• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
Aşka Dair
Kitaplar
Hikayeler
Kendime Düşünceler
Fotoğraflar
Videolar
İletişim
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam828
Toplam Ziyaret2892658

Ingeborg Bachmann


Ingeborg Bachmann

02 Mayıs 2016

Ingeborg Bachmann (1926-1973), 20. yüzyılın en önemli Avusturyalı kadın şair ve yazarlarından sayılıyor. 1945 - 1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, hukuk, psikoloji ve Alman filolojisi okuyor. Prof. Leo Gabriel’den felsefe ve Freud’un öğrencisi Prof. Viktor E. Frankl’dan psikoterapi dersleri alıyor… Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaşıyor. Heidegger’in varoluşçuluk felsefesi üzerine ‘’Martin Heidegger'in Varoluşçuluk Felsefesinin Eleştirel İncelemesi’’ konusunda doktorasını yapıyor. İlk şiirleri 1948 - 49 yıllarında yayımlanıyor. 1959 - 60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi’nde şiir konulu dersler veriyor. 1964 yılında Georg Büchner Ödülü’nü, 1968 yılında ise Avusturya Büyük Devlet Edebiyat Ödülü’nü alıyor. 1965 yılından itibaren Roma’da yaşamaya başlıyor.

Ingeborg Bachmann, II. Dünya savaşı sonrası Alman edebiyatının en önemli yazarları arasında sayılan İsviçreli yazar ve mimar olan Max Frisch ile yaşadığı çalkantılı ilişki sonucunda bunalıma giriyor. Bu bunalım dönemimde de uyku hapı kullanıyor… Roma’da yalnız yaşadığı evinde aşırı miktarda aldığı uyku hapının etkisiyle sigarasını söndürmeyi unutuyor. Sigaranın yol açtığı yangında evi yanıyor. Kendisi yaralı olarak kurtarılıyor… Ancak yaralarına yaklaşık bir ay direndikten sonra, tam 47 yıl önce bugün, 17 Ekim 1973 tarihinde vefat ediyor. Tesadüf o ki yazdığı şiirlerden birisinin bir dizesi de şu şekilde yer alıyor: "Ben ise yalnız başıma yatmaktayım yaralarımla, buzdan dikenlerin içinde…"

Tesadüf bu kadarla da kalmıyor.

Malina

Ingeborg Bachmann, bu bunalımlı döneminde '’Todesarten'’ (ölüm biçimleri) adlı projesi üzerine çalışıyor. 1971 yılında bu bunalım döneminde yazdığı ‘’Malina’’ (YKY, 2004) isimli romanı bu projenin ilk romanı olarak yer alıyor…  Bu romanda Ingeborg Bachmann’ın Max Frisch ile yaşadığı çalkantılı ilişkinin yansımaları yer alıyor…

Romana adını veren Malina kadın kahramanın kocası romanda en büyük savaşın ikili ilişkilerde kişiler arasında olduğu vurguluyor: "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar."

Ingeborg Bachmann, kendisiyle 1971'de bu romanı hakkında yapılan bir röportajda erkeklerin iyileştirilemez hastalar olduğunu araya sıkıştırıyor. (…die Männer unheilbar krank sind.)

Bachmann'ın bu romandaki düşünce tarzında ölüm her zaman cinayetle bağlantılı oluyor. "İnsan gerçekten hastalıklardan da ölmüyor. İnsan, kendisine yapılanlardan dolayı ölüyor.'' (Man stirbt ja auch nicht wirklich an Krankheiten. Man stirbt an dem, was mit einem angerichtet wird.) Bu düşünceden yola çıkarak kitapta şu cümleyi kullanıyor: "Hayat, olsa olsa bir incinmedir. "

Ingeborg Bachmann’ın bunalımı ‘’Malina’’ isimli romanında da şu ifadeyle yer buluyor: “Düşüşler çağına geldim, komşular zaman zaman bir şey mi oldu diye sorduruyorlar. Küçük bir mezara düştüm, başımı vurdum ve kollarımı burktum, bir dahaki düşüşe değin hepsi iyileşmiş olmalı ve ben aradaki bu zamanı mezarda geçirmek zorundayım, bir sonraki düşüşten korkmaya başladım bile, ama biliyorum ki kehanete göre, yeniden ayağa kalkabilene değin üç kez düşeceğim.”

