok kişi sevdalanmıştı, güzel, zarif, şık, bakımlı ve zamanın en gözde şairi olan bu cıvıl cıvıl kadına. Bu kişilerden sadece Osman Fahri’yi unutmadı, unutamadı Şükûfe Nihal… Aşkı sadece ruhunda yaşıyordu. Kaldığı huzur evinde ölene kadar düşüncesinde, dilinde, kaleminde, şiirlerinde hep Osman Fahri vardı...

Âdile Ayda ‘’Böyle İdiler Yaşarken’’ (Edebî Hatıralar, Ankara, 1984) adlı kitabında Şükûfe Nihal’in Osman Fahri için kendisine şu ifadeyi kullandığını yazar; ‘’Ben ona layık değildim. O mütekâmil insandı. Bir dâhi idi. Bana yazdığı mektupları, bıraktığı hâtıra defterini, karaladığı şiirleri her gören aynı fikirde…’’ (Elazığ’da Osman Fahri’nin yakın dostu Mehmet Mevlüt, Osman Fahri’nin Elazığ’da kalan evrakını saklar. Ancak çıkan bir yangında evrakın bir kısmı yok olur. Mehmet Mevlüt, Şükûfe Nihal’e yazdığı 10 Haziran 1942 tarihli mektupta bu hadiseyi anlatır ve yangından kurtarılmış olan evrakı kendisine postalar. Şükûfe Nihal Elazığ’a geldiğinde de Mehmet Mevlüt ona mihmandarlık yapar, Osman Fahri’nin evini gösterir.)

Yakın dostlarına da Osman Fahri için; "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yanar gerçek aşkın kıymetini bilmeyen her fâni gibi…

İkinci evliliği

İkinci evliliğini İstanbul Üniversitesinden arkadaşı olan Ahmet Hamdi Başar’la yapar. Otuzbeş sene sonra nihayete erecek olan bu evlilikten kızı Günay dünyaya gelir… Hâlide Nusret’in çok sevdiği Günay…

Fâruk Nâfiz Çamlıbel

Şükûfe Nihal’in edebiyat çevrelerindeki en bilinen ikinci aşkı ise hiç şüphesiz, Fâruk Nâfiz Çamlıbel’di... Hicran Göze  ‘’Yahyâ Kemal'den Nâzım Hikmet'e, Şükûfe Nihal'den Fâruk Nâfiz'e; Bir Zamanlar Kadıköyü’nde Edebiyatçılar ve Aşkları’’ isimli kitabında Fâruk Nâfiz bölümünde bu aşkı şu şekilde anlatır;

Fâruk Nâfiz Çamlıbel Şükûfe Nihal’i, halası Saide Hanım’ın Erenköy’deki köşkünde görür ve ilk görüşte âşık olur. Aşkları karşılıklıdır. Hep şiirler yazarlar birbirlerine.

Fâruk Nâfiz’in 1928’de yayınladığı ‘’Suda Halkalar’’ kitabının ‘’Macera ve Gençlik’’ bölümünde yazmış olduğu şiirde geçen kızın adı da Nihal’dir…

Şu iki mısrada ise Fâruk Nâfiz sevgilisinin adını da açıklar:

‘’Yalnız yaşamaktansa Nihal’imden uzakta
Kalsam diyorum dâr-u diyarımdan uzakta.’’

Bir şiirinde gene sevgilisinin adı vardır:

‘’İnce bir kızdı bu, solgun, sarı, heykel gibi lâl
Sanki rûhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihal.
Ben küreklerde, Nihal’in gözü enginlerde
Gizli sevdâlar için yol soruyorduk nerde.’’

