• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam755
Toplam Ziyaret2909273

Celâlâbâd’a çığlık çığlığa bir bahar daha geldi


Celâlâbâd’a çığlık çığlığa bir bahar daha geldi…

12 Mayıs 2007

Celâlâbad’da, kış sonundan beri her gün güneş, bazen görünmedi bulutların arasından ama hep harikulade farklı bir manzarada doğdu, hep harikulade farklı bir manzarada battı ve bu arada güneşin ışıkları bulutların arasından harikulade bir süzmeyle indi aşağılara, dağlara, tepelere, vadilere, ovalara, sırtlara, yamaçlara...

Sabah, seher vakti, ismini, cismini bilmediğim, daha önce seslerini hiç duymadığım kuşların sesleri çınladı hep tepeler, ağaçlar, çalılar, tümsekler, sırtlar ve vadiler arasından... Bu sesleri de huşu içerisinde dinledim... Bu manzaraları da bir coşku ile seyrettim...  Yerdeki bitkilerin, otların, çiçeklerin, yeşilliklerin canlanışını gün be gün, an be an izledim...

Nasıl çığlık çığlığa canlandı o bitkiler, nasıl usul usul, nasıl yavaş yavaş, ama nasıl aynı anda birden bire yeşillendi o bozkır renkli vadiler, tepeler, sırtlar, ovalar… Nasıl oldu da o karların altından bu yeşil vadi çıktı karşıma... Yeşil diyorum ama bu yeşili de tarif etmem bir imkânsız; taze yeşil mi desem, açık yeşil mi desem, bir yeşil renk ama nasıl bir yeşil renk anlatamam... Yürürken özellikle bir otu bile çiğnememeye dikkat ediyorum, bir Çin atasözü hep aklımda çünkü: ''Eğer bir otu yolarsanız tüm evreni sarsarsınız...''


Derunte’de  ve Behsut’taki karlar kalkmış her taraf bir baştan bir başa yemyeşil olmuştu…Uçsuz bucaksız, sarı, sapsarı, turuncu, kırmızı, pembe cıvıl cıvıl bir renk çümbüşü sarmıştı her yeri…Behsut’ta Boz Kaşi oyunları da yine başlamıştı… Gerçi bir kısım yollar henüz açılmamıştı… Kapisa ve Vardak bölgelerine ve Güneydeki Paktia, Kandahar, Zabul giden yollar yeni açılmıştı… Henüz ne Batıdaki Bamiyan’a, Herat’a gidebiliyordu, ne de Doğudaki Nurestan’a, Kunar’a kardan rahat rahat gidebiliyordu…Kuzeydeki Belh, Bağlan, Faryap bölgelerinden doğru dürüst haber bile gelmiyordu…Aslında henüz tam anlamıyla bahar henüz gelmemişti…

Hâkim bir tepeden etraftaki yeşilin elvan türlüsüyle bezenmiş o harikulade manzarayı gözetlerken, bazen havada uçan kuşlar takılır gözlerime... Her şeyi bırakır o kuşlarla uçmaya çalıştım... Hep süzülürlerdi kuşlar havada hiç kanat çırpmadan… Ben çırpardım kanatlarımı hiç uçmadan...

Bu harikulade, bu tarifi bir imkânsız manzarayı gözlemlerken, seyrederken hep Kuantum teorisinin ''gözlemleyenle gözlemlenenin bir olduğu, ayrılmaz olduğu'' ana fikri gelir aklıma... Ve ben kanat çırpa çırpa erir, bu dağlara, ovalara, tepelere, vadilere, sırtlara, ağaçlara, yamaçlara, karlara, kuşlara, otlara ve bitkilere karışır ve onların arasında bir zerre misali yok olur giderim… Vücudum burada da kendim yok olurdum…

Asaf Hâled'in ''Cüneyt'' şiirinde olduğu gibi; ''Bana bakanlar gövdemi görürler, ben başka yerdeyim''... Hep süzülürlerdi kuşlar havada hiç kanat çırpmadan... Ben çırpardım kanatlarımı hiç uçmadan…

Hindukuş Dağları ile özleştim, dağ oldum, vadi oldum, oradaki bitki oldum, çayır, çemen oldum... Bu dağlarda akarsu oldum, aktım... Bu dağlarda çiçek oldum açtım…