Ve kitap (Malina) sanki kendisinin ölüm şeklini anımsatırcasına şu cümleyle bitiyor: ‘’Bir cinayetti’’ (Es war Mord)

Şiir kitapları

‘’Malina’’, Ingeborg Bachmann’ın ilk, tek ve son romanı oluyor. Ingeborg Bachmann’ın ilk eserleri şiir kitapları oluyor. Şiirleri iki kitapta toplanıyor. İlk şiir kitabı 1953 yılında yayınlanıyor: ‘’Die gestundete Zeit’’ (Ertelenmiş Zaman, Toplu Şiirler, YKY, 2004) İkinci şiir kitabı 1956 yılında yayınlanıyor: ‘’Anrufung des Großen Bären’’ (Büyük Ayı’ya Çağrı, Toplu Şiirler, YKY, 2004)

Radyo oyunları

Ingeborg Bachmann 1952 yılında yazdığı ‘’Ein Geschäft mit Träumen’’ (Bir Düş Alışverişi) adlı oyununda düş satan bir dükkânda kendi aşkları üzerine kurulu düşleri almaya sıra geldiğinde, özveride bulunmaktan kaçıp, sıradan kişiliği tercih eden bir insanın tragedyasını anlatıyor. Bu oyunu 28 Şubat 1952 tarihinde Viyana Radyosu'nda yayınlanıyor.

1955 yılında yazdığı ‘’Die Zikaden’’ (Ağustosböcekleri) oyununda bir adaya toplanmış insanların kırılgan ve buruk yaşam öykülerinden bahsediyor. Bu oyunu da 25 Mart 1955 tarihinde Hamburg Kuzeybatı Almanya Radyosu'nda yayımlanıyor.

1959 yılında yazdığı ‘’Der gute Gott von Manhattan’’ (Manhattan’ın İyi Tanrısı) adlı oyununda da insanın vazgeçilmez tutkusu “aşk“ı irdeliyor ve gerçek aşkın bütünüyle olanaksızlığını bir mahkeme ortamında sorguluyor. Bu oyunu da Bavyera ve Kuzey Almanya Radyoları'nın ortak yapımı olarak yayımlanıyor.

Bachmann, sonra da bu üç oyununu tek bir kitapta toplayarak ‘’Hörspiele’’ (Radyo Oyunları, YKY, 2005) adıyla yayınlıyor…

Ingeborg Bachmann, bu eserlerinde insanoğlunun yaşamındaki gerçekleri felsefi boyutta derinlemesine inceleyerek kurulu düzene ters düşen aşkların asla gerçekleşemeyeceğini anlatıyor…

Deneme ve Öykü kitapları

1960 yılında deneme eseri olan ‘’Frankfurter Vorlesungen’’ (Frankfurt Dersleri, Bağlam Yay., 1989) yayınlanıyor. 1961 yılında ise öykü kitabı olan ‘’Das dreißigste Jahr’’ (Otuzuncu Yaş, YKY, 2004) yayınlanıyor.

Ingeborg Bachmann ve Ahmet Cemal

Ülkemizde, şiirden denemeye farklı türlerden Bachmann’ın eserlerinin ve Bachmann ile yapılmış bir dizi söyleşinin yer aldığı bir kitap da Ahmet Cemal’in hazırlığı ve çevirisiyle yayınlanıyor: ‘’Bu Tufandan Sonra´’ (Metis Yayınları, 1998)

Ahmet Cemal, ‘’Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’’ (Can Yayınları, 2012) isimli deneme kitabında da Bachmann'dan alıntılar yapıyor... 

Ingeborg Bachmann’ın ülkemizde yayınlanan bütün eserlerini Ahmet Cemal tercüme ediyor…

Ingeborg Bachmann’ın derinliğini anlayabilmek için eserlerinden bir örnek (Ağustosböcekleri) aktarmak ve daha sonra da kitaplarında ve söyleşilerinde yer alan şu sözlerinden örnekler vermek istiyorum.