Aşkları üzerine roman yazarlar. Fâruk Nâfiz Çamlıbel ‘’Yıldız Yağmuru’’nda, Şükûfe Nihal ise ‘’Yalnız Dönüyorum’’ adlı romanında sevdalarını dile getirirler…

1922 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmesi Şükûfe Nihal’i oldukça üzer.  Şükûfe Nihal ‘’Gayya’’ isimli kitabındaki ‘’Son Hâtıra’’ adını taşıyan şiirinde kendisini üzen ani ayrılığın acısını dile getirir:

‘’Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…’’

Şükûfe Nihal, Gayya’da “Senden Sonra” adlı şiirinde Çamlıbel’in gitmesinden dolayı duyduğu derin üzüntüyü anlatır:

“Buradan gittin gideli nasıl içliyiz, bilsen!
Göklerin gözü yaşlı, kırlar hazin, ben hasta,
Sensiz geçecek günler için bütün köy yasta…
Gelsen de bir gün olsun göz yaşımızı silsen!..” 

Yine Gayya’da “Köy Arkadaşlarıma” adlı şiirinde ise bu ayrılıktan sonraki halini anlatır:

“Gezdiğimiz yerleri bir hayal gibi gezdim,
Köyün ruhunda siyah bir hicran rengi sezdim:
Her taraf derdimizle harap, bitkin, perişan,
Hâlâ şifa bulmamış belli bu ayrılıktan…”

Faruk Nafiz Çamlıbel de bu ayrılıktan üzüntülüdür.  İsmini Ulukışla’dan Kayseri’ye giderken mola verdiği Ulukışla'daki Öküz Mehmet Paşa Hanı (Şimdiki adı Kervansaraydır), Niğde'den sonraki Araplıbeli Hanı ve İncesu Hanı’ndan alan ‘’Han Duvarları’’ adlı kitabında bulunan 1923 tarihli “Gurbet” adlı şiirini de Şükûfe Nihal’e ithaf eder ‘’Şükûfe Nihal Hanımefendi’ye’’ diyerek:

“Kaç yıl geçecek böyle hazin, böyle habersiz,
Sen Marmara’nın göl gibi durgun bir ucunda,
Ben böyle atılmış gibi yurdun bir ucunda,
Sen benden uzak, ben sana hasret…
Sarmış beni gurbet
Sarmış beni mecnun diye zencir gibi dağlar
Bir türbe ki ruhum gelen ağlar giden ağlar.’’

Halil Soyuer, “Aşklarında Yaşayan İki Şair: Faruk Nafiz Çamlıbel - Şükûfe Nihal”. Şair Dostlarım’’ (Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004) isimli eserinde Şükûfe Nihal ile Faruk Nafiz Çamlıbel arasındaki aşkın zaman zaman gazetelerin dedikodu sayfalarına taşındığını yazar.

Faruk Nafiz Çamlıbel 1932 yılında aniden bir başkasıyla evlenir. Fâruk Nâfiz’in bu aşkı olanca coşkunluğu ile yaşarken yaptığı ani evlilik herkesi olduğu gibi Şükûfe Nihal’i de şaşırtır. Fâruk Nâfiz, 1932 senesinde kendisiyle aynı lisede görevli Biyoloji öğretmeni Azîze Hanımla evlenir. Epeydir araları açıktır, uzun zamandır konuşmuyorlardır. Fâruk Nâfiz’in kocasından ayrılarak kendisiyle evlenmesi için ısrar etmesine hep olumsuz cevap verir Şükûfe Nihal. Şükûfe Nihal, kızı Günay’ı babasız bırakmamak için Faruk Nafiz Çamlıbel’in ısrarlarına rağmen eşinden boşanıp onunla evlenmez.

Bu evlilik Şükûfe Nihal’in Faruk Nafiz Çamlıbel’e karşı duyduğu sevgiyi nefrete dönüştürür. Ancak kalbi kırılmıştır Şükûfe Nihal’in. Şükûfe Nihal’in ‘’Yıldızlar ve Gölgeler’’’de yer alan “Yavru Kuş” adlı şiirinde bu kırıklık yer alır:

“Penceremden ölen çiçeklerimin
 Renk-i yeisiyle münkesir, mağmûm 
Düşünürken elemli, pek nermin,
İnce bir sesle titredi ruhum!”