Bu dağlarda rüzgâr oldum, estim… Bu dağlarda kar oldum, yağdım, güneş vurdu eridim... Ben bu dağların, bu coğrafyanın bir parçası oldum... Asaf Hâled’in ‘’Dağların Delisi’’ isimli şiirindeki bir dize gibi: ‘’Benim gönlüm dağa düştü.’’ Aynı böyle olmuştu, burada benim gönlüm dağa düşmüştü…

***

Yine Şehriyar’ı anımsadım…. Şehriyar’la beraber dağlar neler öğretmişti bana neler;

Kendimi dünyadan ayrı değil, dünya ile bağlantılı olduğumu, onun, hatta o muazzam evrenin bir parçası olduğumu öğretti bana... Evrendeki her şeyin organik bir bütün olduğunu öğretti bana… Bu düşünce bana büyük bir haz verir; bu muazzam evrenin bir parçası olduğum duygusu... Bu duyguyu en iyi Jostein Gaarden'in ''Sophi'nin Dünyası'' isimli kitabı çok güzel anlatırdı; ‘’Bizler yıldız tozuyuz’’ diye... Problemlerimi dışarıdan bir başkasının veya bir başka şeyin yol açmadığını, kendi eylemlerimin kendi problemlerimi nasıl yarattığını öğretti bana... Yaklaşmadığım her şeyin benden bir nasıl uzaklaştığını öğretti bana… Nerede ve kiminle olduğumun önemli olmadığını, ''nasıl'' olduğumun, kendimi ''nasıl hissettiğimin'' önemli olduğunu öğretti bana. Bu dünyada iyi olmanın herkesin iyiliğini istemekle mümkün olduğunu öğretti bana… Sevmenin ve tutkuyla bağlanmanın, bu dünyada insanı mutlu eden yegâne erdem ve sevecenliğin Tanrı’nın insandaki gölgesi olduğunu öğretti bana… Hayatta haklı olmanın değil, haklı kalabilmenin önemli olduğunu öğretti bana… Yanlışa yanlışla cevap vermenin daha büyük yanlış olduğunu öğretti bana… Yaşamımızdaki en zarif güzelliklerin görülmeyen ve duyulmayanlar olduğunu, fırtınaların çiçekleri mahvedebildiğini, fakat tohumlara zarar veremediğini öğretti bana… Bu dağlar hayata nasıl bir inatla ve azimle tutunmam gerektiğini öğretti bana...

Stoacı Epiktetos’i daha önce bilirdim ama fikirlerini tekrar tekrar Socrates’e atfederek amacımızın kendi hayatlarımızın efendisi olmak olduğunu savunan Epiktetos’un yirmi asır önceki şu sözünü burada dağlar ve bana anlata anlata Şehriyar zihnime kazıdı adeta: "Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. Ektiğini biçer. Bunu bilen adam kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşmaz. Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir."

Fethiye yöresindeki antik Likya kenti Ksantos’ta bulunan bir tapınaktaki yazıtın son cümlesinde ‘’Bu dünyadaki bırakacağın en büyük miras, dürüstlüktür’’ ibaresinde yazıldığı gibi bu dünyada bırakabileceğim en büyük mirasın dürüstlük olduğunu öğretti bana dağlar… Şehriyar hep söylerdi zaten; ‘’Dürüstlük sadakatten daha yüksek bir değerdir.’’

Şehriyar ve dağlar, daha neler öğretti bana neler… Aslında yaşadığım her zorluğun ve kendime düşman bildiğin her şeyin, gerçekte bana benim en yakın müttefikim ve yeri doldurulamaz bütünlüğümün bir parçası olduğunu öğretti bana… Ve en çok da, insanın her koşulda yaşayıp çalışabileceğini, kendi karakteriyle yaşam çizgisini çizebileceğini öğretti bana…

Immanuel Kant ‘’Ethica’’ isimli eserinde ‘’mutluluğun yetinmekten mi yoksa kazanmaktan mı ileri geldiğini hâlâ tartışanlar vardır’’ diye yazmaktadır. Kant’a göre ‘’parası olmayan, ama bu parayla elde edebileceği şeylere de ihtiyaç duymayan bir kimse, çok parası olan, ama çok şeye ihtiyaç duyan bir kişiden görünüşe göre daha mutludur.’’ Burada Şehriyar ve bu dağlar, kazanmayı değil, yetinmeyi öğretti bana…