Ağustosböcekleri

Ingeborg Bachmann’ın ‘’Radyo Oyunları’’ kitabında yer alan ‘’Die Zikaden’’ (Ağustosböcekleri) isimli oyunu bir adaya toplanmış insanların kırılgan ve buruk yaşam öykülerini konu alıyor.

Bu oyunun başında şöyle bir bölüm bulunuyor: ‘’Küçük eve bir başkası taşınacak. Birkaç yabancı daha adadan ayrılacak, yenileri gelecek. Gelenler çoğaldığında yalnızlığın da fiyatı artacak ve kıyılar dolacak. Soluk yüzler güneşte yanacak ve kumlar parmakların arasından kayacak, ta ki bir gölge adanın üzerinde kanat çırpana ve rüzgâra doğru üflenmiş bir tüy yere düşene kadar.’’

Görüldüğü gibi oyun, bir adanın tasviri ile başlıyor. Tuhaf bir adadır aslında burası. Hep birileri geliyor ama gelenlerle birlikte ortalık sanki daha bir tenhalaşıyor. Oyunda ‘’Ağustosböcekleri” diye anılanlar, insanlardır aslında.

Ancak adadaki insanlar; insanca yaşamayı, insanı; ancak sevmenin, sevebilmenin, hemcinslerinden ancak hiçbir ayrımcılığın tuzağına düşmeden sorumlu olabilmenin insan kılabileceğini çoktan unutmuş yaratıklara dönüşüyorlar. Adadaki insanlar; yaşamanın hiç ayrım yapmaksızın her insandan sorumlu olmak anlamına geldiğini görmezlikten gelip sevmeye son veriyorlar ve hiçbir insanca duyguya seslenmeyen şarkılarla oyalanmaya koyuluyorlar…

Bachmann’ın oyunundaki ada, aslında insanların bugünkü dünyası oluyor. Yaşadıklarının sorumluluğunu üstlenebilme, sürünün içerisinde rengini belli edebilme yürekliliğini gösterebilenlerin gittikçe arandığı, birbirlerinin yanından geçip gitmekle yetinenlerin bunu birlikte yaşama sandıkları, sevgiden bütünüyle yoksun bir dünya.

Oyun, şu itirafla son buluyor: ‘’Kurumuş gırtlaklardan bir çığlıktır yükseldi, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden denize doğru yuvarlandı. Olduğumuz yerde kalakaldık ve korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustosböcekleri de bir zamanlar insandı. Hep şarkı söyleyebilmek için yemeye, içmeye ve sevmeye son verdiler. Şarkılara kaçışları sırasında gittikçe daha kuruyup küçüldüler; şimdi ise özlemleriyle yitik, özlemleriyle büyülenmiş olarak şarkılar söyleyip duruyorlar - ama aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için...’’ Bachmann’ın Ağustosböcekleri adlı radyo oyunu bu satırlarla son bulur…

Bu yorumu Ahmet Cemal, bahsettiğim gibi ‘’Lanetlenmiş Ağustosböcekleri’’ (Can Yayınları, 2012) isimli deneme kitabında da kullanıyor.

Bachmann, ‘’sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için’’ deyince de aklıma Şair Özdemir Asaf’ın güzel bir şiiri geliyor: ‘’Uzun Bir Öykü’’

‘’Hiç kimsenin kafesine 
Koyamayacağı bir kuş... 
Kaçmasını öylesine 
Uçmasını böylesine 
Unutmuş. 
Bir insan sesine 
Gelip konmuş.’’

İnsan sesi

Özdemir Asaf’ın şiirindeki; hiç kimsenin kafesine koyamayacağı, kaçmasını öylesine uçmasını böylesine unutmuş bir kuş bir insan sesine gelip konmuşken bizler tarafından insan sesi unutuluyor... Bizlerin, bu iklimlerde yaşayanların sesleri insan sesi olmaktan çoktaaan çıkıp gidiyor... Bu ülkede yaşayanların sesi, insan sesi olmaktan çıktığından, çıkarıldığından beri de hayatın müjdecisi olan sesler artık duyulmaz oluyor... Ingeborg Bachmann’ın “Ağustos Böcekleri” adlı radyo oyununun sonunda yazdığı gibi, artık sevmeye son verdiğimiz için seslerimiz, kendi lanetlerimizin etkisiyle, insan sesi olmaktan çıkıyor... Artık kurumuş gırtlaklardan çığlıklar yükseliyor... 