Buzlu bir dalda nazlı bir yavru
 Ağlıyor ruhunun enîniyle…
Sanki donmuş gözünde bir şule;
Küçücük kalbi bir yıkık bârû!”

‘’Su’’’daki “Ömrümce Beklediğim” adlı şiirinde ay gibi solacağını ifade eder: 

‘’Doğan, batan güneşe bir zaman esir oldum; 
Solgun aya dalarak yıllarca ben de soldum; 
Sakin bir göl başından atıldım ummanlara; 
Boş kırlardan çekildim kökü yok ormanlara… 
Ne oradaki sükûnet, ne buradaki azamet 
Kâfi geldi ruhuma; 
Beynimde hep o ateş, hep o acayip humma.’’

Şükûfe Nihal dökülen yapraklara hitaben yazdığı ‘’Hazan Rüzgârları’’ isimli şiirinde de ümidini  ve ümitsizliğini anlatır:

‘’Kollarıma düştünüz
Solgun periler gibi;
Ruhumla öpüştünüz,
Bir ümid diler gibi...’’

Fâruk Nâfiz 1954’te Cumhuriyet gazetesinde çalışan Sermet Sami Uysal’ın: “Eşinizle aşk evliliği mi yaptınız?” sualine “Hayır. Birbirimizi beğenip evlendik; duygudan çok kafa izdivacı oldu daha doğrusu.” diye cevap verir… Gençlik devrinin fırtınalı aşklarını şiirlerine döken şairin asil ruhlu Azîze Hanım’a hissettikleri belki aşktan da üstündü. Aklın ve mantığın arkadaşlığında bir beğenme ile başlayan bu evlilik aşktan da üstün bir sevgi ve dayanışmayla yıllarca sürer…

Azîze Hanım’ın bir amansız hastalıktan ani ölümü ile perişan olan Fâruk Nâfiz, Azîze’sinin arkasından o zor günlerini dile getiren bir şiir yazar ve ‘’Bunu senin bestelemeni ve ölümsüzleştirmeni istiyorum’’ diyerek yakın dostu üstad Alâeddin Yavaşça’ya verir. Bu güzel güfte Alâeddin Yavaşça tarafından hicaz makamında bestelenince gönül tellerini titreten bir şarkı oluşur:

‘’Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki, sevenler, sevilenlerden haber yok’’

Fâruk Nâfiz’le birbirlerine âşık olduklarında, Şükûfe Nihal evlidir. Bu arayış nedeniyledir ki sadece tinsel ve uzaktan uzağa nezih, ulvi bir aşkı yaşar ve romanlarında ve şiirlerinde yaşatırlar bu aşkı. Bu nedenle evli olmasına rağmen, bu ulvi tinsel aşk herkes tarafından, hatta eşi tarafından da bilinmesine rağmen hep saygıyla kabul görür…

Fâruk Nâfiz’in eşinden ayrılıp evlenmelerini hep reddeder Şükûfe Nihal. Çünkü evlenmezlerse tene değmezse o devasa sevda, aynı ulviyetini muhafaza edecektir, kirlenmeyecektir ve ölümsüz olacaktır. Bir taraftan da Şükûfe Nihal kızı Günay’ı babasız bırakmamak istemektedir. İşte bu nedenlerle reddeder Fâruk Nâfiz’i Şükûfe Nihal. Ancak bu aşk huzursuz eder Şükûfe Nihal’i…

Selim İleri, ‘’Mavi Kanatlarında Yalnız Benim Olsaydın’’ (Everest Yayınevi, 2010)  adlı romanını bu iki şairin aşkı üzerine kurar… Romanda Şükûfe Nihal’in bu huzursuzluğundan bahsedilir:

“Renksiz Istırap romanının yazarı asrî yaşayışın bize özgü uyarsızlıkları ortasında yasak bir aşkın kurbanı oluyordu. Galiba ikinci izdivacında da mutluluğa kavuşamıyor, galiba evli bir beyle, kendisi de evliyken bir gönül macerası geçiriyor. Onu artık salonlarda, edebi toplantılarda, çay saatlerinde, şiir günlerinde öyle şuh, azametli, göremiyormuşsunuz. Gitgide zayıflıyor, sözleri azalıyor, neşesi soluyor, elleri titriyor, gözleri ikide bir hep yaşarıyormuş. Girip çıktığı evlerde, katıldığı toplantılarda, bulunduğu mekânlarda durup dururken buhranlara kapılıyormuş, artık yerinde duramıyormuş, oralardan çılgıncasına fırlayıp gidiyormuş… Hem edebî toplantılar olmaksızın yaşayamıyormuş, hem de edebî toplantılara katlanamıyormuş… Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklar takmadan içiyormuş, birini yakıp, birini söndürüyormuş. Başka konular, edebi, siyasi, içtimai konular konuşulurken o sözü ille aşka, sonu meçhul aşklara getiriyormuş. Bu salonlarda yalnızca aşkın acıları, hüsranları konuşulsun istiyormuş… Kendisinden rica edildiğinde yeni şiirlerini okuyormuş ve bu yeni şiirlerin hepsi aşkı Fuzulî’ye yaraşık bir gönül küskünlüğüyle dile getiriyormuş. O artık Nedimvâri şuhlukları büsbütün unutmuş, büsbütün yalnızmış… Çünkü âşık olduğu evli bey, galiba yuvasına dönmek istiyormuş. Şükûfe Nihal Hanım hislerini gizleyemediğinden bu yasak aşk herkes tarafından konuşuluyormuş. Yasak aşk dile düşmüş. Sözler, dedikodular, kınayışlar Şükûfe Nihal Hanım’ın kulağına çalındıkça, o, hislerini, hasretlerini hiç dinginleyemiyormuş. Sevdiği adamın adını sayıklayacak kertelere geliyormuş ve onu kimse anlamıyormuş. O artık bu aşkı… aşkı kendi kendine yaşıyormuş.’’

Şükûfe Nihal’deki bu halet-i ruhiye aşkın soyluluğunu ve soysuzluğunu yansıtır. Bu haleti ruhiye Attila İlhan’ın bir şiirini anımsatır; ‘’Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur.’’

Kader midir, rastlantı mıdır bilinmez; Fâruk Nâfiz, eski aşkı Şükûfe Nihal huzur evinde öldüğü zaman o bir hanım arkadaşıyla Samsun vapuruyla çıktığı Akdeniz gezisindedir… Şiirler yazdığı kadının ölümünü duymadan o da o vapurda son nefesini verir…

Şükûfe Nihal aradığı huzuru ikinci evliliğinde de bulamaz. Şükûfe Nihal, 64 yaşındayken Ahmet Hamdi Başar ile olan ikinci evliliğini de bitirir.

Huzuevi

Şükûfe Nihal’in 1960 yılında başına talihsiz bir olay gelir… Kızından dönerken sokaktaki bir çukura düşerek kalça kemiğini kırar. Kaza sonucu birçok ameliyat geçirir, yatağa mahkûm kalır. Çok sevdiği kızı Günay’ın hayata gözlerini yumması (1969) da yaşamla ilişkisinin tamamen kopmasına neden olur…

Yurtdışında felsefe öğrenimi gördükten sonra Taksim ve Osmanbey’de İstanbul’un en tanınmış iki kitabevini açan ilk eşinden olan oğlu Necdet Sander, annesinin bu durumuna çok üzülür ve onu böyle görmemek için ‘’yüreğim dayanamıyor’’ diyerek yanına uğramaz, annesiyle alâkasını keser.