Kant yine aynı eserinde ‘’dünyada hiçbir şey başkalarının hakkından daha kutsal değildir’’ der. Dünyada hiçbir şeyin başkalarının hakkından daha kutsal olmadığını Kant’tan okumuştum ama bunu burada Şehriyar ve dağlar öğretti bana… Sokrates’in söylediği gibi ‘’haksızlık yapmanın haksızlığa uğramaktan daha acı olduğunu’’ öğretti bana…

Freud’un öğrencisi Viktor E. Frankl’in ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ isimli kitabında iddia ederdi; ‘’acı çeken kişinin, acı çekişinin nedeni kişinin varoluşunda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başaramayışına bağlıdır.’’ Burada Şehriyar ve dağlar varoluşumda bir anlam ve sorumluluk duygusu bulmayı başarmayı öğretti bana…

Bir insanın yüreğindeki merhametin, ibadethanenin bir köşesinde gizlenmiş bir erdemden daha hayırlı olduğunu öğretti bana… Düşmüşün, caninin ve yoksulun kulağına söylenen rahatlatıcı bir sözün ibadethanede verilen vaazdan daha değerli olduğunu öğretti bana… Halil Cibran’ın ‘’Kum ve Köpük’’ kitabındaki gibi; ‘’Ey Tanrı, tavşanı benim avım yapmadan önce beni aslanın avı yap’’ duasının ne anlama geldiğini öğretti bana…

Budha, ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemezmiş… Böyle bir soruyla karşılaşıldığında ya susar, ya da şöyle dermiş: ‘’Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu posunu, oku atmaktaki amacını falan mı araştırmaya kalkardınız?’’ Budha’nın bu yanıtı gibi, insana asıl zarar verenin, zehirli yılanın sokması olmadığını, zehri kalbe taşıyanın o yılanın peşine düşmek olduğunu öğretti bana dağlar… Istırabın, o şeyin kendisinde değil, bizim onun hakkındaki değerlendirmemize bağlı olduğunu öğretti bana dağlar…

Pisagor’un söylediği gibi ‘’en eski ve en kısa kelimeler olan ‘evet’ ve ‘hayır’ konuşurken en çok düşünülerek kullanılması gereken kelimeler olduğu’’nu öğretti bana…

***

Çok sevdiğim bir Azeri türküsü vardı; ''Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık...'' diye… Buradaki tek sıkıntım hayattaki tek varlığım ailemden, yeryüzünde her şeyden çok sevdiğim eşimden, çocuklarımdan ayrı olmam... İki kızım, henüz ufacık, küçücük, minicik, kokuları her an burnumda tüten iki kızım… Görmeyeli onları uzuuuuuuuuuuuuuuun bir süre oldu... ''Ayrılık, ayrılık… Yaman ayrılık...'''

Zaman, mekân ve bilinç arasında doğrusal bir bağlantı olduğuna ben de inanırım ve zaman zaman da yaşarım... Anlatılası, izahı, mantığı oldukça güç, diyalektik düşünürüm, ama bu metafizik bir duygu; Aynı mekânda belirli bir bilinç seviyesine ulaştığımda zaman boyutu kaybolur, aynı zamanda belirli bir bilinç seviyesine ulaştığımda da mekân boyutu kaybolur... Sanki zaman ve mekân sınırlaması olmayan gaybdaymışım gibi gelir bana… Çok sık yaşarım ben bunu, bu duyguyu... Gerçek dünya ile gerçek dışı dünya arasında, bir '' hâyâl'' dünyası ile bir ''gerçek'' dünya arasında, ‘’bilinç’’ ile ‘’bilinç dışı’’ arasında gider gider gelirim...  Asaf Hâled'in ''Mâra'' isimli şiirinin son kısmında olduğu gibi; ''Ne uykudayız ne uyanık'' Ne uykuda olurum, ne de uyanık...