Ingeborg Bachmann’ın kitaplarında yer alan sözleri

"Faşizm bir kadın ve bir erkek arasındaki ilişkide baslar…" 

"Gerçek savaş her zaman adı barış olan savaşın patlamasıyla başlar…"

"Tek kelime söylemeyin, siz kelimeler!..."

‘’Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur.’’

‘’Yaşayacak bir ‘niçin'i bulunan, hemen hemen tüm ‘nasıl’lara dayanabilir.’’

‘’Bir düşünce boyu yanında olmama izin ver.’’

"Önemli olan sadece bu değil, sadece konuşmak değil, ben senin yanında suskun kalmak da istiyordum."

"İnsan ya hiç okumamalı, ya da gerçek anlamda okuyabilmeli."

"Size korkunç bir sır vereceğim: Dil, ceza demektir."

‘’Bakışlarını kaldır ama bakma bana...”

‘’Çünkü birbirimize söylediğimiz sayılı şeylerle, ona gerçekten söylemek istediğim şeyler arasında bir hava boşluğu var..’’

"Bu sözde uygar dünyada, görünüşte uygar davranan insanlar arasında, gerçekte sürekli bir savaşın egemenliğinden kuşku mu duyuyorsunuz? İnsanların birbirlerini ağır ağır öldürmekte olduklarına inanmıyor musunuz?"

‘’...çünkü insanoğlu karanlık bir yaratıktır, yalnızca karanlıklarda kendi kendisinin efendisidir ve gün ışığında yeniden köleliğine döner.’’

‘’Toplum, düşünebilecek en kanlı arenadır. Bu arenada eskiden beri, bu dünyanın mahkemelerine sonsuza değin kapalı kalan, en inanılmaz cinayetlerin tohumları en kolay biçimde ekilmiştir.’’

‘’...ama içimde bir şeye karşı yazdığım duygusu vardı. Varlığını hep koruyan teröre karşı. Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.’’

‘’İvan gece soruyor bana: Neden yalnızca ağlama duvarı var, neden bugüne kadar kimse bir sevinme duvarı yapmamış?’’

‘’O denli zengin bir yanılgı içinde yaşıyoruz ki kimse ötekine ya da egemenliğe karşı sesini yükseltmiyor. Dış dünyada öteki insanların bizi felce uğratmaları bu yüzden; çünkü onlar birtakım haklar alıyorlar, çünkü onlardan birtakım haklar alınıyor veya esirgeniyor ve çünkü o insanlar, hakları olmaksızın birbirlerinden sürekli bir şeyler istemekteler.’’

"Bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatan herkese ve her şeye saldırmak elbette boyunlarının borcudur. Bekçisi oldukları şu berbat bataklığa kendileri de fazla inanmıyor besbelli. Yoksa, başka bir dünyanın hissedilebileceği, insan olmanın bambaşka imkânlarının farkına varılabileceği günlerden böyle şiddetli korkarlar mıydı?"

“Yani bulunduğumuz yerde, burada, özel bir yerde değil (çünkü özel bir yer hiçbir yerde yok), kalmak ve düşünmek için, savunulmayı gereksinmeyen bir yerde, ayrıcalıklarını birilerine zorla benimsetmenin gerekli olmadığı bir yerde, ama yine de bizi besleyebilecek, sevebileceğimiz, iyi hatlarla, var olan iyi hatlara öykünerek, yeni hatlar oluşturarak, bir çehre kazandırabileceğimiz bir yerde. Bu, her yerde olabildiği takdirde, o zaman artık hiçbir yerin çehresi ötekine itici gelmeyecek ve ürkütmeyecek. Ve o zaman çehreler rahatça Fransızca, İtalyanca, Almanca ve bunun gibi adlar taşıyabilecekler. Ve yüz hatları olarak yazılan, o zaman adı neyse rahatça o adı taşıyabilecek ve herkesin mutlulukla kendi dili sayabileceği bir dilde yazılmış olabilecek.” (Bachmann, bir arada insan olarak kalabilmenin koşullarını daha 1960’lı yılların başında yazıyor.)

''Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.'' (Bachmann bu yazıyı ölümünden dört ay önce yazıyor.)

İrlandalı yazar Samuel Beckett, ’’Godot'yu Beklerken'’ isimli eserinde oyun kahramanları hiç gelmeyecek bir kişiyi beklerken, Ingeborg Bachmann da burada hiç gelmeyecek bir zamanı bekliyor…

Vefatının 43. yılında Ingeborg Bachmann’ı saygıyla anıyorum.

Toprağı bol olsun…

Osman AYDOĞAN

Meraklısı için bu bölümde Ingeborg Bachmann’dan iki şiir sunuyorum. Şiirlerin Türkçeleri şiirin sonunda veriyorum.

Die gestundete Zeit

Es kommen härtere Tage.
Die auf Widerruf gestundete Zeit
wird sichtbar am Horizont.
Bald mußt du den Schuh schnüren
und die Hunde zurückjagen in die Marschhöfe.
Denn die Eingeweide der Fische
sind kalt geworden im Wind.
Ärmlich brennt das Licht der Lupinen.
Dein Blick spurt im Nebel:
die auf Widerruf gestundete Zeit
wird sichtbar am Horizont.

Drüben versinkt dir die Geliebte im Sand,
er steigt um ihr wehendes Haar,
er fällt ihr ins Wort,
er befiehlt ihr zu schweigen,
er findet sie sterblich
und willig dem Abschied
nach jeder Umarmung.

Sieh dich nicht um.
Schnür deinen Schuh.
Jag die Hunde zurück.
Wirf die Fische ins Meer.
Lösch die Lupinen!

Es kommen härtere Tage.

Die gestundete Zeit. 1953.

Ertelenmiş zaman

Daha çetin günler gelmekte.
Bir zaman ki, geri çağrılmak üzere
ertelenmiş, görünüyor şimdi ufukta.
Bağlamalısın artık neredeyse pabuçlarını,
köpekleri de kovmalısın toplanma yerlerine.
Çünkü balıkların bağırsakları
buz kesmiş rüzgâr altında.
Yoksul bir ışık vermekte kandiller.
Bakışların bir hayalet olmuş sisler denizinde:
bir zaman ki, geri çağrılmak üzere
ertelenmiş, görünüyor şimdi ufukta.

Ötelerde sevgilin, gömülmekte yavaş yavaş,
dalgalanan saçlarına kadar yükselmiş kum,
sözünü kesiyor konuştuğunda,
susması için emir vererek,
ölümlüdür nasılsa sevgilin kumlara göre
ve ayrılışlara da gönüllü,
her kucaklaşmanın ardından.

Bakma etrafına.
Bağla pabuçlarını.
Geri kovala köpekleri.
Dök balıkları denize.
Söndür kandilleri!

Daha çetin günler gelmekte.

Çeviri: Ahmet Cemal
Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, 2016

Bruderschaft 

Alles ist Wundenschlagen,
und keiner hat keinem verziehn.
Verletzt wie du und verletzend,
lebte ich auf dich hin.

Die reine, die Geistesberührung,
um jede Berührung vermehrt,
wir erfahren sie alternd,
ins kälteste Schweigen gekehrt.

Kardeşlik

Her şey yaralamaktır aslında,
ve rastlanmamıştır birbirini bağışlayana,
senin gibi incinmiş ve inciterek,
kulaç attım hep sana.

Arı olana, yani başka her temasla
çoğalan ruhsal temasa gelince,
yaşlanarak ediniriz o deneyimi ancak,
en soğuk suskunluğa gömüldüğümüzde.

Çeviri: Ahmet Cemal
Toplu Şiirler, Yapı Kredi Yayınları, 2016



Yorumlar - Yorum Yaz