Hayatın zorlaşması sonucu yakın arkadaşları Hasene Ilgaz (Bir zamanlar CHP Çorum Milletvekili) ve İffet Halim Oruz’un açtıkları Bakırköy’deki huzurevine yerleşir. Kız kardeşleri Bedai Taş ve Muhsine Akkaş da artık yaşlanmışlardı, sık gelemezler huzurevine. Yalnızlığı ve hüznü olanca şiddetiyle yaşadığı ve belki de geçmişin muhasebesini yaptığı son durağıdır huzur evi…

Huzur evinin o kasvetli havasında her vesile ile kendisi için intihar eden o genç adamın bahsini açar, yazdığı şiirleri okur, yenilerini yazar… Âdile Ayda bu şiirleri ‘’Türk edebiyatı ölçüsünde değil, dünya edebiyatı ölçüsünde, bir ölmüş sevgili için yazılan en orijinal, en güzel mısralardır’’ diye tanımlar…

‘’Nerdesin? Toprakta mı, havada mı suda mı?
Nasıl buldun bu vahşi gecelerde odamı?
Hasretim şefkat, şiir, aşk dolu ellerine…
Gelsen de boş gönlüme bir hayat gibi dolsan.
Sen uyansan, ben yatsam biraz senin yerine…’’

Yaşamı boyunca hep mükemmel aşkı arayan, aşkta da tensel değil, tinsel aşkı arayan Şükûfe Nihal’in ‘Bir Şey Unuttum’’ isimli şiirindeki şu dizeleri sanki huzur evindeki hesaplaşmasını anlatır:

‘’Yalnız,
Gönlümde bir acı var, adını bulamadım;
Kırık gibi kanadım!
Bir şey mi kaybettim, ne? Ellerim bomboş gibi.. .
Bir yakuttan kadeh ki varlık çatlamış gibi...

Ses mi, çiçek mi desem;

Işık mı, renk mi desem;
Sanki, geçtiğim yolda bir şey unuttum!... ‘’

Huzur evinde bütün ilişkileriyle hesaplaşır. Evlilikleriyle, kendine âşık olan herkesle iç hesaplaşması yapar. Bunlar arasında Nazım Hikmet, Fâruk Nâfiz ve Ahmet Kutsi Tecer de vardır... Bir tek, aşkı uğruna ölümü seçen ve yakın dostlarına, "Tek aşkım odur. Beni tek seven de odur. Nasıl ziyan ettim bu büyük aşkı" diye dert yandığı Osman Fahri'yle hesaplaşamaz… Son nefesini verdiği 24 Eylül 1973 yılına kadar onu düşünür. Son nefesine kadar Osman Fahri’yi hayalinde yaşatır ve ona duyduğu aşkla hayata veda eder.

‘’Şükûfe’’ Farsça kökenli bir isimdi, ‘’açmamış çiçek, tomurcuk’’ anlamına gelirdi...  Şükûfe Nihal adı gibi açmadan solan bir çiçek olarak bu dünyadan göçüp gider…

Selim İleri’nin ‘’Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın” (Everest Yay. 2010) adlı kitabının sonlarına doğru “Uzlet” başlığıyla yer alan bölümde Şükûfe Nihal’in huzur evindeki son günleri anlatılır.

Kitapta bir yakınını huzurevinde ziyaret eden anlatıcı şu şekilde anlatır Şükûfe Nihal’i:

“ ….. o kadar mahzun, yalnız, içli, o kadar ‘mükedder’miş ki, yarı ’mefluç’ olmasa bile aşağıya, oturma odasına, öteki yaşlıların yanına ineceği yokmuş. Adı Şükûfe Nihal olan bu hanım kendi ‘mehpes’inde hala şiirler yazıyormuş, içe kapanıyormuş, ayrılırken bu dünyaya dargın, küskün ayrılıyormuş. (Mehpes: Hapishane. Mükedder: Kederli, üzgün. Mefluç: Felçli )