Şiirde olduğu gibi ne uykuda ne de uyanık olduğum zamanlarda, eşime, çocuklarıma olan özlemim doruğa ulaştığında, bilincim yoğunlaştığında, bana uzaklıklar kaybolur, mekân kavramı yok olur, eşimin yanına gider, eşim, kızlarım uykudayken, görüntülerini doyasıya gözlerime dolunca kadar karanlıkta yüzünü seyrederim… Yine de eşime, kızlarıma bakmaya doyamadan, bir öpücük kondurup yanaklarına, saçlarını usulca okşayarak ayrılırım yanlarından…

İşte o zaman 1942 yılında beş arkadaşıyla birlikte kurşuna dizilen, kurşuna dizilmeden iki saat önce ‘’Veda’’ adıyla ‘‘Karıma’’ isimli şiiri yazan Nikola Vaptsarov’un şiiri gelir aklıma;

‘’Rüyalarında geleceğim bazen
beklenmedik bir konuk gibi uzaktan.
Sokakta bırakma beni
kapıyı sürgüleme üstümden.

Usulca gireceğim.
Oturacağım ses çıkarmadan,
gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta.
Sana bakmaya doyunca,
bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim.’’

İşte o anlar, özlemimin doruğunda olduğumda, bilincimin yoğunlaştığında, bilinç ile bilinç dışı arasında kaldığımda; ertesi günü eşim telefonda; gece rüyasında iş elbisemle, kaskımla gelip, gece uykusunda, yanı başına oturduğumu, yanağına bir öpücük kondurduğumu ve saçlarını usul usul okşadığımı söyler…

Zaman zaman da, ne uykuda ne de uyanık olduğum zamanlarda eşim bana gelir, kızlarım yanı başımda durur, ellerini tutarım ellerini… '’Ayrılık, ayrılık… Yaman ayrılık...’'

Eşime özlem duygularım, asıl adı İbrahim Abdülkadir Meriçboyu olan A. Kadir’in o çok sevdiğim dizlerini aklıma getirirdi… Şöyleydi dizeleri A. Kadir’in;

‘’Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.’’

Öyleydi; beni burada bir dağ başında yapayalnız koymuşlardı, rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın, eşimden ayrı, kızlarımın kokusundan uzak…

Bu zamanlarda Şehriyar’ın şu sözünü hep kendime tekrarlardım: ‘’Büyük bir adamın iki yüreği vardır; birisi kanar ve diğeri sabreder.’’ Burada bir yüreğim hep kanarken, diğeri de hep sabrediyordu…

Nazim Hikmet’in bir şiirindeki iki dizesi geldi aklıma;

‘’Kim bilir, belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
Uzaktan seyretmeseydik ruhunu birbirimizin.’’

Uzaktan ruhunu seyrederek daha çok sevmekteydim eşimi, kızlarımı ve bu uzaklıkta, burada anladım ki; bir kimse uzaklarda olmadıkça, gerçekten yakında olamazmış…

Eşime duyduğum bu büyük özlem, bu büyük hüzün, bu düşler, bu uzaklık bana yine 1933'te Nobel Edebiyat Ödülünü alan ilk Rus yazar ve şair olan Iwan Alexejewitsch Bunin’in dizelerini anımsattı… Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle ‘’Senin bir ceylan gibi o mahzun bakışını’’ isimli şiirinde şöyle derdi Ivan Bunin;

‘‘Senin bir ceylan gibi o mahzun bakışını
Ve ne varsa, öylesine yürekten sevdiğim o bakışta
Unutmadım, üst üste yığılan hüzünlü yıllarda
Fakat görüntün, zihnimde gitgide dumanlandı

Gün gelir, yürekte hüzün de söner artık
Ne mutluluğun, ne acıların olduğu bir yerde
Düşler de, anımsayışlar da silinir gitgide
Kalır sadece, her şeyi bağışlatan bir uzaklık...’’

Bu zamanlarda şiirde olduğu gibi düşler de anımsayışlar da silinip gitmekteydi…

Yine böyle zamanlarda Tanrı’ya nasıl dua edeceğimi de bana Şehriyar öğretmişti...