Huzurevinde bir iki kez ziyaret ettiğimiz gözleri sürmeli Bedia Hanım, ille Şükûfe Nihal Hanımın odasına da uğramamızı isterdi. Yatağında yarı doğrulmuş, daima eski şiirlerini okurken ya da yeni şiirler yazmak isterken bulurduk onu. Daima diyorum ama, Şükûfe Nihal Hanımı en çok gördüğüm gün beş on dakikadan öteye geçmez…

Gözleri sürmeli Bedia Hanım bir edebiyat aşığı olduğumu söyleyince, Şükûfe Nihal, ‘Size bir şiir okumamı ister misiniz çocuğum?’ diye sormuştu. Arkadaşının elini bırakıp gittiğini söylediği bu şiiri dudağımı ısırarak dinlemiştim. Sonra bir seçki de rastlayınca ağlamaktan kendimi alamadım:

Son Hatıra

Adını ellerimle çizdim altın kumlara
Küçülen gözlerimde kurudu son damla yaş
Kumsal, deniz, sal, rüzgâr senden en son hatıra,
Solan ruhumdan sana bembeyaz bir soğuk taş!..

İşte, rüzgâr esiyor, dalgalar coştu yine;
Kumlara işlediğim hayalin da kayboldu…
Hicranınla yanarken ben derinden derine,
Karşında, solan yüzüm gibi, güneş de soldu…

Dalgalar, sürükleyin beni de enginlere,
Kumların arasında ben de bir parça taşım!...
‘Ayrılmayız, beraber dalarız derinlere’
Derken, bıraktı gitti elimi arkadaşım…

Şükûfe Nihal Hanım şiirini bitirince ‘Uzlet köşesindeki şu ihtiyar kadını, sizin için okuduğu şiiri hepten unutmanızı temenni ediyorum’ demiş, hayatımda ‘uzlet’ sözcüğüne bir yer açmıştı.”

(Uzlet: Tasavvuf yolcularının kutlu manalar yüklediği yalnızlığın adıdır, ayrılmak, bir köşeye çekilmek anlamına gelir..)

Vefa

Artık ne o aşklar kaldı, ne de o Şükûfe Nihal, ne de Osman Fahri… Hepsini unuttuk…

Soner Yalçın ‘'Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor’' (Doğan Kitapçılık, 2009) isimli kitabında Şükûfe Nihal'den bahseder.

Soner Yalçın kitabında Şükûfe Nihal için adı okullara verilmiş diye yazsa da, adını sadece Ankara Yenimahalle Şentepe’deki bir okul taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal İlköğretim Okulu’’ İstanbul Bahçelievler’de de bir sokak adını taşımaktadır; ‘’Şükûfe Nihal Sokağı’’

Yine Soner Yalçın, Şükûfe Nihal’in Rumeli Hisarı Aşiyan Mezarlığı’ndaki mezarı için iç acıtacak kadar bakımsız diye yazsa da, mezarı o iç acıtan bakımsızlığından o kadar harap haldedir, ismi bile yazılı değildir. Mezar kayıtlarında dahi ismi yoktur. Gittiğinizde bulamazsınız.

Unuttuğumuz sadece Şükûfe Nihal değildi… Unuttuğumuz sadece ‘’uzlet’’, ‘’mefluç’’, ‘’mehbes’’ de değildi… Bir toplum ‘’vefa’’yı unutmuştu ‘’vefa’’yı... Bu ülkenin böyle bir şairine, yazarına, vatanperverine sahip çıkacak, doğru dürüst bir mezarını yaptıracak hiç mi bir kuruluşu yoktur? Bu ülkede bakanlıklar, belediyeler, edebiyatçı dernekleri, sanatsever işadamları, büyük büyük holdingler, kuruluşlar ne iş yaparlar?