‘’Tanrı, bizlerin dudaklarına kendi yerleştirdiği sözcüklerle kendisine yapacağımız duaları dinlemez’’ derdi Şehriyar. Ve şöyle dua ederdi Şehriyar: ‘‘Tanrı’m, senden hiçbir şey dileyemeyiz, çünkü sen, neleri gereksindiğimizi onlar daha içimizde doğmadan bilmektesin. Bize gereken yalnız sensin.’’ Şehriyar’ı tanıyalı beri hep dualarım da böyle oldu; ‘’Tanrı’m, bana gereken yalnız sensin.’’ Yunus Emre de böyle dua etmez miydi zaten; ‘’Bana seni gerek seni’’…

Klasik Alman şiirinin en büyük temsilcisi Johann Christian Friedrich Hölderlin’i de bana Şehriyar tanıtmıştı. Hölderlin Tanrı için şöyle der demişti Şehriyar; ‘’ölümsüz doğadaki bütün varlıklar, ölümlülerce bilinmedikçe, yeryüzüne özgü sevgiyle sevilmedikçe, anlamsız kalırlar…İnsanın nasıl yıkılıp gitmemek için Tanrısal olana ihtiyacı varsa, Tanrı’sal olan da gerçeklik kazanmak için insana ihtiyaç duyar. Bu yüzden de iktidarının tanıklarını, yani onu şarkılarıyla övecek dudakları ve Tanrı düzeyine yükseltecek olan şairi yaratır… Yukarıda, cennetin kutsanmış ışıkları içerisinde dolanıp duran Tanrılar da mutlu değillerdir, çünkü hissedilmedikleri sürece onlar da kendilerini hissedemezler…’’

Bir dizesini söylemişti Şehriyar Hölderlin’in; ‘’Nasıl defne yapraklarından taçlara muhtaç iseler kahramanlar, kutsal varlıklar da ölümsüzlükleri için hisseden insanların yüreklerine muhtaçtır.’’

Bu konuda Şehriyar, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmi de Hölderlin ile aynı şeyi söyler diyerek Mevlâna’nın Mesnevisinde geçen bir hikâyeyi anlatmıştı:

Bir gün Musa Peygamber, kırda bir çobana rastlar… Çoban, bir çoban saflığı ile inandığı Allah'a şöyle yalvarıyordu; ‘’Ey Allah'ım neredesin? Sana hizmet edeyim. Sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçlarını tarayayım. Giyeceklerini yıkayayım. Yüce Allah'ım, sana süt getireyim, elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uykun gelince yatağını yapayım. Bütün keçilerim sana feda olsun! Bütün bu hey-heylerim senin içindir Allah'ım!’’ Musa peygamber çobanı azarladı. ‘’Allah'a böyle tapılmaz. Dikkat et! Çoban, kâfir oluyorsun!’’ dedi. Çoban bu sözlerden öyle müteessir oldu ki... Yanık yanık bir ah çekti, acısından dövünerek çöle doğru kaçtı gitti. Fakat o anda Allah'tan Musa Peygamber'e vahiy geldi. Allah, peygamberine şöyle diyordu: ‘‘Ey Musa! Bir kulumuzu bizden ayırdın!.. Sen onları bize yaklaştırmak için gelmişken bizden ayırdın!.. Sözün ve söyleyişin değeri yoktur: Sen gönüldeki aşk ateşine bak!’’

Mevlâna’nın bu hikâyesini anlattıktan sonra derdi ki Şehriyar; ‘’Allah’ı yeryüzüne özgü sevgiyle sevdiğinde ve O’nu yüreğinde hissettiğinde, işte ancak o zaman bütünlüğe ulaşır insan…’’

Burada bir şaşkınlığımı da ifade etmek istiyorum. Mevlâna’nın ve Şems’in burada Kâbil’de ve Celâlâbâd’da ne kadar çok tanındığını ve sevildiği hiç tahmin etmezdim. Hemen herkes tanırdı Mevlâna ve Şems’i burada…Hemen herkes severdi Mevlâna ve Şems’i burada…

***

Yine bir gün Hindukuş dağlarına bakan bir tepe üzerindeydim… Gökyüzü, yeryüzü, ova yüzü, bayır yüzü, dağ yüzü her yer kül rengi bulutlarla kaplanmıştı... Doğudan bulutlar arasında sanki nurdan bir pencere açılmış, oradan da hâlâ karlı yüksekliklere güneş ışıkları saçılmıştı; epil epil, pırıl pırıl, ışıl ışıl, parlak parlak, sağanak sağanak...Doğanın, karların, dağların, ışıkların, vadilerin, yamaçların, parlaklığın ve bulutların o coşkusunu nasıl hissettim içimde nasıl, nasıl, nasıl???  Bildiğim en hareketli müziklerin ritmi bile sönük kaldı o coşku karşısında... Antonio Banderas’ın başrol oynadığı ‘’Desperado’’ isimli filmin çok hareketli müziğini hatırladım, bu müziğin bile ritmi sönük kaldı o coşku karşısında… İşte o an tükendim, eridim, bittim, yok oldum, dağa, taşa, toprağa, bulutlara karıştım... O anı yaşadım…  O an yine, ''gözlemleyenle gözlemlenenin birliğinden bütünlüğünden'' bahseden Kuantum teorisinin ana fikrini hatırladım... O an Michel Foucault’un ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ (Les Mots es les choses) isimli kitabındaki ‘‘bakanın bakılan olduğu’’ tespiti gibi baktığım her ne varsa ben oldum, onlarla bir oldum, oralarda kendimi gördüm… Her şeyle bir oldum, birleştim, tek oldum, bir bütün oldum…

Roma imparatoru Marcus Aurelius’u anımsadım… Marcus Aurelius ‘’Kendime Düşünceler’’de geçen şu sözlerini anımsadım:

‘’Şu birkaç gerçek dışında her şeyi boş ver: Yalnızca bulunduğumuz anda, şu kısacık zaman diliminde yaşayabiliriz; yaşamımızın geri kalan kısmı ya sona ermiş ve çoktan toprağa gömülmüştür ya da henüz bir belirsizlik perdesi arkasında gizlidir. Sürdüğümüz yaşam kısa, yeryüzündeki köşemiz ise küçüktür.’’

‘’Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; yitirilen, bir andan başka bir şey değildir… İnsan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği yegâne şeydir. Çünkü sahip olduğu biricik şeydir...’'

Ve derdi ki Marcus Aurelius; ‘'Evrenin varlığını bilmeyen, kendisinin de nerede olduğunu bilmez…'’

Burada, Şehriyar sayesinde bu dağlarda öğrendim ki; gerçekten de insanın sahip olduğu tek şey yaşadığı şimdiki anıydı, şimdiki zamanıydı… Kaybedildiğinde geri gelmeyecek olan şey de şimdiki zamandı…

***

Margaret Mitchell’in 1937 yılı Pulitzer ödüllü ‘’Rüzgâr Gibi geçti’’ (Gone with the Wind) romanındaki Scarlett O’Hara adlı kadının Amerikan İç Savaşı yıllarında savaş öncesi ve sonrası yaşadıklarını hatırladım. Romandan aydı adla yapılan filmi de seyretmiştim. Etkisinde kaldığım, beğendiğim bir filmdi… Filmde Scarlett O’Hara’yı canlandıran sinema sanatçısı Vivien Leigh’a da hayran olmuştum. Vivien Leigh, Scarlett O’Hara’nın savaş öncesi ve sonrası değişimini o kadar güzel karakterize etmişti ki… Şimdi ise ben burada sanki Scarlett O’Hara’yım…

Filmde sık sık yer verilen gün batımı sahnelerinin gerçeğini ve daha harikuladesini burada zaten canlı canlı yaşamaktayım… Scarlett O’Hara’nın değişimini de bizzat ben burada yaşadım: Buraya Kâbil’e birinci gelişim bana erken bir olgunluk, bu ikinci gelişim ise kimseciklerin fark etmediği bir bilgelik vermişti bana…

Özdemir Asaf’ın ‘’Görünüş ve Zaman’’ isimli bir şiiri vardı. Şöyle derdi Özdemir Asaf şiirinde:

‘’Çocukluğumda her şey büyük görünüyordu
Gençliğimde her şey önemli görünüyordu.
Sonra çok şey büyüklüğünü ve önemini yitirdi.
Sonra daha da yitirdi.
Çocukluğumdan da gençliğimden de çok çok az şey kaldı.
Şimdi yaşlıyım sayılır.
Çok şey gülünç görünüyor.’’