Pek bilinmez, dile getirilmez ama; İstanbul’un Sultanahmet meydanında Halide Edip Adıvar mandacılığı savunurken, İstanbul’un Fatih semtinde ise, Şükûfe Nihal on binlerce vatansevere ülkemizde ilk kez, “Bizim en büyük düşmanlarımız emperyalizmdir, ABD emperyalizmidir. İngiliz emperyalizmidir. Tüm dünya emperyalistleridir” diye haykırır…

Şükûfe Nihal, Türk edebiyatının en unutulan bir değeridir. Ülkemizde Şükûfe Nihal’i en iyi anlatan ve onun biyografisini yazan araştırmacı,  daha önce bahsettiğim gibi halen Erciyes Üniversitsi öğretim üyesi Prof. Dr. Hülya Argunşah’tır. O’nun doktora tezi Şükûfe Nihal üzerinedir:  ‘’Bir Cumhuriyet Kadını: Şükûfe Nihal ’’, (Akcağ Yay., Ankara, 2002)

Bu eserin son sözünün son paragrafını şu şekilde yazar Hülya Argunşah: "Şükûfe Nihal yetmiş yedi yıl süren ömründe sanat ve kültür hayatımıza birçok katkılarda bulunmuştur. Ancak yaşadığı talihsiz hayat ve içli mizacı onu daha ziyade ferdi sızlanışların yazarı yapmıştır. O, birçok edebiyat tarihinde Cumhuriyet yıllarının idealist tiplerini örnekleyen idealist bir kadın yazar olarak kaydedilmiştir. Fakat edebiyat tarihi onu büyük bir umursamazlıkla daha ölmeden tozlu sayfalarına gömmüş ve unutturmuştur. Eğer şairler ve yazarlar Türkçenin ses mimarları ise, Şükûfe Nihal’ın yeniden okunması ve düşünülmesi gerekir. Bu onun yeniden dirilişi olacaktır. Yaşarken ne yazık ki anlaşılamamış olan bu Türk kadın yazarı, etrafındaki dedikoduların korkunçluğu ile kaçtığı, sonra da öldüğü köşesinden çıkarılmayı beklemektedir. Bu ona göstermek zorunda olduğumuz bir vefa borcudur. Türk kadın hareketlerindeki çalışmaları ve Türk edebiyatındaki eserleriyle o, bu manevi dirilişi çoktan hak etmiştir. Bugün harap halde bulunan ve ismi bile yazılı olmayan mezarına ancak bu yolla bir ışık yakılabilecektir."

Aşkı bilen, tadan ve düşünen herkese olduğu gibi bu duygu yüklü şair Şükûfe Nihal'e de büyük saygı duyuyorum, unutulmasın istiyorum.

Çiçero derdi zaten; ‘’ölmüşleri yaşatan, yaşayanların bellekleridir.’’

Ve yazımı Şükûfe Nihal’in bir şiiriyle sonlandırmak istiyorum: ‘’Su’’

‘’Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlayan o su... 
Sesini en tatlı yerinde kesti 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su. 

O su, bir sır gibi mırıldanırdı; 
Göğsünde bir sarı ay yıkanırdı; 
Bizi Leyla ile Mecnun sanırdı 
Gamlı yolumuzda ağlayan o su... 

Sessiz ruhumuzu o bestelerdi, 
Bize "Unutalım dünyayı" derdi... 
Bir aldı sonunda verdi bin derdi, 
Bizi bizden fazla anlayan o su. 

Şimdi ne akşam var, ne ses ne dere; 
Yolumuz ayrıldı başka ellere; 
Benzetti bizi bir kırık mermere 
Ruha zehir gibi damlayan o su. 

Kalbinden kalbime akan bir sesti 
Akşam gölgesinde çağlıyan o su; 
Sesini en tatlı yerinde kesti, 
Bizi sonsuzluğa bağlayan o su... 

Osman AYDOĞAN


Yorumlar - Yorum Yaz