Şehriyar ve bu dağlar çok şeyin ne kadar gülünç olduğunu öğretti bana… Şimdi çok şey gülünç görünüyor…

İşte onun için buraları çok sevdim, ikidir geldim, kendimi bu dağlara teslim ettim… Buradaki bütün dağlar, bu muhteşem, bu heybetli Hindukuş Dağları, bu dağlar, bu dağlar benim işte… Hani avcının av olması gibi; gözlemleyendim o dağlarda, gözlemlendim... ''Tek''dim buralarda… O dağlarla ''bir'' oldum, ''bütün'' oldum, birleştim...  Bunlar içindir ki, Asaf Hâled’in şiiri gibi; ‘‘benim gönlüm dağa düştü’’…

***

Birden Kâbil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde geçen günlerimi hatırladım… Hastanenin gündüzleri bir başka geceleri bin başka zor geçerdi bana… Hastanede vakit geçmezdi uyumadığım zamanlar. Zaman dururdu sanki saatlerin ne akrebi ne de yelkovanı kıpırdardı. Nâzım Hikmet; ‘’… Hapiste en insafsız gardiyan – zaman’’ diyordu bir dizesinde… Nâzım’ın söylediği gibi burada hastanede de en insafsız hemşire zamandı… Zaman bir türlü de bin türlü de geçmezdi… Hastanede konuşacağım hiç kimse yoktu… Celâlâbâd’daki şantiyeden gelen arkadaşlarım da hemen ayrılmışlardı, doktorlar hep yanı başımda değillerdi, zaten çoğu da İngilizce bilmiyorlardı, Almanca bilen de yoktu, Arapça da bilmiyorlardı, Türkçe bilen ise hiç yoktu, hemşirelerden de çat pat İngilizce bilen birkaç kişi vardı… Birisiyle konuşma ihtiyacı zamanla öylesine arttı ki, ciğerlerimdeki havaya nasıl muhtaçsam, konuşmaya da o kadar muhtaç olduğumu anladım… Geceleri kâbustan, gündüzleri kimsesizlikten zaman geçmezdi…

Bu yalnız günlerimde Gabriel Marcel’i daha iyi anlamıştım… Gabriel Marcel’e göre ‘’insan için var olmak, başka bir insana seslenmek’’ demekti… Marcel’e göre İnsan "seslenen bir varlık" olarak görünür; varoluş (existence) başkalarına yöneliştir insan için.  Ben varım demek, bana yabancı bir varlıkla aramda bağ kurmadıkça ben ne kendimi ne de başkasını bilip kavrarım demektir. Hastalığım neyse de ‘’ben varım’’ diyememek ne kadar zormuş, bunu burada daha iyi anlamıştım…

Buradaki yalnızlığım aklıma gelince Şehriyar’ı anımsamıştım yine… Bu konuda şöyle demişti Şehriyar: ‘’Yalnızlık ruhsal, sosyolojik ve toplumsal bir durumdur. Çünkü insanın bireysel özü, kendi içinde değil, dışıyla kurduğu nesnel ilişkilerde gizlidir. Şu hayatta tek başına bu dağ başında inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, gerçeği keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.’’

***

Celâlâbâd’a gelen bu baharda memleketimde geçirdiğim çocukluğumun baharlarını anımsadım…  Özellikle Kâbil’de Vezir Akbar Han Hastanesinde kaldığım süre içinde geceleri ateşten sayıkladığımda rüyalarıma girerdi çocukluğumun baharları…

O rüyalarımda nisan aylarında memleketimdeki bahçelerdeki kayısı ağaçlarının dallarının açmış çiçekleri arasında bir serçe kuşu gibi daldan dala konarak uçtuğumu görürdüm… Kayısı ağacı çiçek açtığında, henüz yaprakları olmadığından ağaç boydan boya bir gelin elbisesi gibi bembeyaz olurdu…

Hele hele o çiçekli badem ağaçları yok muydu; çağla yeşili, pembesi, beyazı bir muhteşem harmoni oluştururdu… İşte bu rüyalarımda bembeyaz bir çiçek deryasında uçsuz bucaksız bir sonsuzluk duygusu içinde uçardım…

Elma ve armut ağaçları daha sonraları çiçek açardı, bu ağaçların çiçekleri de henüz yeni çıkmış açık yeşil yaprakları arasında daha başka bir güzel görünürdü… Bu ağaçların dalları arasında bir guguk kuşu gibi daldan dala konarken görürdüm kendimi…

Yaz başlangıcından önce çalı ve iğde ağaçları çiçek açardı… Griden beyaza yakın yaprakları olurdu çalı ve iğdelerin, küçücük sapsarı çiçekleri ve o muhteşem kokusu ile harikulade bir manzara oluştururlardı… İğde ve çalı ağaçlarının o muhteşem kokusu ve görüntüsü içinde iğde ve çalı dalları arasında bir çalı kuşu gibi uçarken görürdüm rüyamda kendimi…

Bazı geceler ceviz ağaçlarının nisan ayında açan o ana baba kokuları arasında, zaman zaman zambak ve susam çiçekleri arasında, zaman zaman da ekin tarlaları içindeki gelincikler arasında görürdüm bu rüyalarda kendimi…

Bazen sarı sarı sapsarı ekin tarlaları içinde, olgunlaşmış, bükülmüş eğilmiş başaklar arasında bir tarla kuşu gibi uçarken görürdüm kendimi…

Bazen de ilkokulda, ortaokulda okul sırasında ders dinlerken bulurdum kendimi… Okul arkadaşlarımı bir bir, isim isim, numara numara hatırlardım…

Geceleri kâbuslar içinde, sanrılar içinde ateşli de geçse, bu gecelerin sabahı daha bir huzurla uyanırdım.  Pek şikâyetçi de değildim bu gecelerden. Bu sefer akşamları bekler olmuştum, akşam olmasını, karanlıkların usul usul, perde perde inmesini, gecenin olmasını, rüyamda çocukluğuma gitmeyi ve o kuşlar gibi tekrar tekrar uçmayı hep bekler olmuştum… 

Artık yaralarım henüz tam iyileşmese de hastanede kalmaktan yeterince bir keyif almıştım. Hastanedeyken bir tür sükûnet elde etmiş, kendimi kendime ve soyut şeylere daha bir yakın hissetmiştim. Kafamı yastığa koyup gözlerimi kapayarak kendimi dünyadan soyutladığımda, anlattığım gibi, ince bir yeşil tüle bürünmüş olan sakin vadilerin, bahçelerin, tarlaların ve tepelerin üzerinde hep bir kuş gibi uçarken görmüştüm kendimi… Ayrıca hiç kaybetmemişimcesine sevdiklerimin yanımda olduğunu, onlara seslenip, onlarla konuştuğumu görmüştüm. Sabahları uyandığımda da sanki kendimi de bir kuş gibi hafif hissetmiştim…

Hatırladıkça çocukluğumu Edip Cansever’in 1982'de yazdığı ‘’Bezik Oynayan Kadınlar’’ (Ada Yayınları, 1982)  kitabının "Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup" adlı şiirinde geçen şu dizelerine de hak vermiştim: "Gökyüzü gibi birşey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor..." (Benzer bir ifade de Murathan Mungan'ın ''Eskidendi, çok eskiden'' isimli şiirinde de geçerdi: ''Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden'') 

Bu hastane ve bu yaralı halim bana hep Şehriyar’ı ve O’nun hayatıma anlam katan şu sözünü hatırlatmıştı: ‘‘Acılar ruhu olgunlaştırır. Düşüşler en az çıkışlar kadar hayata bir tad katar, ancak bunun dengede olması gerekir. Çalışma, mücadele ve belalar olmasaydı bizler de var olmazdık ve yaşam duygusuz, anlamsız ve bunaltıcı olurdu.’’

Ve en çok da şu sözü söylerdi Şehriyar: ‘’İnsan ancak gecenin yolunu izleyerek şafağa varabilir.’’

***

Artık gökyüzünü kaplayan o kara kara bulutlar gitmiş, açık mavi, berrak, çoğunlukla bulutsuz o muhteşem sonsuzluğu ile gökyüzü pırıl pırıl parlıyordu… Geceleri ise yıldızlı gökyüzü bu gök kubbede muhteşem bir avize gibi ışıldıyordu… Bu berrak yıldızlı gökyüzü bana önce Almanya’da Königsberg’de saray içindeki anıtta (Denkstein) yazan Immanuel Kant’ın sözünü anımsattı; "Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor: Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası." (Zwei Dinge erfüllen das Gemüt mit immer neuer und zunehmender Bewunderung und Ehrfurcht, je öfter und anhaltender sich das Nachdenken damit beschäftigt: Der bestirnte Himmel über mir und das moralische Gesetz in mir.)

Sonra da Melih Cevdet Anday’ın bir şiirindeki dizeleri anımsadım ve başımı kaldırdım bu sonsuz gök kubbeyi uzun uzuuun seyrettim; ‘‘Gök boş. Nereye bağlasam atımı?’’

***

Celâlâbâd’a çığlık çığlığa bir bahar daha geldi…

 Osman AYDOĞAN



Yorumlar - Yorum Yaz